14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
16 TEMMUZ 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] EKONOMİ 11 Almanya’da uzmanlar insan onuruna yaraşır bir düzen için alternatif model arayışında Kapitalizmin sonu geldi Milyarlarca insan fakir: Sermayenin birikim sorununu küreselleşmeyle aşan kapitalizm, insanlığın derdine derman değil. Şirketler büyümeyi sürdürürken milyarlarca insan hâlâ fakirlik çekiyor, içecek su bulamıyor, tıbbi bakımdan ve eğitimden yoksun yaşıyor, demokrasinin içi boşaltılıyor, çevre tahribatı artıyor. Ekonomi Servisi Liberal ekonominin fikir babaları küreselleşmenin bütün dünyaya refah artışı bahşedeceğini öne sürüyordu. Ancak geçen yıllar bunun gerçek olmadığını gösterdi. İnsan onuruna yaraşır bir ekonomik düzen kurulamaz mı? Kurulsa, nasıl bir düzen olur? Almanya’nın Bavyera eyaletindeki Tutzing Akademisi’nde uzmanlar bu sorulara yanıt aradı. Küreselleşme ile birlikte son 2030 yılda sermaye, mal ve hizmetler çok daha rahat yer değiştirebilir hale geldi. Ancak uluslararası rekabete dayanıklı olabilmek için milli ekonomiler üzerindeki baskı da arttı. Milyarlarca insan daha fazla fakirleşti, içecek su bulamaz hale geldi. Milyarlar tıbbi bakımdan ve eğitimden yoksun yaşarken çevre tahribatı da endişe verici boyutlara vardı. Yeni düzene geçmek şart: Uzmanlara göre; şu anki düzeni sosyalleştirmek için küresel ilkeler benimsense de uygulamaya geçildiğinde kontrol ve yaptırım mekanizmaları işlemiyor. Bu nedenle işçi haklarını, çevre korunmasını öne çıkaran, yolsuzlukla mücadele edecek eşitlikçi, “yeni” bir düzene geçmek şart. yi yaptığını söyledi. Rohloff’a göre ilk hedef, özel şirketlere insan ve işçi haklarını, çevrenin korunmasını ve şirketler bünyesindeki yolsuzlukla mücadeleyi benimsetmek; ikincisi ise özel sektörün katkısıyla daha insanca bir dünya hedefine yaklaşmaktı. Çağdaş Türkiye Çağrısı Bir yıl önce yapılan genel seçimlerde üçüncü kez işbaşına gelen AKP iktidarı, ülkeyi, insanlığın kazanımı olan evrensel değerlerden hızla uzaklaştırmaktadır. Toplumsal yapının bağlantı telleri olan hukukun üstünlüğü; hukuk devleti; eşit ve adil yargılama; bağımsız ve tarafsız yargı yok olmaktadır. Eğitim, bilim, sanat ve kültür tümüyle siyasetin baskısı altına alınmakta; doğal ve tarihi çevrenin yağmalanması yoluna gidilmektedir. Düzensiz yapılaşma kentsel yaşamı kalitesizleştirmektedir. Sendikalar başta olmak üzere her türlü toplumsal kuruluşların ve sermaye örgütlerinin AKP destekçisi olmasına çalışılmaktadır. Özerk üniversite ve diğer bilim kurumları; bilimsel araştırma özgürlüğü; özgür medya gibi demokrasinin yaygınlaşmasını ve derinleşmesini sağlayacak kurumsal süreçler korku ortamı yaratılarak baskı altına alınmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ortak yaşama giderek daha fazla karışması, yalnız din ve inanç özgürlüğünü değil, diğer hak ve özgürlükleri de sınırlayıcı bir ağırlık kazanmaktadır. AKP sultası, özel yaşama saldırı noktasına varmış bulunmaktadır. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar hızla hiçe sayılmakta, güdümlü dış politikada Türkiye’ye düşman ülkeler yaratılmaktadır. ??? Niteliği gereği geleceğe değil, geçmişe bakan AKP iktidarı, insanın özgürleşmesi, devletin demokratikleşmesi, toplumsal yapının kurumlaşması ve bilimsel bilginin yol göstericiliğinde gelişmesi süreçlerini tümüyle bir tarafa bırakıyor. Türkiye, bu olumsuz süreçten mutlaka kurtulmalıdır. Bir ilk adım olarak, yarın toplanacak CHP kurultayı, AKP uygulamalarını bir bütün olarak değerlendirip, aşağıda sıralanan ve kuşkusuz tartışılarak daha da geliştirilebilecek görüşleri içeren bir öneriler demetini iç ve dış kamuoyuna sunmalıdır. “Cumhuriyetin kuruluş değerleri ve çağdaş solun ana ilkelerini temel alan CHP kurultay delegeleri olarak bizler, bu gidişi onaylamayan tüm yurttaşlarımızı ve kuruluşları, aşağıdaki ilkeler çerçevesinde işbirliğine ve dayanışmaya, yurtta ve dünyada barış içinde gelişen çağdaş bir Türkiye için el ele vermeye ve Türkiye’nin kaderi AKP değildir demeye çağırıyoruz. 1. Hukukun üstünlüğü; bağımsız ve tarafsız yargı, bütün yönleriyle kurumlaşmalı ve hukuk sistemi topluma güven veren bir özellik kazanmalıdır. 2. Herkesin özel yaşamının, konutunun ve kişisel haberleşmesinin dokunulmazlığı esas olmalı; nereden gelirse gelsin bu alanlara yapılan saldırıları önleyecek yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalıdır. 3. Toplumsal geleceğimiz yönünden vazgeçilmez olan çocukların ve gençlerin yaratıcı yeteneklerini özgürlük içinde geliştirecekleri insan aklının özgürleşmesini sağlayacak bir eğitim düzeninin oluşturulması ve eğitimde bilimsel bilginin yol göstericiliği alınmalı; üniversite özerkliği ve akademik özgürlük tüm yönleriyle sağlanmalıdır. 4. Özgür basın yayın, demokrasinin ana dayanaklarından biridir. Basınyayın üzerindeki her türlü korkutucu baskının bir an önce kaldırılması ve basın çalışanlarına iş güvencesi sağlanması gerekir. 5. Sanatsal ve kültürel yaratıcılığın üzerindeki baskılar kalkmalı; hangi kişi ve çevreden gelirse gelsin sanata ve sanatçıya yönelik saldırılar kesinlikle durdurulmalıdır. 6. Merkezi ve yerel kamu yönetimleri, düşünce, siyasal görüş, cinsiyet, etnik köken, dil, din ve inanç, mezhep, ekonomik ve toplumsal durum farkı gözetmeksizin tüm kişi ve kuruluşlara eşit uzaklıkta olmalıdır. Kamu yönetim birimlerinin iç işleyişlerinin de aynı ilkelerle, uzmanlık ve hizmet kalitesi öncelikli çalışması ilke edinilmelidir. Bu bağlamda her türlü kamu ihalesinin, açıklık, eşitlik, kalite ve ucuzluk ilkesine göre yapılması sağlanmalı; kamu kaynaklarının, AKP yanlısı sermaye birikimini artırmak amacıyla ayrıcalıklı kullanılmasına kesinlikle son verilmelidir. 7. Örgütlenme özgürlüğü üzerindeki sınırlamalar demokratik ilkelere uygun olmalı; sendikalar, dernekler, meslek oda ve birlikleri üzerindeki doğrudan ve dolaylı baskılara bir an önce son verilmelidir. 8. Devletin demokratikleşmesi, siyasi partilerin demokratik bir işleyişe kavuşmasına bağlıdır. Siyasi partiler ve seçim yasaları bu doğrultuda değiştirilmeli; seçim barajı düşürülmeli; siyasetin finansmanı açık ve denetlenebilir olmalıdır. 9. Ülkenin yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklarının kullanımı, toplum yararı ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerine göre ve bu varlıkları gelecek kuşaklara aktaracak bir anlayışla programlanmalı; kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde yaşam kalitesi yükseltilmeli; tarih ve kültür varlıkları korunmalıdır. 10. Sıralanan ilke ve hedeflerin tamamlayıcısı olarak, sağlıklı bir gelişme ve ilerleme için Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü ve Avrupa Birliği’nin uluslararası sözleşmelerde yer alan hak ve özgürlükler ülkemizde eksiksiz uygulanmalıdır”. Seçeceğimiz CHP yönetiminin bu doğrultuda somut adımlar atmasını istiyoruz! Demokrasinin içi boşaltıldı Franz Josef Radermacher karanlık bir tablo çiziyor. Yıllardır sosyal ve ekolojik standartlara uyulduğu bir piyasa ekonomisi modeli için uğraş veren Radermacher, hükümetlerin yasamada küresel ekonomik gelişmenin gerisinde kaldığını ve bunun sonucunda da demokrasinin içinin boşaltıldığını şöyle anlattı: “Dünya ticaretini uluslararası sözleşmelerle düzenleyen Dünya Ticaret Örgütü’nü kurmuşuz ama teşkilatın kuralları bizi, çocukların esaret içinde ürettikleri malları satmaya zorluyor. Oysa Birleşmiş Milletler bünyesinde çocukların çalıştırılmasını yasaklayan anlaşmalara imza atmış olan da biziz. Ama ticaret anlaşmalarına göre bu malların ticaretini yapmazsak, kendimizi tahkimde buluyoruz. Bu mantık çizgisinde dünyamız aslında kimsenin arzulamadığı şeylere sahne oluyor.” Ulm Üniversitesi öğretim üyelerinden Profesör Franz Josef Radermacher bu konuda, “Bu noktada milli demokrasilerin savunma gücü kalmamıştı. Küresel açıdan makul olanı kararlaştırma iradesi de yoktu. Herkes küreselleşmenin kendilerinden teğet geçmesinden endişeliydi. Dünya ekonomisinden tecrit olmaktan korkuluyordu. Sonunda en iyi ikinci çözümde karar kılındı. En iyi çözümü, yani insan onuruna uygun küresel ekonomik düzene geçilmesini hiçbirimiz tartışmak istemedik” dedi. İnsanca bir dünya Ok yaydan fırlayınca asgari standartlar koymak zorlaştı. Eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan 1999’da özel sektöre asgari birtakım prensipler getirmek üzere “Küresel İlkeler Sözleşmesi” (Global Compact) adı altında bir girişimde bulundu. Fransa’da öğretim üyeliği yapan sosyolog Julia Rohloff , Annan’ın aynı zamanda değişime dinamizm kazandırmak için bu öneri Teğet geçme endişesi 1980’li ve 90’lı yıllarda liberalleşme başladığında Batılı demokrasiler, bir daha kontrol altına alamayacakları bir gelişmeyi hızlandırdıklarını fark edememişler miydi? Aynı zamanda Club of Rome üyesi de olan İktisat ahlakı dersleri veren Profesör Küreselleşmeyi daha Michael Asslaender, “Küresel İlkeler sosyal ve çevreyle uyumSözleşmesi”ne katılışın isteğe bağlı lu hale getirmeyi amaçkılınmasında kasıt olabileceğini belirtti. layan Küresel İlkeler SözAsslander, “Bu gelişmeyi bütün leşmesi’ne binlerce kuAvrupa’da gözlemlemek mümkün. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Yeşil ruluş destek veriyor ama Kitabı’nda özel şirketlerin sosyal sözleşmenin katılanlar açısorumluluğundan söz ediliyor. sından bağlayıcılığı yok. Ancak ekolojik ve sosyal esaslara Sadece niyet açıklamasınuyulması isteğe bırakılıyor. Ama da bulunmak yetiyor. Böykomisyon bunu, ek harcamalardan le olunca da kontrol ve yapkurtulmak ve boşluğu özel şirketlere tırım mekanizmaları işletidoldurtmak için de yapmış olabilir” lemiyor. 2010’da sözleşmediye konuştu. Ekonomik liberalleşme olmasaydı Çin ve yi bu zaaflarından dolayı eleşHindistan gibi ülkeler bugünkü tiren Birleşmiş Milletler teşkigelişmişlik düzeyine erişemezdi. latı bile kendi inisiyatifine güAncak her iki ülkedeki zenginvenemiyor. Güven yok Ekonomik vicdan noksan fakir farkı dünyanın başka hiçbir yerinde yok. Büyük Ortadoğu panoramasına İsrail, genelde, “Siyonistemperyalist” vb. sıfatlarla nitelenip, iç çelişkileri, dinamikleri ihmal edilerek ekleniyor. Bir ülkenin dış politika refleksleri, o ülkenin içinde yaşananlardan soyutlanarak açıklanamaz. Bir süredir Filistin sorunu arka plana itilmiş durumda, ama İsrail’in içinde yaşanan kimi gelişmelere yakından bakmak bence giderek önem kazanıyor. Bakınca da karşımıza, Büyük Ortadoğu panoramasından çok da farklı olmayan, çelişkilerle, çatışmalarla dolu bir kargaşa, dağılma görüntüsü çıkıyor. Aslında bu çelişkileri ve çatışmaları irdelemeye mayıs ayında yaşananlardan başlamak gerekir, ama gelin önce geçen haftanın çarpıcı olaylarına bakalım. İki ucu kirli çomak... İsrail’in kuruluşu sırasında, o zaman ufak bir azınlık oluşturan radikal dinci kesime, din eğitimine devam ettikleri takdirde askerlik hizmetinden muaf tutulacaklarına ilişkin bir imtiyaz verilmişti. Bu durumun değişmesine ilişkin tartışmalar geçen hafta, hükümetin bu yönde adım atmaya hazırlanmasına bağlı olarak yeniden alevlendi. Bu sorun, Ortadoğu ülkelerinin doğasına yakışır biçimde, iki ucu pis bir çomağa benziyor. Bir tarafta, ortada askerlik hizmetini zorunlu olarak yapmak durumunda olan Eşkenazi (seküler) İsrailliler açısından büyük bir haksızlık var. Askere giden iki yıl işinden gücünden uzak kalıyor, gelir kaybediyor. Halbuki dini eğitim yapan Yaşiva (Tevrat okuma okulları) öğrencileri, din adına kendilerini böyle bir sıkıntıdan kurtarmış oluyorlar, savaş çıktığında, cephede savaşmak yerine evde oturuyor olmak da cabası. Başlangıçta, 1848’de ufak bir azınlık olan bu kesim, bu gün askerlik çağındaki erkek nüfusunun yüzde 10’unu oluşturuyor. Bu konuda bir şey yapmak gerekiyor. Başbakan Netanyahu da yapmaya kararlı olduğunu iddia ediyor. Ancak bu çomağın öbür ucunda bir başka sorun var. Yedioth Ahranot yorumcularından Ariel Rubinstein’in işaret ettiği gibi “Seküler Siyonistler İsrail toplumu üzerindeki etkilerini kaybetmekten korkuyorlar”. Orduya gönüllü olarak katılmış Yaşiva öğrencilerinin, ordu içindeki tutumları bu korkuyu daha da arttırıyor. Bunlar çeşitli dini isimler altında özel birliklerde örgütleniyor, kadınlarla aynı mekânları paylaşmıyorlar. Böylece ordu ikili bir yapı kazanıyor. Aynı gazeteden, Merav Betito’nun vurguladığı gibi, İsrail ordusunun bu ikili yapıyı kaldırması olanaksız. Çünkü bu ikili yapı aynı zamanda ikili sadakat anlamına geliyor. Bu birliklerin fiilen iki başkomutanı oluyor. Biri ordu içindeki komutan, diğeri de bu birliği oluşturan askerlerin geldiği okulun dini lideri. Netanyahu, Yaşiva öğrencilerinin ayrıcalıklarını kaldırırsa ordunun içine bu “Nil Nehri’nden Fırat Nehri’ne kadar kutsal topraklar” ilkesini savunan fanatiklerden on binlercesi dolacak. Her biri kendi birliğini istediğinden, “İsrail ordusu adeta bir milisler toplamına dönüşmeye başlayacak” (Haaretz, 12/07/2012). Birçok yorumcu, bu dönüşümün ordu içinde olası bir isyanın tohumlarını attığını savunuyor (Sherwood, Etzion, The Guardian, 11/07/2012). Bu Sırada İsrail’de... Netanyahu’nun hükümetince atanan Levi Komisyonu’nun geçen hafta açıkladığı esas olarak “işgal edilmiş topraklar diye bir şey yoktur” anlamına gelen kararı, orduyu dinci fanatiklerle dolduracak gelişmelere daha da korkutucu bir boyut ekliyor. Komisyonun bu kararı, 45 yıllık tarihi yok sayarak, uluslararası kararlara, kamuoyunun algısına ters düşüyor. Batı İşgal mi? Yok öyle bir şey... olanaksızlaştırıyor. Böyle “abuk sabuk” bir kararın, bunu dayatacak dinci fanatiklerden oluşan bir ordu projesinin, Filistin tarafında yeni bir intifada, yeni bir savaştan başka yol kalmadığını düşünenlerin elini güçlendirmesi kaçınılmaz, hele bölgedeki Müslüman Kardeşler ve Selefi akımların yükseldiği bir dönemde... The Times of Israel’de yazan Sarah Hirschhorn’a göre, “Bu adım 1967’de atılsaydı, Filistin halkı açısından bir felaket anlamına gelirdi ama, İsrail açısından bir mantığı olabilirdi. Bugün 180 yerleşim bölgesi, dört savaştan sonra artık, İsrail halkını, arzuladığı uluslararası normalleşme ve çözümden daha da uzaklaştırmaktan, İsrail devletini, rüyasını tehlikeye atmaktan başka bir anlam ifade etmiyor”. “İsrail devletini ve rüyasını tehlikeye atan” başka, adeta tarihin “ironisi” olarak görülebilecek gelişmeler de var. Yahudiler tarihleri boyunca, ırkçılığa, yerel halkın düşmanlığına, pogromlara, sınır dışı edilmelere katlanmak durumunda kaldılar, daha “dün” bir soykırıma uğradılar, ama sonra da, nihayet bir ülke ve devlet sahibi oldular. “Bugün”, İsrail halkından yaklaşık bin kişilik bir grup, 23 Mayıs günü Tel Aviv’in Hatika Meydanı ve mahallesinde toplanıp Afrikalı sığınmacılar aleyhine sloganlar attılar, yoldan geçen Afrikalılara saldırdılar, Afrikalıların işlettikleri dükkânların ve hatta bir de bir berber dükkânının (Chaplin’in filmini anımsıyor musunuz?) camekânları kırıp içindekileri Şeria’da yasadışı olarak kurulmaya devam eden yerleşimleri yasallaştırmanın ötesinde, Batı Şeria’daki Filistin halkının yaşadığı alanları küçük parçalara bölen “C Bölgesi”ni doğrudan İsrail’e katarak, Filistin devleti projesini yağmalamışlar, adeta küçük bir Kristallnacht yaratmışlar. Göstericiler “Sudanlılar sınır dışına” sloganları atarken, iktidardaki koalisyonun Likud Partisi’nden Miri Legev, kalabalığa yaptığı konuşmada Goebbels’in hezeyanlarını anımsatır bir biçimde “Sudanlılar bedenimizde bir kanserdir” diye bağırıyormuş. İçişleri Bakanı Eli Yishai, “Sudanlıların topluca tutuklanarak sınır dışı edilmesi gerektiğini” söylemiş. Başsavcı Yehuda Weinstein “Bu önerinin gerçekleşmesinin önünde yasal bir engel olmadığını” açıklamış (Haaretz 24/05/2012). On Haziran tarihli Haaretz, hükümetin Sudanlıları topluca sınır dışı etmek için tutuklamaya başladığını aktarıyordu. Yishai “bu, göçmenlerden arındırılmış bir İsrail yaratma yolunda (Nihai çözüm? E.Y) ilk adımdır” diyormuş. Ancak İsrail halkının geleceği açısından tümüyle kötümser olmamak için kimi nedenler de var. Haaretz’in aktardığına göre, aynı gün göçmenlerden ve İsraillilerden oluşan kalabalık bir grup sığınmacılara yönelik yasaları ve saldırıları “Sudanlılar kanser değildir”, “Biz ajan değiliz göçmeniz” sloganlarıyla protesto ediyormuş. Bir başka umut verici gelişme de şu: İsrail’de de ABD ve Avrupa’dakilere benzeyen bir haklar hareketi (J14) var. Geçen ay bu hareketin sembolik lideri Daphne Leef ve 85 kişi tutuklandığında, sokaklar binlerce protestocuyla dolmuş. “Denizden, Ürdün’e kadar herkese demokrasi”, sloganlarıyla yürüyen 10 bin kişinin içinde “işgale son” sloganı ve pankartları da dikkat çekiyormuş. Daha kısa dönemde bir anlamı olacak gelişme de Eski Başbakan Olmert’in yolsuzluk davasının geçen hafta düşmesi, siyasete dönme olasılığının belirmesi. Gözlemciler, bu koşullarda Netanyahu hükümetinden kurtularak, daha merkezde bir koalisyon oluşturmak, barış sürecini yeniden başlatmak söz konusu olabilir diyorlar (Christian Science Monitor, Yedioth Ahranot 12/07/2102). C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle