17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 MAYIS 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ekonomik Büyüme ve Gerçekler Karanlıktan Çıkış TÜNELİN ucu göründü; hiç kuşkunuz olmasın, bu iktidar ilk genel seçimle gidicidir. Anamuhalefet çok başarılı olduğu için değil, Sayın Başbakan’la çevresi ölçüyü kaçırdıkları için. Mutlak iktidar sahibi olmanın başdöndürücülüğü, özellikle hizmet başarılarıyla kazanılmış olabilecek iktidar oylarının da canına okumuş gibidir. Başka türlü söylemek gerekirse, şu iyi bilinmeli ki “Meclis’te yeterli oy desteğimiz var, muhalefet edebilecek yazılı, sözlü ve görüntülü medyayı çeşitli yollarla sindirip etkisizleştirdik” diyerek her şeyi fütursuzca yapabilir duruma gelmenin rahatlığı pek tekin bir rahatlık sayılmaz, insanı ister istemez feci yanlışlara sürükler. Uyarıcı bir muhalefetin varlığı, aşırılıkları sınırlayıcı bir hukuk sisteminin işleyişi, yandaş medyanın yanıltıcı pohpohunu dengeleyen uyanık bir medyanın doğruculuğu, genellikle sanılanın aksine, iktidarların başarısını önleyen engeller değil, yöneticileri gerçek engellerin tuzağına düşmekten koruyan frenler sayılmalıydı. Ama, öyle olmadı ve bu yararlı frenlere karşı akıl almaz bir dışlama, suçlama ve hedef gösterme kampanyası yürütüldü. lçüyü kaçırmış iktidarın karşısında bir de etkili ve umut verici anamuhalefet çalışması olsaydı, tünel sonundaki ışık çok daha önce görünürdü. Ama, olmadı. Çünkü, “Muhalefetin görevi iktidara muhalefet etmektir” diye özetlenen ve siyasal demokrasinin beşiği İngiltere’de oluştuğu söylenen ünlü kural hep kısır tutumlara sürükledi politikacılarımızı. “Gölge hükümeti” bile olmayan donatımsız bir muhalefet, sabah başbakanın nutkunu dinleyip öğle sonrası onun söylediklerine yemekten kalma söz kırıntılarıyla laf yetiştirmekten ibaret mi kalmalıydı? Öylesi, bir KaragözHacıvat diyaloğu olarak eğlenceli bulunabilir ama, pek verimli sayılamaz. Anamuhalefet, küçük tartışmaların dokunduruşlarıyla değil, öngördüğü kendi iktidar dönemine ilişkin düşüncelerin program üretkenliğiyle ölçülebilmeli. ürk demokrasi tarihinde bu açıdan başarılı sayılabilecek tek muhalefet, 19501960 iktidarına karşı yürütülüp sonrasının siyasal ve ekonomik politikalarını doğuran “İlk Hedefler” muhalefeti olmuştur. Gelecek yazıyla o döneme kısaca yeniden bakmak, bugünün çıkmazlarından çıkışta yararlı olabilir belki. Türkiye’nin bu iç tüketim artışına dayalı, tasarruf etmekten çok dışarıdan kaynak aktarılarak yürütülen bugünkü büyüme modelini uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değil. Mümkün olsa bile istenmemeli. Bu yaklaşımın dışa bağımlılığı giderek arttırmanın ötesinde, ekonomiyi dış dünyadaki dalgalanmalara ve uluslararası sermaye hareketlerine karşı korumasız bıraktığı gerçeği unutulmamalı. Baran TUNCER İktisatçı tandard and Poors” adlı, bizim de anlaşmalı olduğumuz bir “değerlendirme” kuruluşunun Türkiye ekonomisinin görünümünü “durağan”a çevirmesi hükümeti, daha doğrusu Başbakan’ı fena halde hiddetlendirdi. Oysa yakın geçmişte “Standart and Poors” Türkiye’nin kredi notunu yükselttiği zamanlar bizim yetkililerden övgü alıyordu. Aslında Başbakan yabancıların Türkiye ekonomisine iyimser gözle bakmalarına alışmış. Türkiye’ye dışarıdan bakanlar çeşitli nedenlerle olumlu gelişmeleri abartıyor, sorunları ise görmezden geliyor. Siyasal kimliği olanların nezaketen söylediklerini fazla ciddiye almamak gerekir. 2001 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Dünya Bankası Başkanı, Ecevit hükümetinin politikalarını göklere çıkartmıştı da, aradan iki ay geçmeden ekonomi derin bir bunalımın içine düşmüştü. Ancak daha iyi bilmesi gereken bazı Batılı iktisatçıların aşırı iyimser yorumlarını anlamak kolay değil. Bu kişilerle ne zaman bir araya gelsem bana Türkiye’nin örnek büyümesini övüyor, kendilerine katılıp katılmadığımı soruyorlar. Bir süre konuştuktan sonra ne kadar yüzeysel düşündüklerini sanırım onlar da anlıyor. Yanlış anlaşılmasın. Türkiye ekonomisinin son on yılda büyümediğini savunmuyorum. Ancak büyümenin iktidarın göstermeye çalıştığı boyutlarda olmadığı da gerçek. Baş “S Ö bakan’ın yaptığı gibi dolar bazındaki rakamları kullanarak, AKP iktidarı döneminde milli gelirimizin ikiye katlandığını söylemek yanıltıcı. Doğru olanı milli gelirdeki değişmeyi sabit fiyatları esas alarak hesaplamak. Öyle yapıldığında, 2002 yılındaki milli gelire 100 dersek 2011 yılı sonunda ulaşılan rakam 158. Yani artış yüzde 50’nin biraz üzerinde. Çok sayıda ülke aynı dönemde bunun üzerinde bir büyüme sağlamış. Öte yandan, başta sanayi üretimi rakamları olmak üzere 2012 yılının verileri ekonomide büyümenin ciddi biçimde hız kestiğini gösteriyor. Tartışmayı daha sağlam bir zemine oturtabilmek için 2000’li yıllarda gerçekleşen büyümenin itici gücü üzerinde durmak gerekir. Ancak o zaman geleceğe yönelik bekleyişler daha gerçekçi olacaktır. Türkiye ekonomisinde büyümenin, uzun süredir dışardan gelen paraya dayalı iç talepteki artıştan kaynaklandığını bilmeyen kalmadı. 2000’li yıllar uluslararası alanda sermayenin bol olduğu bir dönem. Türkiye yürüttüğü yüksek faizdüşük kur politikası ile yüksek nema arayan kısa vadeli sermayenin çekim merkezlerinden birisi oldu. Durum bugün de fazla farklı değil. Yaşanmakta olan kriz nedeniyle Batı’nın merkez bankaları kendi ülkelerinde faiz oranlarını neredeyse sıfır düzeyine itmiş bulunuyor. O nedenle de enflasyona göre faizlerin nispeten yüksekliği Türkiye’yi bu çeşit sermaye için çekici kılmaya devam ediyor. Özellikle son on yıldır, Türkiye, kaynaklarının çok üzerinde tüketen bir ülke görünümünde. Her yıl dışarıdan ne kadar kaynak aktarıldığının göstergesi dış açık. Son dönemde gayri safi milli hasılanın yüzde 10’una kadar çıkan açıklar ekonominin geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşmış durumda. Günümüzün dünyasında bunun başka bir örneği yok. Ekonomi bakanımız Zafer Çağlayan’a kalırsa her şey çok normal de “tek sivilce” dış açık. Eğer iktidar Bakan’ın sivilce diye tanımladığı açığın kaşına kaşına büyük bir yara hale geldiğini görmüyorsa işimiz zor demektir. Öte yandan, dışarıdan gelen para dahil, elimizde avucumuzdakini hızla tükettiğimiz için toplum olarak ürettiğimizin giderek küçülen bir kısmını tasarruf ediyoruz. 1998 yılında yurtiçinde gerçekleşen tasarruflar gayri safi milli hasılanın yüzde 24.3’ü kadardı. Yani ülkede üretilenin yaklaşık dörtte birini tasarruf ediyorduk. Bu oran 2000’li yıllarda büyük düşüş gösterdi. Resmi kaynaklara göre 2010 yılında tasarruflar gayri safi milli hasılanın yüzde 14’ünün altına indi. 2011 yılında tasarrufun bu oranın da gerisinde kaldığını resmi ağızlardan duyuyoruz. Oysa 2000’li yıllarda örneğin Çin’de tasarruf oranı yüzde 45’in üzerinde; Malezya’da yüzde 43, Güney Kore’de yüzde 32. Türkiye’nin bu iç tüketim artışına dayalı, tasarruf etmekten çok dışarıdan kaynak aktarılarak yürütülen bugünkü büyüme modelini uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değil. Mümkün olsa bile istenmemeli. Bu yaklaşımın dışa bağımlılığı giderek arttırmanın ötesinde, ekonomiyi dış dünyadaki dalgalanmalara ve uluslararası sermaye hareketlerine karşı korumasız bıraktığı gerçeği unutulmamalı. Ancak iktidarın bu modelden vazgeçmek gibi bir kaygısı olmadığı da çok açık. Bölünme!.. Artık iki Türkiye var... ? 23 Nisan bölündü: Tesettürlü kutlama... Tereddütsüz kutlama... 1 Mayıs bölündü: Taksim’de emekçiler, aydınlar, gençlik... Tandoğan’da Faruk Çelik... Son 19 Mayıs bölündü: Bayraklı... Matraklı... ? Eğitim bölündü, medya bölündü, üniversiteler bölündü, hastaneler bölündü, sermaye bölündü, sendikalar bölündü, yargı bölündü, asker bölündü: İçeridekiler... Dışarıdakiler... ? Selamlarımız bölündü: Selamünaleyküm... Merhaba... ? AVM’ler, marketler, lokmalarımız bölündü: Murdar gıda... Helal gıda... ? Marşlar bölündü: Çıktık açık alınla... Bi daha bi daha... ? Sevinçler, beklentiler, hüzünler, ümitler, üzüntüler, endişeler... Nihayet korkular bölündü: Cepten korkanlar... Cipten korkanlar... ? Nesil bölündü: Tinerci nesil... Dindar nesil... ? Şehirler, kasabalar, sokaklar, mahalleler bölündü... Yollarının adı bile; bölünmüş yol... ? İnekler bölündü: Limuzin, angus, hostek... Kara inek, benek, sarı inek... ? Bin parça etti, yeter ki kestirsin gözüne... Ne yapacaksın?.. Adam ol sen de... Bölünme... Resim, Heykel Derken... Erdal ATICI azetecilerin ve yazarların tutuklanması, basılmayan kitapların toplatılması resimlerin sansürlenmesi, heykellerin yıkılması derken sıra geldi tiyatrolara... Son günlerde; tiyatrolar ve tiyatro sanatçıları üzerinde büyük fırtınalar koparılıyor. Tartışmaların fitili İstanbul Şehir Tiyatroları’nda ateşlendi. Özeti; belediyeden maaş alan sanatçılar iktidarı ya da bağlı bulundukları yönetimleri eleştiremez... Eleştirirlerse ne olur? O zaman, Şehir Tiyatroları’nda oynanacak oyunu belediyenin memurları belirler… Tartışmaya Başbakan da ka G T tıldı, belediye başkanına destek çıktı ve tiyatroların özelleştirileceğini söyledi. Cumhuriyet’ten Selda Güneysu’nun haberine göre; Başbakanlıkta Devlet Tiyatroları’nı lağvetmek üzere çalışmalar başlatılmış bile... Öyle ya, Başbakan söyler de ilgililer hiç durur mu? Anında hiç sorgulamadan, doğrusunu eğrisini düşünmeden çalışmalar başlatılır... Tüm bu olayların temelinde; son zamanlarda kimi sanatçıların iktidara karşı eleştirel tutum takınmaları vardır. Ne yazık ki siyasal iktidar, eleştiriden hiç haz etmemektedir. Kendini eleştiren kişi ve kurumlara karşı hangi yol ve yöntem bulabilirse bulup hizaya çekmek istemektedir. Şimdi sıra tiyatrolarda ve tiyatro sanatçılarındadır. Oysa, tiyatroların ve sanatçıların görevi iktidarları alkışlamak değildir. Kendisi de tiyatro sanatçısı olan şair Suat Taşer, bir yazısında, tiyatronun ve oyun yazarının asıl görevinin doğaya ayna tutmak olduğunu belirtir. Bu aynada yüzünü gören kişilerin ya başını çevireceğini, ya aynadaki görüntüsüne tüküreceğini ya da aynaya kıracakmış gibi yumruk sıkacağını söyler ve ekler: “Tiyatrodan beklediğimiz, bize yüzümüzü olduğu gibi göstermesidir. Göstersin ki yüzümüzün ne durumda olduğunu bilelim, bilelim de yarası, çıbanı varsa gidermenin çaresine bakalım. Ne çare ki gerçek sanatçı olmak kolay tehlikesiz bir iş değildir. Hatta gerçek sanatçı olmak, bir çeşit kahramanlıktır diyebiliriz. Bu nedenle tiyatro sanatının da, tiyatro sanatçılarının da öz anlamda kahraman olmaları gerekmektedir. Aksi halde bu sanatın, kişileri, toplumları avutmaktan başka yapacak işleri kalmaz…” Bugün ülkemizde sanatçıların, yazarların, gazetecilerin, yurtseverlerin, aydınların önünde iki yol vardır. Birincisi: Öz anlamda gerçek sanatçı olmak... İkincisi: Toplumu oyalayan, uyutan, avutan oyuncular olmak... Bakalım hangisi daha çok tercih edilecek... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle