19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 HAZİRAN 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Teokrasi, Demokrasi ve ‘Kadı’krasi’... Var Olanı Aramak BÜYÜK pehlivanlar yine kolları sıvayıp peşreve başladılar, kapışacaklar. İktidarın başı, “kucaklaşmaya geliyorum” diyerek Güneydoğu’ya gitti; sanki erkek erkeğe kucaklaşıp tıraş olmamış yüzlerle şapur şupur öpüşmeden sorun çözmeye gidilmezmiş gibi. Muhalefetin başı da, her zaman yaptığı gibi önce öbürünün dediklerini dinleyip laf yetiştirdikten sonra, “konuşmak istiyorum” ricasıyla buluşma sözü aldı ondan; sanki zıt ideolojili değişik yaklaşımlardan kalkarak sağlam çözüme varılabilirmiş gibi. Neymiş, her ikisine göre, “analar ağlamasın”mış. Biri, yakın geçmişte yanlış açılımlarla sorunu çıkmaz yollara çekip büsbütün çözülmezleştirdiğini unutarak. Öbürü de, küllenmiş bir Dersim sorununu yeniden ısıtmakla, özde çözüm anahtarına sahip olan kendi partisini içten yaralayarak. Milletin anasını asıl ağlatan, şimdiki bu ilkesiz ve beceriksiz siyasal kadroların iki yanlı yetersizliği olmadı mı? ir lahza durup bugünün gereksiz ve sonuçsuz güreşini yaratan temel yanlış üzerine azıcık kafa yormak gerekiyor: Aranıp da bir türlü bulunamadığı için insanları birbirine düşürerek zaman ve can kaybına yol açan nedir? “Kürt sorunu”, “terör belası” gibi bin türlü değişik adla anıldığı için zihinleri iyice karıştıran sorunun çözüm anahtarı sahiden yok mu? Zaten var olan anahtarı boş yere arayıp durmak yüzünden perişan olmak, tarihin derinliklerinden gelen bunca birikimi, deneyimi ve hiç kuşkusuz iyi yetişmiş yüz binlerce insanı olması gereken yetmiş beş milyonluk koskoca bir ulusa yakışıyor mu? vet anahtar, ulus ve onun siyasal kurumu olan ulusdevlettir. Cumhuriyetçi anayasa sistemimizin özünü oluşturan bu iki kavramı ciddiye almaz, gereklerini yerine getirmez, vatandaşları dil, ırk, din, mezhep farkı gözetmeksizin aynı ulusun gerçekten eşit bireyleri saymaz ve ayrımcılık güden yöneticileri zamanında cezalandırmazsanız, demokrasi, parlamenter sistem ve hele tarikatçılık bulaşmış başkanlık deneyimleriniz hep başarısız kalmaya mahkumdur. Kültürel farklılıkları, bireysel özgürlükler olarak korumak yerine siyasal oluşumların temeli durumuna getirmek ise, bu coğrafyada ve böyle bir toplumda siyasal cinayet, hatta intihar demektir. Son yıllarda modern demokrasilerin dayandığı yasama, yürütme ve yargılama üçlüsüne eklenen medya, öylesine güçlendi ki medyayı denetleyen, ülkeyi yönetir oldu. Kimin adına? Daha önce rastlamadığım için “Medyakrasi” diyemiyorum. OsmanlıFrenk kırması bir “Kadı’krasi” demek geliyor dilimin ucuna; ne dersiniz?.. Bozkurt GÜVENÇ öneten ile yönetilenler arasındaki ilişkiler evrensel bir sorundur. “İlkel ve yalın” toplumlardaki güçlü yöneticilerin toplam yetkileri zamanla ayrılmış ama soruna çözüm bulunamamıştır. İlkellerdeki “her derde deva hekim”in yerini, küçük yerleşiklerde muhtarlar almıştı. Hâkimiyeti Milliye (halk egemenliği) olarak bilinen cumhuriyetlerde (republic) yönetim hakkı halkındır. Temsilciler bu hakkı halk adına kullanırlar. Çağdaş demokrasinin Atina Cumhuriyeti’nden geldiği söylense de Atina Cumhuriyeti, bugünkü anlamda “demokratik” değildi. Elen kentlerinde 5 sınıf halk vardı: Aristos (soylu seçkinler), Klerikos (rahipler), Demos (orta sınıf), Yorgos (rençberler) ve Laikos (yurttaş bile sayılmayan kadın, çolukçocuk, yaşlı, yoksul ve köleler). Devleti, Aristos ya da Demos yönetir, Klerikos iktidarda olana hizmet ederdi. Yönetim değişikliği kanlı çatışmalara yol açtığı için, Solon ünlü yasalarıyla yönetimi düzene sokmaya çalışmıştı. Roma İmparatorluğu’nda egemenlik senato ile imparator arasında paylaşılmıştı. Güçlü imparator kendisini Tanrı Y Cumhuriyetten demokrasiye ilan edebilirdi. İki yüzyıllık PaxRomana (Roma Barışı) bu yönetim düzeniyle sağlanmıştı. Tarsuslu Aziz Paul’ün yaydığı Hıristiyanlık inancı Roma düzenini yıktı, ülkeyi Tanrı Hz. İsa adına rahipler yönetti. Ortaçağ boyunca Bizans imparatorları yetkilerini kilise ile paylaştı. Doğu ve Batı Roma, Tanrı adına, Tanrı’nın “on emri” ile yönetildi, İslam devleti bir din olarak doğdu. Hz. Muhammet, halife ve onların atadığı sultanlar tarafından, şuralarla yönetildi. Rönesans, Dante ve Machiavelli ile teokratik monarşiyi sarstı ama onun yerini alamadı. “Devlet Ben’im” diyen Güneş krallar, merkezi yönetimi, kilise ile; kutsal imparatorlar, feodal (töre) beylerinden aldıkları güçlerini kilise yöneticileriyle paylaştılar. B Yönetim biçimleri Sanayi Devrimi’yle başlayan yakın çağların yıktığı imparatorluklardan ulusal devletler doğdu. Bizans’a son veren Osmanlı, bir ortaçağ devleti olarak 600 yıl yaşadı. Halifelerin atadığı sultanlar ve padişahlar, mülkün asıl sahibi Allah’ın gölgesi olarak şeyhülislam ile birlikte yönettiler İslam dünyasını. İslamın birlik ilkesi kuruluşta feodaliteye izin vermedi. Allah, peygamber, halife, devlet ve padişah birdi. Dilimize derebeyi olarak yerleşen “törebeyleri” ayanlar, devletin son yüzyılında ortaya çıktı. Eyalet ve illerde merkezi yönetimin atadığı vali, kumandan, kaymakam ve yönetim yetkilerini elinde toplayan güçlü kadılar vardı. Osmanlılar kadılardan yılar: “Davacın kadı ise Allah yardımcın olsun” veya “Anamı taciz eden kadı; kimi kime şikâyet edeyim?” derlerdi. Çin hanedanları, ülkeyi sınavlardan geçip gelen aydın bürokratlarla yönettiler. Budha, Konfüçyus, Lao Tze gücünü tanrılardan almayan dinlerin kurucuları oldular. Dervrimci Mao, “Herkesi yendim Konfüçyus’u aşamadım” demişti. Stalin, kilisedeki Hz. İsa’nın yerini aldı, Rusya’yı Politbüro’nun emrindeki “şuralar” adı verilen bürokrasiyle yönetti. Sosyal demokrat Erich Fromm, bürokrasiyi kapitalizm ve sosyalizmin ortak sorunu olarak görmüştü... Özetle eski çağlardan yakın çağlara doğru başlıca yönetim biçimleri: Tanrı adına Teokrasi, halk adına Demokrasi, güçlü iktidarlar adına Bürokrasi, ekonomiteknoloji adına Teknokrasi olmuştur. Son yıllarda modern demokrasilerin dayandığı yasama, yürütme ve yargılama üçlüsüne eklenen medya, öylesine güçlendi ki medyayı denetleyen, ülkeyi yönetir oldu. Kimin adına? Daha önce rastlamadığım için “Medyakrasi” diyemiyorum. OsmanlıFrenk kırması bir “Kadı’krasi” demek geliyor dilimin ucuna; ne dersiniz?.. Bu ülkede hukukçu olmak (2) Prof. Dr. Erdener Yurtcan İstanbul Üniversitesi Ü E Bir Siyasal Felsefi İntermezzo H. İbrahim TÜRKDOĞAN D uvara karşı yazdığımın farkındayım. Thomas Mann: “Alman halkı kültürsüzlüğe ve kabalığa tapan bir halktır.” Bu analizinden sonra kaba yığınların ülkesini terk eder ve 1939’da Amerika’ya kaçar. Fazıl Say: “Türkiye’de yaşanan çağ, kül türün yok edilme çağıdır.” Yerindedir, doğrudur. Sosyolojik olgudur. Kültürü yok edilen yığınların ülkesini terk etmek zorunda kalırsa, eder ve gerekirse Japonya’ya kaçar. İki ayrı ülkenin iki ayrı insanı, iki ayrı zaman biriminde bu tümceleri ifade etmişlerdir. Nedir iki halkı birleştiren: Ruh sal kabalık. Mann, bu dünyadan göçeli çok oldu. Fazıl Say henüz ayakta. Sanatsal yaratıcılığının önemli devrelerini kaydederken sosyal ve siyasal yaşamın da tam içinde yerini almaktadır. Duvara karşı yazdığımın farkındayım. Dönemin faşizan Alman halkı elinden gel seydi Mann’ı linç edecekti. Mann kaçtı, “kovuldu”. Kovulmak. Kavramlar ve sözcükler bazen söylendiğinden farklı duyulur Ve Kavramlar ve sözcükler bazen duyulduğundan farklı anlaşılır. Horlanan bir birey dışlanandır. Dışlanan bir birey “kovulandır”. Platon: “Bir halkı yöneticilerinden tanırsınız.” Bu tümceyi şöyle yazsak, içeriğinde hiçbir şey değişmeyecek: Bir yöneticiyi halkından tanırsınız. Halk: “Çek git.” Yönetici: “Çek git.” Birey ne zaman halk düşmanı ilan edilir? Edebiyattan bir örnek: Kuzeyin öncü düşünür ve sanatçılarından Henrik İbsen’in “Bir Halk Düşmanı” (1882) adlı eserinin protagonisti gerici kurallar üzerine kurulu halkın bu kurallar ve geleneklerce zehirlendiğini, toplumsal ruhun kokuştuğunu ve halkın hakikatten uzaklaştığını analiz edip sesini duyurunca herkes tarafından halk düşmanı ilan edilip psikolojik açıdan linç edilir. Ancak protagonist hiç şaşırmadan ve çekinmeden yaşamda hakikati söyleyecek tek kişi de olsam susmayacağım der: “Dünyanın en güçlü insanı, tek başına kalabilendir.” Fazıl Say, Âşık Veysel’i hissetti ve hissettirdi. Bir başkası Veysel’i bu kadar otantik, bu kadar orijinale layık, uygun, makul, eşdeğerli yorumlayamadı. Yorumlayanların büyük çoğunluğu ve hatta dilim varmıyor demeye ama hepsi sıradan imitasyondur. Fazıl Say, Ömer Hayyam’ı hissetti ve hissettirdi. Bu başarısında tektir. Ekliyorum: Tanrı’yla konuşmalar tanrıtanımazlık değildir, Tanrı’yı tanımak da değildir. Bu mistik bir duygudur, ya duyulur ya duyulmaz. Nasıl demişti Wittgenstein: “Gizem, dünyaya bir bakış açısı değildir, dünyanın kendisi gizemseldir.” Felsefe ve müzik bu duyguyu verebilendir. Bu gizemsellik sadece bireyseldir, toplumsal ya da halksal değildir. Si yasallaşan ve kurumsallaşan bir din hiç değildir. Duvara karşı yazdığımın farkındayım. Halkın çıldırttığı Zerdüşt’ün filozofu şöyle demişti: “Ben bu kulaklara göre ağız değilim.” Duvarlar kırılmalıdır. İnsan ne kadar çok birey bilincine ulaşırsa, o kadar çok duvar kırılır. Bireyi düşman ilan eden yığın irrasyoneldir, us mahkemesi karşısında dinsel ve ideolojik saplantılara sarılıp düşünceyi ve sanatı ayaklarıyla ezmektedir. İbsen’in eseri çoğunlukazınlık, adaletadaletsizlik, hakikatyalan gibi toplumsal yaşamın ana konularını tartışır. Bu tartışmada birey merkezi bir önem taşır, çünkü birey toplumun temel taşıdır ve bireyler toplumu oluşturanlardır. Aşırı hor görüşlü dinsel bir çevrede doğru olanı hakikat adına söyleyen bir bireyin varoluşu daima tehlikede olmakla birlikte, onun yaratıcı gücü de daima yara alabilmektedir. İbsen’in dediği gibi: “Sıkı sıkıya birbirine kenetlenmiş, liberal ve kapalı çoğunluk hakikatin ve özgürlüğün en tehlikeli düşmanıdır.” İkiyüzlü ve bozulmuş politik bir sistem ve irrasyonel öğelerle beslenen bir toplum hakkında söylenen her söz ancak bir hakaret olarak algılanacak ve kişi lanetlenecektir. Peki, bu durumda ne yapmalı? Yığınsal kısırdöngü karşısında düşünsel gücünün sınırlarına ulaşan Einstein, bedenselliğini kullanarak bütün dünyaya dilini göstermekle bütün dünya sakinlerinin debil olduğunu en açık şekilde ifade etmiştir. Eminim bu eylem yığınlar tarafından kendilerine yapılmış bütün tarihler için geçerli en büyük hakaret olarak algılanmıştır. Türkiye’de sanat sözcüğünü, düşünce sözcüğünü ağza almak bile hakaret sayılmaktadır. Özgürlük sözcüğü ise sadece belli bir dinin belli bir mezhep özgürlüğüdür. Bir insan ne kadar çok irrasyonel ve ne kadar indirgenmiş ise o kadar da debildir. Söylenecek başka bir şey yok. lkemizin “hukuk resmini” çizmeyi sürdürüyorum. Ceza adalet sistemimizin bugün için ana konusu özel görevli ağır ceza mahkemeleridir. Buralarda süren davalar ülke gündeminin baş köşesinde. O kadar ki, açılan tüm davalarda ilk dikkati çeken nokta sanık sayısının çokluğu. Bu bile başlı başına bir güçlük. O kadar çok sanığı yargılamak ve gerçeğe ulaşmak elbette zor. Bu durum ortamı geriyor ve duruşma salonlarını gerçeği bulma değil de çekişme yerleri durumuna getiriyor. Bu mahkemelerden söz ederken ilk akla gelen tutuklama kavramı. O kadar çok tutuklu sanık bu mahkemelerde yargılanıyor ve tutukluluk süreleri de o denli uzun ki, bu noktayı aşmak büyük başarı sayılacak. Bu konuda yasama düzeyinde yapılan çalışmalardan ne yazık ki bir sonuç alınamadı. Oysa çözüm hiç de zor değil. İlkin tutuklamanın artık sağır sultanının bile duyduğu ve bildiği hukuki niteliği dikkate alınmalı ve yeni normlar getirilmelidir. Bunlar, tutuklamanın temelini sağlamlaştırmalı, ilk şart budur. Sonra, yargıçlar yasadaki sözcükleri tekrarlayarak ne tutuklama kararı ne de tutukluluğun devamına karar verebilmeliler. Bu konuda başka bir sıkıntı da şudur: Özel görevli ağır ceza mahkemelerinde bir yöntem yaratıldı. Buna “torba tutuklama” diyorum, çünkü mahkeme çok sayıda sanık için tutuklama kararı verirken ya da tutukluluğu uzatırken tek bir metin kaleme alıyor. Bu metin sanıkların tümünü kapsıyor ve yasadaki sözcükler sıralanıyor. Oysa tutuklama kişiye özgüdür ve kişinin niçin tutuklandığını bilmek hakkıdır. Adil yargılanma hakkını anayasasına yazan bu ülke bu sanıklara bu hakkı vermelidir. Bir başka konu tutuklu milletvekillerinin durumudur. Bu konudaki girişimleri tekrarlamama gerek yok. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in ve muhalefet partilerinin çabası sonuç vermedi. Nasıl versin ki. Parlamentonun bugünkü sayılsal yapısında, iktidar partisinin onayı olmadan bir yasanın noktasına ya da virgülüne dokunulamaz. Bu yalın bir gerçektir. Bu konu tartışılırken iki tez karşılıklı geldi. Muhalefet kanadı diyor ki, bu kişiler milletin seçimdeki oylarıyla TBMM’ye gelmeye hak kazandılar. Tutukluluk bunu engellememelidir. İktidarın düşüncesinin özü şöyle: Sizler bu kişilerin tutuklu olduklarını ve anayasaya göre yasama dokunulmazlığından yararlanmalarının mümkün olmadığını biliyordunuz. Ona rağmen onlara listenizde yer verdiniz. Onlar da seçildiler. Bu sorunu mahkemeler çözer. Bizim yapacağımız bir şey yoktur. Bu konuda söylenmesi gerekenler var. İlki, bu sorunu Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) değişiklik yaparak çözeceğine inanan kişilere. Bu sorun öyle çözülemezdi; anayasa değişikliği kaçınılmazdı çünkü engel anayasadan kaynaklanıyordu. İkincisi, hiçbir partiyi hedef almaksızın söylemek durumundayım. Geçmişte de aynı yol uygulandı. Hatta bazı kişilerin yargılanmaları sürerken, bu kişiler aday yapıldılar, seçildiler ve ceza davaları askıya alındı. Son günlerin güncel bir konusu ceza davalarındaki avukatlık (müdafilik) hizmetiyle ilgilidir. AKP bir yasa değişikliği teklifi ile duruşmada müdafi hazır bulunmadığında dahi yargılamaya devam edebilmeyi ve hüküm kurabilmeyi mümkün kılmak istiyor. Bu konunun doğru yorumunu yapabilmek için, konuyu biraz açmak gerekiyor. İlk belirtilmesi gereken husus şudur. Ceza davalarında müdafilik ikiye ayrılır, seçilmiş müdafilik ve atanmış müdafilik. Kısacası, sanık kendine müdafi seçer ya da seçilmiş müdafi yoksa kendisine baro kanalıyla müdafi atanır. Seçilmiş müdafi görevini yaptığı sürece, istifa ya da azil olmadıkça, müdafi atamadan söz edilemez. Bu yöntem hukuken mümkün değildir. Öte yandan seçilmiş müdafi duruşmada mazeret bildirmeksizin bulunmadığında, mahkeme yargılamayı sürdürebilir. Buna yasal bir engel yoktur. Atanmış müdafi için durum farklıdır, çünkü CMK’nin 188. maddesinde atanmış müdafinin mutlaka hazır bulunması öngörülmektedir. Oysa bu müdafiler de mazeret bildirebilmelidirler. Fakat bu yol kapalıdır. İşte AKP’nin açmak istediği yol budur. Burada çekirdek nokta, atanmış bir müdafinin mazeret bildirebilme olanağının kendisine tanınmasında yatmaktadır. Bu olanak tanındıktan sonra, iki sonuç doğar. Mazeret yoksa yargılama sürer; mazeret varsa duruşma yapılmaz. Mazeret kabul edilebilir değilse, baro atadığı müdafi için disiplin hükümlerini işletir. Kanımca konunun özüne inmeden, adil yargılanma hakkı elden gidiyor, feryatlarında haklılık yoktur. Son söz: Ülkemin hukuk resmini çizerken duvar panoları bile yetersiz kalır. Ama okuyucunun sabrını zorlamamak da kanımca uygun olur. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle