07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 TEMMUZ 2012 PAZARTESİ 2 mı bunu yaratır? Belki hepsi birden. nsanın kendini yönetenler konusunda böyle bir kuşkuya kapılması elbet ayıptır, ama bu kuşkuya yol açanların insanları aptal yerine koyarmışçasına fütursuz davranmaları da ayıp değil midir? ABD başta olmak üzere Batılı bazı devletlerin Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi’nin parçası olarak kullanma niyetleri ve Kürtlerin yoğun olduğu toprakları önce Suriye’den sonra da Türkiye’den koparıp Barzani devletine ekleyerek bir Büyük Kürdistan kurma planının aşama aşama gerçekleştirilmek istendiği çok belli değil mi? Bir yandan Kandil’in temizlenmesine kırmızı ışık yakanların öte yandan Suriye’yle kapışılmasına yeşil ışığı hep yanar tutuşlarının anlamı nedir? Ayıp derecesini aşıp günah kavramına uzanan bir yanı yok mu bu işin? Sevr ile haritadan silinmek istenirken acılı özverilerle Lozan sınırlarına tutunabilmiş bir ulustan hâlâ başkalarına toprak aktarmaya kalkışmak günah değildir de nedir? Dindar insan yetiştirme peşinde koşan bir iktidar, hiç değilse bu günaha bulaşmaktan uzak durmalıdır. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İ Kıbrıs, Çok Boyutlu Bir AB Sorunu Ankara 1 Temmuz 2012’den itibaren sakin bir havaya girer ve “AB dönem başkanına” karşı aşağılayıcı bir dil kullanmamaya özen gösterirse, hem AB kurumları ile ilişkilerine gölge düşürmemiş hem de bu “altı ayı” hızla atlatmış olur. Kim bilir, Rumlar AB levyesinin işe yaramadığını nihayet kavradıkları ve çözümün Brüksel’de değil, adada gerçekleşmesi gerektiğini anladıkları için, şubatta Kıbrıs’a siyasette de bahar gelebilir. Ali YURTTAGÜL Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Siyasi Danışmanı B dönem başkanlığı temmuzdan itibaren Kıbrıs’a geçiyor. Her 6 ayda bir AB üyesi tarafından devralınması sonucu gerçekleşen bu süreç, AB tarihinde ilk defa bir “dönem başkanlığı sorunu” yaşatıyor. Temmuz ayı yaklaştıkça tırmanan bu sorunu Kıbrıs Rum Yönetimi iki yıldır bir nevi “fırsat” bildiği için tırmandırıyor ve diğer AB ülkelerine dayanışma çağrısında bulunuyordu. Yine Kıbrıs dönem başkanlığını bir nevi “fırsat” olarak gören Ankara, bir iki ay öncesine kadar adada çözüm arayışını hızlandırmak için 1 Temmuz 2012 tarihini müzakereler için bir nevi karar tarihi yapıyor, değilse AB ile ilişkilerin “dondurulacağını” söylüyordu. Nihayet bu tarih geldi ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri yaşadığımız “monologlar” dizisine yeni bir monologla “dönem başkanlığı” eklendi. Adada barış ve çözüm ise hâlâ uzak. İsterseniz yılan hikâyesine dönen Kıbrıs sorununun derin boyutlarına inmeden, dönem başkanlığı ile yaşamakta olduğumuz AB boyutuna ve olası gelişmelere ışık tutalım. Kadılık görevini yürüten Nasreddin Hoca, komşusundan şikâyetçi adamı dinledikten sonra, haklısın der ve komşuyu çağırtır. Onu dinledikten sonra sen de haklısın der. Karısı, hocam ikisi de haklı olamaz diye araya girince, sen de haklısın der. Bugünlerde Brüksel koridorlarında Kıbrıs konusunu irdeleyen konuşma ve girişimleri dinlerken Hoca’nın bu derin felsefesini hatırlamamak mümkün değil. Ankara “boykot” kararı ile doğru mu yapıyor, sorusu bir yana; Kıbrıs dönem başkanlığına “yarım devlet” çıkışı ile tavır koymakta haklı. Ankara, Birleşmiş Milletler’in sı mümkün değil. Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, Ankara ziyaretinde kimle konuştu ise kendine özgü açık dili ile bu gerçeğe vurgu yapmıştı. AB’de kararları biz veriyoruz, diyen Schulz, aslında Kıbrıs üzerine değil AB’nin kurum olarak iç dinamiklerine atıf yaparak, herkesin, aday bile olsa “üçüncü ülkelerin” bu kurumsal gerçeğe saygı duymak zorunda olduğunu söylüyor ve haklı. Schulz’un bu tavrı, Kıbrıs ile ilişkili olsa da, Kıbrıs sorunu üzerine bir görüş içermiyor. Kıbrıs belki üye olmamalıydı; üye olması hem yanlış, hem haksız bir karara dayanıyordu gibi gerekçeler haklı bile olsa, bu gerekçeler AB’nin bugünkü gerçekleri ile çalışmak zorunda olduğunu değiştirmiyor. Yani Rumlar çözümsüzlükteki yükümlülüklerini tartışmıyor, haklı olarak “üçüncü bir ülke” tarafından aşağılandıklarını söylüyor ve “kulüp” üyelerini kurumsal dayanışmaya çağırıyor. Bu yüzden AB kurumları sicili bozuk da olsa üye Kıbrıs’a sahip çıkıyor. AB’nin Kıbrıs meselesinde hata yaptığını, yapmaya devam ettiğini belgeleyen gerçekler de yok değil. AB Kıbrıs politikasında çözümsüzlüğün sadece “Türklerden” kaynaklandığı inancından hareket ederek Kıbrıs sorununa ve tarihçesine yakından bakmadan tavır takındı ve Rumlara çözümsüzlük halinde bile üyelik sözü verdi. AB politikacıları çözümsüzlüğün Rumlardan kaynaklanabileceğini öngöremedi. Bu yanılgıyı Annan Planı referandumunun sonuçlarını değerlendiren zamanın genişlemeden sorumlu Komiseri Verheugen oldukça berrak bir dille itiraf etmişti. Verheugen, Avrupa Parlamentosu’nda söylediği gibi, Rumlardan en az altı defa çözüme engel olmayacakları yönünde söz aldığını bu yüzden “kendini aldatılmış” hissettiğini gizlemiyor. Aynı konuşmada Verheugen Rumların artık iki bölgeli iki topluma dayanan federatif bir çözüm modelinden vazgeçtikleri sonucunu çıkarıyor. Verheugen’in bu analizi, 20042009 yılları için pek yanlış sayılmazdı. Rumlar AB üyeliğini kaptıktan sonra uzun zaman AB’yi arkalarına alarak Türklere her şeyi kabul ettireceklerini, üyeliği bir nevi “levye”, yani kaldıraç olarak kullanacaklarını sanıyorlardı. AB’nin levye olamayacak kadar esnek ve çok uçlu olduğunu geç anladıkları gibi, AB kurumlarının birinci hatadan sonra ikinci bir hata yaparak Kıbrıs sorununu da AB sorunu yapmayacaklarını göremediler. Bu yüzden Rumlar ne kadar ısrarla “AB topraklarının üçüncü bir ülke tarafından” işgal altında olduğunu, Birleşmiş Milletler’in mavi berelileri tarafından AB’nin bir üyesinde barışın garanti edildiğini, Türkiye’nin bir AB üyesini tanımadığı gibi bir sıra gerçeğe dikkati çekseler de, Brüksel’de kimseye dinletemiyorlar. Bu yüzden Güney Kıbrıs yaklaşmakta olan “dönem başkanlığını” kullanıp bu gerçeklere dikkat çekerek Türkiye’yi sıkıştırabileceğini umuyordu. Bunun pek mümkün olmadığını artık anlamaya başladıklarını görüyoruz. Rumlar “dönem başkanlığı” olgusunun bir imtiyaz değil 27 ülke adına konuşmak olduğunu ve “başkanın” ortak iradenin temsili ile yükümlü olduğunu herhalde biliyorlardı, fakat yine de bu dönemde gündeme kendi sorunlarını alarak dayanışma beklentisi içerisinde idiler. Lizbon Anlaşması’ndan sonra AB kendine bir Konsey başkanı ve Lady Ashton’ın kişiliğinde dış ilişkilerden sorumlu bir “yüksek temsilci” seçtiği için “dönem başkanlığı” kurum olarak zaten önemini kaybetmiş durumda. Konsey toplantıları, bu yeni kurumsal gerçeğe rağmen hâlâ üye ülkeler tarafından yürütülmesi bu gerçeği pek değiştirmiyor. Dış ilişkiler artık Brüksel’de koordine ediliyor, başkentlerin etkinliği sürse de. Kıbrıs tam dönem başkanlığını üstlendiği bu günlerde sadece bölünmüş, toprakları işgal altında olduğu için değil, ekonomik olarak iflasın eşiğinde olduğu için de zor durumda. Son günlerde Moskova’nın acil bir transfer ile gönderdiği 2.5 milyar dolar olmasa, ödeme yükümlülüklerini yerine getiremeyeceği gibi, bankaların önemli bir bölümünün iflas edeceği söyleniyor. Kıbrıs bankalarının Yunanistan “yatırımları” Kıbrıs’ta bütün bilançoları felç etmiş görünüyor. Bu günlerde Kıbrıs’ın ne zaman AB’nin kurtarma şemsiyesi altına sığınacağı tartışılıyor. Bu talebin dönem başkanlığı ile aynı günlere “tesadüf” etmemesi için Moskova’nın araya girdiği konuşuluyor. Birleşmiş Milletler Kıbrıs Özel Temsilcisi Alexander Dovner, TBMM üyelerinin de katıldığı Karma Parlamento toplantısında (14 Haziran 2012) AB kurumlarını da hedef alan önemli mesajlar verdi. M. Ali Talat ile başlayan görüşmelerin bugüne kadar önemli gelişme sağladığını ve sorunların yüzde 50’si üzerinde çözüm mutabakatına varıldığını vurguladı. İkinci önemli mesajı müzakerelere Güney’de Şubat 2013’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar ara verildiğini, yani müzakerelerin şimdilik kesilmiş de olsa “sürmekte” olduğunu vurguladı. Üçüncü mesaj, seçimlerden kim başarılı olarak çıkarsa çıksın Birleşmiş Milletler’in müzakerede varılan noktanın gerisine gidilmesini arzulamadığını söyledi. “Sil baştan”, biliyorsunuz Kıbrıs müzakerelerinin on yıllardır yaşadığı akıbet oldu. AB kurumlarının New York’tan gelen bu mesajları aldığını ve gereğini yapacaklarını düşünmek, yanlış olmaz. Sonuç olarak Ankara 1 Temmuz 2012’den itibaren sakin bir havaya girer ve “AB dönem başkanına” karşı aşağılayıcı bir dil kullanmamaya özen gösterirse, hem AB kurumları ile ilişkilerine gölge düşürmemiş hem de bu “altı ayı” hızla atlatmış olur. Kim bilir, Rumlar AB levyesinin işe yaramadığını nihayet kavradıkları ve çözümün Brüksel’de değil, adada gerçekleşmesi gerektiğini anladıkları için, şubatta Kıbrıs’a siyasette de bahar gelebilir. Ayıp ve Günah BÜYÜK ayıplardan biri, insanı aptal yerine koymaktır. Kendini yeryüzünün en akıllısı sanıp başkalarını akılsız sayarak. Akılsızlar elbet her toplumda vardır, az ya da çok. Ama, bir toplum ne kadar okutulmamış, yoksul ve muhtaç bırakılmış olursa olsun, bütünüyle aptal yerine konursa orada öyle bir ortak duygu oluşur ki, herkes kendini aldatılmış hissetmeye başlar. Akıllı akılsız ayrımı kalkar, insanlar teker teker adam yerine konmamış gibi olurlar. için böyledir? Çünkü resmen ilan edilen, çok sık tekrarlanan, yerli yersiz her taraftan duyulsun ve inanılsın diye çok uğraşılan, uğrunda paralar harcanıp nefesler tüketilen yorumun telaşı öylesine yoğundur ki, onun gerisinde mutlaka bir gerçeğin saklanmakta olduğu inancı ister istemez kendiliğinden pekişen bir kuşkuya dönüşür. Şimdi öyle bir hava var Türkiye’nin üzerinde. Ortaya çıkan ayrıntıların gerçeği saklanamaz kılışı mı, iktidarın daha önceki davranışlarından ileri gelen bir güvensizlik mi, inandırılmak istenenin vurgulanışındaki abartma A N “Annan Planı” olarak bilinen çözüm önerisine destek vererek ve bu planın Kıbrıslı Türkler tarafından kabulüne atıf yaparak, sorunun çözümünde gereğini yaptığını, sorunun hâlâ çözülmemiş olmasından Rumların sorumlu olduğunu iddia ediyor. Bu yüzden AB’nin Aralık 2006’da aldığı ortak karar ile 8 müzakere başlığının askıya alınmış olmasını anlayamıyor. AB 26 Nisan 2004 tarihinde Kuzey Kıbrıs ile “doğrudan ticaret” kararını Güney’in vetosu yüzünden uygulayamadığı için, Türkiye yine imzaladığı “Gümrük Birliği Protokolü’nü” uygulamıyor ve limanlarını “Kıbrıs’a” açmıyor. AB ise sekiz başlığı askıya alma kararını Türkiye’nin limanlarını ve hava sahasını Kıbrıs’a açmaması ile gerekçelendiriyor. Bu sekiz başlıktan sonra Kıbrıs’ın tek taraflı veto ettiği 6 başlık ise Ankara’ya “Brüksel’in yolu bizden geçer” mesajını içeriyor. Ankara da madem öyle, biz bu yolu kullanmayacağız deyip, dayatma politikasına kredi vermemekte hatta dönem başkanlığını “tanımamakta” haklı. Hoca da bunu farklı değerlendirmezdi sanıyoruz. Meseleye Kıbrıs ve AB açısından baktığımız zaman onların da haklı gerekçeleri var. Kıbrıs, AB’nin tüm üyeleri gibi “normal” bir üyesi olduğunu ve üyelik haklarının diğer tüm üyeler gibi tanınması gerektiğini savunuyor. Özellikle dönem başkanlığı konusuna Ankara’nın değil AB üyelerinin karar vereceğini vurgulayarak “üçüncü ülkelerin” bu karara itirazlarını kabul etmemeleri gerektiğini, kulübün diğer üyelerine telkin ediyor. “Mazlum” konumunda olan Kıbrıs’ın bu tavrına, derin ekonomik ve kimlik, hatta varlık krizi yaşayan AB kurumlarının destek çıkmama 2 Temmuz: Dünya Aydınlanma Günü Hikmet ALTINKAYNAK Ö nceki hafta Mehmet Aksoy’un yaptığı İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Aydınlanmasını Yaratanlar Heykeli’nin aydınlanmanın yılmaz savunucusu İlhan Selçuk’un aramızdan ayrılışının ikinci yıldönümünde gerçekleştirilen açılış törenindeydim. Beşiktaş Belediyesi’nce Ulus’a konan heykelin açılışını CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yaptı: “O bir aydınlanmacı, devrimci, katıksız Mustafa Kemalciydi. Hayatının hiçbir döneminde düşüncelerinden ödün vermedi” dedi. Kalabalık nedeniyle heykeli yeterince yakından görememiştim. Daha sonra yeniden gidip heykele yakından baktım, elimi sürdüm. ‘Pencere’sinden geleceğe bakan İlhan Selçuk’un gülümseyen ve biraz da hüzünlü yüzünü, İlhan Selçuk’u izleyen, gözleyen Cumhuriyetin aydınlanmasına katkı veren Mustafa Kemal, Tevfik Fikret, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Muhsin Ertuğrul, Hasan Âli Yücel, Can Yücel, Turhan Selçuk, Muazzez İlmiye Çığ, İsmail Hakkı Tonguç, Halikarnas Balıkçısı, Vasıf Öngören, Sabahattin Eyüboğlu, Deniz Gezmiş, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Türkân Saylan, Genco Erkal, Rutkay Aziz, Tarık Akan’ı gördüm. Taşa bu denli hayat veren Mehmet Aksoy’un figüratif heykel sanatının önde gelenlerinden biri olduğunu daha da iyi anladım. Aslında Aksoy, heykeltıraş olarak ilk adımlarını önce doğa tutkusuyla atıyor. Doğaya tutkusu 19601970 arasında yaptığı yapıtlarla başlıyor. 19701980 arası ise, sosyal ve siyasal ortam, Aksoy’un figürlerinde yer alıyor. 19801990’da barış ve sevgi teması öne çıkıyor. 1990’dan sonra günümüze kadar geçen sürede ise, insandoğa bütünlüğünün bozulmasına Aksoy’un gösterdiği tepki heykellerine yansıyor. Mitoloji yoğun olarak ortaya çıkıyor. Yurtdışından dönüp de doğanın içine, Polenezköy yakınlarındaki Cumhuriyet Köyü’nde ‘Böcekev’ dediği atölye/evine yerleşip yaşamaya, heykel yapmaya koyulunca da Türkiye’nin acı gerçekleriyle karşılaşıyor. Bu nedenle yakın dönem çalışmalarını doğaya ve yanı sıra da barışa adayan Aksoy’un “İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Aydınlanmasını Yaratanlar Heykeli”, başlı başına bir başyapıt olarak karşımızda duruyor. Heykeli seyrederken, düşüncelerim 2 Temmuz’a gidiyor. Yazar arkadaşım Sadık Aslankara, geçen haftaki yazısında (Cumhuriyet Kitap Eki, 28 Haziran), bu günün Dünya Aydınlanma Günü olmasını öneriyordu. 2 Temmuz’da Madımak Otelinde yanan yalnızca 33 aydın olmadı, aslında ülkenin geleceği de yandı, insanlığın insan olarak geliştirdiği değerleri de yandı. Bu nedenle 2 Temmuz’a evrensel bir boyut kazandırıp Dünya Aydınlanma Günü denmesi ve bu günün etkin olarak kutlanması çok yerinde olur. Bu açıdan kalemini ve ömrünü aydınlanmaya adayan İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Aydınlanması Heykeli de büyük önem taşıyor. Aradan geçen 19 yıl, bize 2 Temmuz Madımak acısının asla unutulamayacağını gösterdi. Nasıl unutulur ki… Kim acısını unutabilir ki… Hele de suçluların bir kısmının yakalanamamış, bir kısmının yeterince cezalandırılamamış olması, toplumun vicdanını sürekli kanatmaktadır. Yakalanamayan, yakalanması istenmeyenlerin yargıdan kaçırılması, zamanaşımı nedeniyle kurtarılmak istenmesi utanç vericidir. Dünya Aydınlanma Günü toplumun temiz duygularının mihengi olarak topluma yol gösterecektir. Karanlığa itilmelere karşı uyarıcı olacaktır. Tıpkı İlhan Selçuk ve Cumhuriyet Aydınlanmasını Yaratanlar Heykeli’nin işlevi gibi bir bilinç taşıyıcılığı yapacaktır. Bizi yılda bir kez bile olsa, karanlığa karşı birleşmeye, güçlenmeye çağıracak, el ele olmamızı sağlayacaktır. Bu duygularla İlhan Selçuk ile Madımak’ta yitirdiklerimizi sevgi ve özlemle anarak, Dünya Aydınlanma Gününüzü kutluyorum. Evrensel sanatçı Mehmet Aksoy’u da aydınlanmaya katkısı için yürekten alkışlıyorum. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle