19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
25 MAYIS 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 Sanata darbeler yaratıcılığı, yeteneği ve azmi önleyemiyor Tiyatro Festivali dolu dizgin Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali dolu dizgin devam ediyor. (Tebrikler ve teşekkürler IKSV ve sevgili Dikmen Gürün) … Bu “dolu dizgin” tanımlamasına şunları katıyorum: Programın çok geniş bir yelpazeye yayılması… Farklı düşünceleri, farklı sesleri, farklı renkleri, farklı yöntemleri, farklı disiplinleri bir araya getirmesi… Tüm gösterimlerin büyük ilgi çekmesi… İzleyicilerin çoğunluğunun gençlerden oluşması… Her oyundan sonra gözlemlediğim, bir türlü birbirinden ayrılmak istemeyen, tartışma ortamını sürdüren gençlerin geleceğe ilişkin bana sonsuz umut vermesi… Kathryn Hunter son yılların bence en “büyücü oyuncusu”. Şahika Tekand, tiyatromuzda bambaşka bir yeri olan sanatçı. Yıllardır kendi oyunlarını yaratırken, özgünlüğünü, özgürlüğünü en uç noktalara zorluyor. Hep daha derine inmeye çalışıyor. En ince ayrıntılarla, adeta matematiksel hesaplarla, kılı kırk yararak, sonsuz bir disiplinle, azimle, zorlu araştırma ve çalışmayla oluşturuyor sahne üzerindeki dünyasını. Ve o dünyayla ben karşı karşıya geldiğimde, (ortaya koyduğu eseri izlediğimde) bütün o ince hesaplar, biri bin yarmalar, önceden söylenmiş tüm sözler yok olup gidiyor; sadece ruhuma seslenen bir şiir, insanlık durumuna ilişkin bir gerçek kalıyor geriye! Bu kış izlediğim “10 Adımda Unutmak” böyleydi. Şimdi izlediğim Becket’in “Oyun”u da… Yalnız bu kez bir de artı mücize vardı! İstanbul Şehir Tiyatroları’nın 15 oyuncusu, mükemmele ulaşan bir performansla karşımızdaydılar. Sıkıştıkları alanda kusursuzdular! Müthiştiler! Tam da ait oldukları kurum hükümet başının gazabına, öfkesine uğramışken! Tam da “Siz kimsiniz?” diye aşağılanırlarken! Tam da bir günden ertesi güne aidiyetlerini kaybetmiş durumdayken! Helal olsun çocuklar size! Şu dönemde böyle bir oyun çıkardınız ya! Hepinize helal olsun! [email protected] Ben, Sen, Hoşgörü ve ‘Öteki’ (1) Toplum olarak, kavramları kullanma bağlamında cimri olduğumuz söylenemez. Hele “entelektüel olma” ayrıcalığını her fırsatta vurgulamak peşinde olanlarımız için bu durum özellikle geçerlidir. Yeni ortaya çıkan kavramlar ve deyişler, böylelerinin arasında inanılmaz hızla bir modaya dönüşür ve kullanım yoğunluğuna erişir. Bunun sonucunda bu türden “yeni”leri, içerikleri üzerinde yeterince düşünmeden kullanma hızımızın vardığı doruklarda yine inanılmaz bir hızla eskitiriz. Bu noktadan sonra böyle kavramların yazgısı, artık serseri mayınlar gibi ortalıkta dolaşmaktır. Neredeyse her sözüne, “Benim felsefeme göre …” diye başlayan, ama felsefenin F’sinden habersiz “entelektüeller”, herhalde hiçbirimizin yabancısı değildir. Sanat konularında bazen bir cümlede birkaç kez “avangart” sözcüğünü kullandıktan sonra, “Burada ne bakımdan ‘öncü’ bir durumdan söz ediyorsunuz?” sorusuna, “Ne öncüsü?” gibi bir karşı soru ile yanıt verenlere rastlama olasılığımız da hiç düşük sayılmaz. Ama bunlar, gerçi gülünç, acınası, fakat görece olarak “tehlikesiz” cehalet durumlarıdır. Buna karşılık öyle kavramlar vardır ki, onları bilir bilmez kullanmak, çoğu zaman el yakabilir. Dahası, öldürücü bile olabilir! Tıpkı, son zamanlarımızın düşünsel gözdesi olan “öteki” ve “ötekileştirme” ile bunların peşine taktığımız “hoşgörü” kavramları gibi. Aslında her üçünün de amacı, insanı insan kılan bütün değerlerin ve niteliklerin can düşmanı olan “ayrımcılık” ile savaşmak, düşünce ve uygulama düzleminde dikkatleri bu korkunç olguya yeterince çekmektir. Peki bizler, ülkemizde bu kavramları her zaman bu anlamda ve bu amaçla kullandığımızdan gerçekten emin olabilir miyiz? Yoksa, bu alandaki belli bir bilgi eksikliğinden ötürü, “öteki”,“ötekileştirme” ve “hoşgörü” derken, yeni “ötekileştirmelere” zemin hazırlamamız gibi bir tehlike de var mı? Hele hele, “ötekileştirme”nin bir çözümü olarak “öteki”ne “hoşgörü” ile bakmayı çare yerine önerdiğimizde, bunun en somut sonuçlarından birinin karşımızdakinin ötekiliğini “pekiştirmek” olacağının farkında mıyız? Çünkü hoşgörü nedir? Karşımdakinin benim benimseyemeyeceğim, hatta belki de bana ters gelen bazı nitelikleri vardır ve ben onları kendime göre değil, ama karşımdakinin kişiliğine göre değerlendirmek ve anlamak için çaba harcayacağım yerde, “bağışlamak” yoluna giderim. Karşımdakini “anlamak” yerine onu “bağışlamak” – bu “bağışlama” hakkı kendime, karşımdakinin kişiliğini yeterince değerlendirerek değil, fakat sırf ben “ben” olduğum için tanıdığım bir hak değil midir? Ve ancak bir suç ya da kusur bağışlanabileceğine göre, karşımdakinin kendi kişiliğinden kaynaklanan niteliklerini suç ya da kusur sayma hakkını bana kim vermiş olabilir? Başka deyişle, onu hoşgörmeye nasıl cüret edebilirim? Kulağa ne kadar sert gelirse gelsin, bu yapısıyla hoşgörü, yüce gönüllülük falan değil, ancak “hoşgörülen”in kişiliğine yönelik bir “cinayet aracı” olabilir. Ötekileştirmeyi önleme amacını veya niyetini böylesine karanlık olabilecek bir kavram temeline yerleştirmenin olası sonuçları üzerinde haftaya duracağım. ‘Oyun’la gelen mucize Genç ve engelsiz ‘Orfeo’ Fransa’dan gelen Theatre Vational de Chaillot’nun “Orfeo”su; ünlü mitolojik karakteri, geçmişle gelecek arasında, gerçekle düşler arasına yerleştiriyordu… Sahnedeki 16 dansçı, (içlerinden biri engelli sanatçı, tek bacaklı bir dansçı) vokalist ve müzisyen, rolden role girerek farklı disiplinler arasından müthiş bir bütünlük sağlıyordu. Müziği, dansı, sesi, sözü, plastik sanatları harmanlıyordu. Dominique Hervieu ve José Montalvo’nun koreografisi, klasik baleden modern dansa, Afrika steplerinden “Break” dansa dallanıp budaklanıyordu. Müzik, baroktan hip hop’a, sambaya, rumbaya uzanmıştı. Sahnenin en arkasındaki beyaz perdeye cennete, cehenneme dönüşebilen bir Paris, resim tarihinin Orfeo’ya ilişkin tabloları ve sahnedeki dansçıların dev video kayıtları yansıyordu. Görüntü bombardımanı, tempo ve ritim bombardımanı, müzik ve insan sesi bombardımanı, engelli ve engelsiz sanatçıların devinim ustalığı… Bunların arasındaki sarsıcı ilişki ve bütünlük… Finalde salon alkıştan inliyordu! Özgür ve özgün “Hamlet” Bu yıl ekonomik nedenlerle (ya da destekçilerin tiyatroya üvey evlat tavrı takınması, önemini kavramaması nedeniyle) yurtdışından gelen prodüksiyonlar sayıca azaldı. Ama bence hepsi dört dörtlüktü. Berlin Schaubühne’nin sunduğu, Atina Festivali ve Avignon Festivali ortak yapımı “Hamlet”, çağdaş tiyatronun “altın yönetmeni” diye bilinen Thomas Ostermeier’in eseriydi. Yönetmen, Shakespeare’in metnini altüst etmiş, güncelleştirmiş, oyuncuları altıya indirmiş, “oyun” düşüncesini ve yöntemini sonuna dek zorlamıştı… “Oyun oynamaktan” başlayarak, “gerçeklik delilik” arasında, gelişmiş teknolojiyle ilkel araçlar arasında gidip gelerek groteske ulaşan bir çizgide eşsiz bir şölen yaratmıştı. Farklı bakış açısıyla, eğlendiriciydi, uçarıydı, yaratıcıydı, eleştireldi, düşündürücüydü. Özgür ve özgün bir “Hamlet” olarak niteliğim bu prodüksiyona getirebileceğim tek eleştiri, zaman zaman kimi sahnelerin uzaması ve sarkmasıydı. ‘Kafka’nın Maymunu’ Kafka’nın büyücü oyuncusu İngiltere’nin Young Vic Tiyatrosu’ndan iz lediğimiz “Kafka’nın Maymunu” tam bir oyuncu ziyafetiydi. Kathryn Hunter mükemmeldi. Sesiyle, yüzüyle, bakışlarıyla, tüm bedeniyle, elleriyle, kollarıyla, yürüyüşüyle, hareket ediş biçimiyle, saçının her teliyle oynuyordu. Kathryn Hunter, hatırlayarak oynuyordu. Unutarak oynuyordu. Akademi üyelerine konferans verirken, bir zamanlar maymun olduğunu anımsıyordu. Ama şimdi rapor verdiğine göre, insanlığını vurgulayıp maymunluğunu unutarak oynuyordu. Kafka’nın “Akademi İçin Bir Rapor” oyununu 1982’de Avignon Festivali’nde Victoria Gassman’dan izlemiştim. O da harikaydı. Ama o insan olarak oynuyordu. Maymun olarak değil! 65. UĞUR HÜKÜM CANNES FİLM FESTİVALİ’NDE LATİN AMERİKA DİNAMİZMİ CANNES Gerek resmi seçmelerde gerek paralel bölümlerde çok sayıda Latin Amerika kökenli filmin varlığı sinemanın bu kıtadaki yerini göstermesi açısından çok anlamlı. Yarışmada yer alan Brezilyalı Walter Salles’ten sonra çarşamba akşamı izlediğimiz Meksikalı Carlos Reygadas’ın (1971) “Post Tenebras Lux”u, yarışma dışı gösterilen ancak ilk film olduğu için Altın Kamera’ya aday Arjantinli Gonzalo Tobal’ın (1981) “Villegas”ı, Belirli Bir Bakış’ta (BBB) yer alan 4 film ve diğer bölümlerde toplam 12 film bu dinamizmi yeterince yansıtıyor. Reygadas’ın 4. filmi “Post Tenebras Lux”unu açıkçası çok merak Yükselen Latin Sineması ediyorduk. Sanatçının gerçeküstücü yanını bir kenara bırakacak olursak, her filminde içsel şiddeti rahatsız edici bir ustalıkla vermesiyle Haneke’ye, doğayla olan ilişkilerinden ötürü çevreci, natürist ve pastoral birtakım yeni sinemacılara yaklaştırabiliriz. Ancak onun temel özgünlüğü radikal siyasi yaklaşımı ve kışkırtıcı bir üslupla sınıf ilişkileri, toplumsal farklılıkların üstüne gidişinde yatıyor. Öte yandan hâlâ anlayamadığımız ve etrafımızda da tam anlayabilmiş tek kimse bulamadığımız son eseri sinema sanatı açısından bize ciddi bir haz verdi. Bizce ikincil ödüllere rahatlıkla aday olabilir. 2002’de “Japon” ile Altın Kamera Mansiyon, 2007’de “Silent Light” ile Jüri Özel Ödülü alan Reygadas’ı 2005 yapımı “Battle in Heaven” ile tanıyıp çok etkilenmiştik. İrdeleyen ve yadırgatan bakışıyla sinemaya taze oksijen taşıyan aykırı sinemacılardan biri oldu. Juan ve ailesi büyük şehirden uzaklaşarak kırsal alana yerleşir. Fakat aralarında yaşayanlar onları na Post Tenebras Lux sıl algılamaktadırlar? Aslında çoluk çocuk beraberlerinde getirdikleri dünya içine girdikleri toplumla nereye kadar bağdaşmaktadır? Juan ve eşinin gayretleri aradıkları huzur ve tatmini bulmak için yeterli midir? İlginç bir kamera tekniği, oldukça orijinal bir senaryo ve kurguyla ortaya gerçekten kayda değer bir sinema çıkmış. Prim olarak da çocukların oyunu, hayal gücü ve büyüklerin kâbuslarını ekleyebilirsiniz. “Devrimden Önce”, “Konformist”, “Örümceğin Stratejisi”, “Paris’te Son Tango”, “1900”, “Ay” gibi başeserlerin yaratıcısı Bernardo Bertolucci 2003’te yaptığı “Düşler, Tutkular ve Suçlar”dan beri üretmiyordu. Geçen yıl Onur Altın Palmiyesi ile taltif edilen büyük sanatçı bu yıl yeni bir filmle, “Io e Te/Ben ve Sen” ile festivalin yarışma dışın Bir başka Latin da ağırlandı. Diğer son filmlerinde olduğu gibi gençliğe eğilen yönetmen, Niccolo Amminiti’nin aynı ismi taşıyan romanından uyarladığı filminde eski günlerine yakın bir lezzet ve kalite yakalamayı başarmış. 14 yaşındaki Lorenzo fazla içine dönük bir çocuktur. Gençliğe geçişin tipik sorunlarının ötesinde düşünceleri vardır. Sınıfıyla birlikte kış sporları tatiline gitmek yerine zekice bir hazırlık ve düzenlemeyle evlerinin mahzenine yerleşir. Ancak tesadüfen babasının ilk eşinden olma ablası Olivia’ya yakalanır. Ablası da farklı nedenlerle Lorenzo’nun mahzenine sığınır. Bu gönüllü tutukluluk iki kardeş için yepyeni bir başlangıcın habercisi olacaktır. Tekerlekli iskemleyle yaşamak zorunda olan 71 yaşındaki Bertollucci duygusal ve iyimser bir filmle sinemaya dönüş yaptı. Dileriz ki, arkası gelir. ‘O grup’ siz olun ? Kültür Servisi Babajım ve Radyo Eksen işbirliğiyle düzenlenen “2. Be ‘The Band’ Müzik Yarışması” başlıyor. 6 adet özgün şarkılarının demo kayıtlarını ve amatör çekilmiş 5 dakikalık canlı performans görüntülerini hazır eden gruplar, 1 Haziran – 31 Ağustos tarihleri arasında turkcellmuzik.com/betheband internet adresinden başvurularını yapabilecek. En beğenilen 10 grupla yapılacak olan karşılıklı mülakatlar sonucu finale kalacak üç grup 28 Kasım’da Babylon’da gerçekleşecek final gecesinde konser verecek ve kazanan grup aynı gece burada açıklanacak. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle