19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 EKİM 2012 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Milliyetçilik ve Ulusçuluk Kuşku GALİBA birazcık tarih bilmek ve toplum bilimlerine yakınlık duymak ister istemez kuşkucu yapıyor insanı. Güncel olaylardan nem kapıp görüntüleri ve sözleri o kuşkuculuğun etkisiyle yorumlamadan edemiyorsunuz. Dolayısıyla, şu günlerde olup bitenleri izlerken ülkenin geleceği konusunda iyimser kalmak pek kolay olmuyor. AKP’nin son kurultayında Başbakan’ın sergilediği tutumun ve sözlerindeki genel havanın üçdört yıl sonrası için güven verici sayılmayışı herhalde bundandır. endi kişiliğine ilişkin olarak megalomani derecesinde olmasa bile, Sayın Erdoğan’ın “büyüklük” kavramına tutkunluğu hayra alamet değil. Tarihteki diktatörlük rejimlerinin söylemlerine ait sözcüklerin ve deyimlerin sızıntısı hissedilmeye başlandı onun sözlerinde ve düzenlenmesine önem verdiği toplantılarla törenlerde. “Büyük devlet, büyük güç, büyük ekonomi, büyük hedef” gibi sözleri, zaman zaman ve derece derece hepimizde olan bir Osmanlılık övünmesinin alışılmış kalıntılarını çoktan aşmış ve kişisel bir büyüklük tutkunluğunun dayanılmaz taşkınlığına dönüşmüştür. O sözleri dinlerken Führer nutuklarındaki coşkunun havasını sezmemek ve o törenlerin kalabalığını seyrederken Nürnberg mitinglerinin ürpertici görüntüsünü anımsamamak mümkün mü? abul etmek gerekir ki, bu kaçınılmaz sezişler ve anımsayışlar, Sayın Başbakan’ın nutkundaki bazı bölümlerle vermek istediği alçakgönüllülük izlenimini gölgede bırakmış ve olayın bütününe olumsuz bir damga vurmuştur. AKP’nin çoğu zaman pek övülen propagandacılarının ve halkla ilişki “uzman”larının bu “ince fiyasko”su herhalde parti yöneticilerini üzmüş olmalıdır. Bir bakıma, bütün bu kusurlarda gelecek için umut verici bir nokta da bulunabilir. Kusurlar gösteriyor: AKP iktidarı yenilemez bir güç değildir. Güç olmak şöyle dursun, özellikle iletişim ve kamuoyunu yönlendirme konularında zayıflıkları olan bir parti söz konusu. Bu zayıf noktaları saptayarak partiyi iktidardan uzaklaştırmak olanaksız bir hedef değildir. Kim bilir, “bir kısım basın”a kurultayı izleme müsaadesinin verilmeyişi, belki de bu zayıflıkların biraz daha yakından saptanmasını önlemek için kararlaştırılmıştı. Siyaset yapmak meslek değil, ulusal bir görevdir. Akademisyenler ülke yönetiminde görev almalıdır, kuşkusuz; ancak yürütmeye katılmada yıpranmamak ve yuvaya dönüşte “hoş geldin”le karşılanmak şartıyla. Bozkurt GÜVENÇ ışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” beyanı üzerine, Emre Kongar görüşlerini Aydınlanma köşesinde yazdı (Cumhuriyet 20 ve 22 Eylül). Bu yazımın konusu Davutoğlu’nun “ulusçulukla hesaplaşma” açıklaması değil, dilimizdeki milliyetçilik ve ulusçuluk ikilemidir. Türkçe sözlüklerde, Osmanlıca millet ile Türkçe ulus eşanlamlı hatta özdeş görünüyor. Oysa Arapça milla’dan gelen “millet” aynı din ve mezhepten olan bir topluluk; Dil Devriminden sonra Moğolca’dan alınan “ulus” ise, bir aşiretler topluluğu, kağana bağlı halkların tümü, ülke ve memleket anlamlarına geliyor. Batı dillerinden Türkçeye sözlüklerde, Latinceden gelen “nation” karşısında: ya millet, ulus ya da ulus, millet ikilemi var. Yıllar önce yazdığı doktora teziyle bizlere “unutulmuş adam” Yusuf Akçura’yı tanıtan François Georgeon’un bir seminerindeki sorusu geldi aklıma: “Millet gibi, Türkçeye yerleşmiş bir kavram varken, bu ‘ulus’ da nereden çıktı? Fransız tarihçiye, ‘ulus’u, din kökenli ‘millet’e karşı, sizin ‘nation’ gibi, ‘dinler üstü laik bir toplum’ gibi anlıyorum; millet ve milliyet sözcükleri günümüzde belki dinmezhep birliğini yansıtmıyor; ama kimi İslamcılar, milliyetçiliği dinmezhep birliği olarak kullanıyorlar; ulus ve ulusçuluk ise TDK uydurması değil, bilinçli bir seçimdir” dedim. İkna olmuş göründü, üstelemedi. Milletin tek ve kutsal yönetim altında yaşaması “Teokrasi” idiyse (D’Dolbach); kendi kendini yönetmesi, devrim ertesinde “laik cumhuriyet ve demokrasi” olacaktı. D İkilemin yakın tarihçesi Anılarım bir eylem filmindeki sahneler gibi birbirini izledi ve birden durup sordu: Kim kimden hesap soracaktı? Neden milliyetçilik değil de ulusçuluk? Sanırım sorunun yanıtı belliydi: milliyetçiler, millet adına ulusçulardan yani laik milliyetçilerden hesap sormaya hazırlanıyordu. Aslında bu hesap, 2. Meşrutiyet’ten bu yana tam yüzyıldır soruluyor. Osmanlı Süleyman Nazif, Türkçü Ahmet Ağaoğlu ile giriştiği bir tartışmada, “Önce Müslüman, sonra Osmanlı, en sonra Türk’üm” diyor; şairi azam Abdülhak Hamit’ten destek buluyordu: “Hemen anlar halkımız milliyetin diyanet olduğunu; Siyaset olduğunu şeriatta, hilafetteki İslam birliğini.” Dr. Abdullah Cevdet, İçtihat’ta laik Cumhuriyet’in “rüya”sını görebiliyordu. “Türk milletinden, İslam ümmetinden, Batı medeniyetindenim” diyen Türkçü Ziya Gökalp, üç medeniyetin sentezini Mustafa Kemal’e bırakıyor gibiydi... Osmanlının son dönemindeki büyük fikir hareketlerini: Abdullah Cevdet’in İçtihat dergisindeki çağdaşlığı, Ziya Gökalp ile Yusuf Akçura’nın Türk Yurdu’ndaki Türkçülüğü, Ali Kemal’in Sebilürreşad ve Sıratı Müstakim’deki İslamcılığı, olarak özetleyen Peyami Safa, Türk İnkılabı’na Bakışlar (1938) eserinde Cumhuriyet Devrimi’ni destekler görünmüş; oysa, Demokrat Parti iktidarında yayımlanan DoğuBatı Sentezi’nde (1963): “Cumhuriyetten demokrasiye geçişi, halkın karşıdevrimi ve İslamiyetin restorasyonu” olarak yorumlamıştı. K Türk demokrasi hareketinin milliyetçi sözcüleri, son yıllara değin Türk kamuoyundaki “karşıdevrim” söyleminden rahatsızlık duyarlardı. Bugünkü evrede, “ulusçulukla hesaplaşmaktan” çekinmedikleri gibi, Cumhuriyet devrimini savunmayı öncelikli bir görev sayan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanlarını darbeye teşebbüsle suçlayıp yargılamaktan ve ağır cezalara çarptırmaktan geri kalmadılar. Yargılama süreci henüz tamamlanmış değil; gerekçeli kararı, temyiz, anayasa ve AİHM’ye yapılacak başvuruların sonuçlarını beklemek gerekiyor. Ne var ki yakın tarihimizde yaptığımız hızlı ufuk turu, sürmekte olan benzer yargılamaların sonuçları konusunda pek umut vermiyor. Yazının Öbür Yarısı... Okurum Esin Ayral’dan bir not aldım: “Dün sabah Akatlar Kültür Merkezi’nde İKKB Başkanı Nazan Moroğlu’nun açılışını yaptığı ve Sayın Ümit Kocasakal’ın konuşmacı olduğu toplantıya gittim. Erken vardığım için kapıda bir sigara içiyordum ki, elinde Cumhuriyet gazetesi ile bir bey yanaştı ve ‘Bekir Coşkun’un (Kadının Duruşu) yazısını okudunuz mu’ diye sordu. Cevabımı beklemeden yazınızı okumaya başladı, son satırlara gelince gözyaşlarına hâkim olamadı. Özür dileyerek yanımdan ayrıldı. Saati gelince ben salona indim, az sonra bu bey de geldi, benim bir üst sıramın ilk koltuğuna oturdu. Bu değişik bir söyleşiydi. Dinleyicilere de soru sorma imkânı verilecekti. Bu bey daha söz verilmeden söz istedi, çok heyecanlı olduğu için lafını anlayamadım, ama: ‘Bekir Coşkun’un yazısını okuyun’ dedi, aslında ilk paragrafı okunmuş olmasına rağmen, ısrarla tamamının salonda okunmasını talep etti. Bu yerine getirilemedi ama Ümit Kocasakal sorusuna cevap verdi... O arada arkamda bir hareketlilik oldu. Bu bey kendinden geçmiş, orada bulunanlar yardıma koşmuşlardı... Ambulans gelince salonu boşaltmamız istendi. Bugün Cumhuriyet gazetesinin 8. sayfasının sağ alt köşesinde vefat ilanını gördüm. Size olan hayranlığından sizi haberdar etmek istedim. Sevgilerimle...” ? Not böyle... Gazeteyi açıp tek gözümle ölüm ilanını bulup baktım... “...1952 Tıp Fakültesi mezunu... Cumhuriyet âşığı... Dr. Hüseyin Nazım Oğuz...” ? Uzaktaydım, keşke onu yolculamaya yetişebilseydim... Kendisi gibi Türk aydını yetiştirdiği çocukları Hülya, Haldun ve Ahmet Oğuz’u arayarak başsağlığı dileyebildim... ? Yaşamının son anında “yazının öbür yarısını” istemişti... Cumhuriyetimizin yaşaması için yaralı kalbiyle savaşmaktan vazgeçmeyen uzaktaki dostumun son arzusuydu, yazının öbür yarısı... Yüreğimdeki sızıyı, minneti, saygıyı, tüm yazılanları, yazılacakları... Gittiği sonsuzluğunun ilk gününde göndermeye çalıştım ona... Dün gecenin karanlığında boynuna sarıldım... Bu kadarını söyleyebildim uzaktan: “Güle güle dostum...” Sonuç olarak... Kişisel dileğim odur ki, akademik hayata dönmeye özlem duyan Dışişleri Bakanımızın, geldiğini ilan ettiği “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı” Bağdat’tan dönen bir hesap olmasın, sakın. Millet ile ulus kavramları ile milliyetçilik ve ulusçuluk akımları eşanlamlı olmadığı gibi; ülkece içinde bocaladığımız sorunların çözüm anahtarları gibi görünüyor. Siyaset yapmak meslek değil, ulusal bir görevdir. Akademisyenler ülke yönetiminde görevler almalıdır, kuşkusuz; ancak, yürütmeye katılmada yıpranmamak ve yuvaya dönüşte “hoş geldin”le karşılanmak şartıyla. Siyasetten akademik hayata dönen Erich Fromm şöyle demiş: “Gerçekleri görmek bir kişilik sorunudur!” Kaynaklar: D’Holbach, P.H.T. “Teokrasi.” Diderot ve D’Alember. Ansiklopedi. (YKY, 1996:285). Georgeon, François. 1976 Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura. Yurt Yayın, Gökalp, Ziya. 1970 (1924), Türkçülüğün Esasları. TTK ve MEB 1000 Temel Eser. Peyami Safa. 1958 (1938), Türk İnkılabına Bakışlar ve 1963 DoğuBatı Sentezi. K Balyoz... 1670 tarihli “Düşünceler”iyle Pascal, yüzlerce yıl öncesinden selam gönderiyor: ‘Başımızı dik tutabilmemiz için gereken destek noktası düşüncedir, bütünüyle doldurmayı hiçbir zaman başaramayacağımız zaman ve mekân değil. Öyleyse iyi düşünmeye çalışalım, ahlakın ilkesi budur işte.’ Onur BEHRAMOĞLU BD desteğiyle 12 Mart 1971 sonrasında kurulan ara rejim hükümeti, ordu içinde geniş bir tasfiyeye giderek muhtıradan önce solcu aydınlarla birlikte darbe hazırlığı yaptıkları öne sürülen kadroları emekliye sevk etmiş, “Balyoz Harekâtı” adı verilen bir uygulamayla solcu aydınların tutuklanıp Türkiye İşçi Partisi’nin kapatılmasının yolunu açmıştı. Sonrasında, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idam edildiler. Balyoz, o gün de bugün de bağımsızlıktan, aydınlanmadan, emekten yana devrimcilere vurulacak balyozdur. Aydınlanma, kendi aklımızla düşünmek demek. Küresel güçlerin, cemaattarikat önderlerinin, bezirgânların dümen suyunda hareket eden ülke yöneticileri, kendi akıllarıyla düşünmüyor, kendi gözleriyle görmüyorlar. Alınlarındaki leke “deniz feneri” ışığında apaçık belirince ellerine geçirdikleri “balyoz”u nereye vuracaklarını hiç şaşırmamaları, kendilerinin değil, perde arkasında iplerini oynatanların mahareti. 28 Şubat 1997’ye kadar demokrasi düşmanı dinci kesimlerle işbirliği içerisindeyken postmodern darbeyi izleyen süreçte sözde demokrasi cephesiyle ittifak kuranların ekonomi alanındaki liberalizmi ile her alandaki gericiliğine iç destek; güçlendikçe güveni pekişen taşra burjuvazisinden, küçük esnaftan, toplumdaki etkileri oranında iktidar olanaklarına ulaşmak isteyen kesimlerden ve medyadaki düzen yardakçılarından devşiriliyor. Saltanatlarının geride bırakacağı enkazda, ülkenin yağmalanmış kaynaklarından arta kalanlarla, kopkoyu yoksulluğun pençesinde milyonlarca insana rastlanacaktır. A Zıtların birliği 12 Eylül artıkları ve onlara yandaşlık edenlerin anayasayı değiştirerek Cumhuriyet’i sivilleştirecekleri iddiaları, internet bağlantıları kesildiğinde bile 1923 ruhuna sövüp İkinci Cumhuriyet kurmaya kalkışmaları, demokrasiye balans ayarı yapanların meselelere yaklaşımları kadar kolaycı ve temelsiz görünüyor. “Türkiye, İran olmayacak!”sa, en kıyıda kalmışların dahi merkeze diklenmesinin önünü açacak örgütlü mücadele; demokratikleşecekse, askeri ve sivil bürokrasiye teknokratlar yetiştirecek köklü kurumlara sahip çıkmak... Zıtların birliği!.. Zamanı ve mekânı kendi varlıklarıyla doldurma ihtiraslarına “kelamı kadim”i kalkan yapanların dillerinde iktidarın kirine bulanan söz; ahlaklı, erdemli, aydın kişilerde şiire dönüşüp kavi, kallavi, kadim kelam olur. Öyleyse, 13 Ocak 1898’e, Emile Zola’nın yanına gidelim: Paris’teki Alman Büyükelçiliği’nde hizmetçi olarak çalışır gözüken bir Fransız istihbaratı ajanı tarafından, Alman askeri ataşesinin çöp sepetinden alınıp getirildiği öne sürülen yırtılmış bir mektupla başlar her şey... Mektupta, Fransız ordusundaki bazı düzenlemelere ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Ortak kanı, bu mektubun, Savaş Bakanlığı’nda görevli bir subayca yazılarak Almanlara bilgi sızdırılmış olduğu yönündedir. Yahudi kökenli Topçu Yüzbaşı Alfred Dreyfus neyle suçlandığını bile bilmeden tutuklanır. Yahudi düşmanı gerici basının saldırıları eşliğinde vatan haini ilan edilen Dreyfus, rütbesi sökülerek Guyana’daki şeytan adasında yaşam boyu sürgün cezasına çarptırılırken, onun suçluluğuyla ilgili kuşkularını dile getiren subay Georges Picquart da Tunus’a gönderilir. Gerçek suçlunun Binbaşı Esterhazy olduğu yönündeki tanıklıklar çoğalırken 10 Ocak 1898’de yargıç önüne çıkarılan Esterhazy, üç dakika içinde oybirliğiyle aklanır. Her şeyi tertipleyen bir yarbayla üç generaldir. Genelkurmaydaki arkadaşlarınca ihbar edilen bir genelkurmay subayı, genelkurmay komutanlarının baskısı altında hüküm giymiştir. İşte, büyük romancı Emile Zola’nın adalet savaşçısı aydın kimliğiyle haykırışı, bu noktada, unutulmaz bir uygarlık belgesine, meydan okuyanların tarihinde eşsiz parlaklıkta bir başkaldırı metnine dönüşecektir: “Bugün gizli, altından kalkılmaz bir belgenin, her şeyi haklı çıkaran, görünmez ve anlaşılmaz tanrı gibi önünde eğilmemiz gereken bir belgenin varlığından söz edilmesi çok iyi anlaşılıyor. Ben bu belgenin varlığını yadsıyorum, tüm gücümle yadsıyorum!.. Fransa’yı ayağa kaldırıyorlar, onun haklı heyecanının arkasına gizleniyorlar, yürekleri bulandıran ağızları kapatıyorlar, kafaları saptırıyorlar. Ben bundan daha ağır bir yurttaşlık suçu bilmiyorum... Onurun ta kendisi, yaşamı lekesiz bir adam cezalandırılıyor. Bir toplum bu noktaya geldiği zaman, artık çürümeye başlamış demektir... Gerçek yürümekte ve hiçbir şey onu durduramayacak... Bir yanda, ışığın doğmasını istemeyen suçlular; öbür yanda, ışığın doğması için canlarını verecek doğrucular. Gerçek, toprağın altına kapatıldığı zaman orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün, her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur... Bu suçlamaları yöneltirken kendimi hakaret suçlarını cezalandıran 29 Temmuz 1881 tarihli Basın Yasası’nın 30 ve 31. maddelerinin kapsamına soktuğumu biliyorum. Bu tehlikeye isteyerek atılıyorum. Suçladığım insanlara gelince, onları tanımıyorum, hiçbir zaman görmedim, kendilerine ne hıncım var, ne kinim. Benim için birer kendilikten, toplumsal kötülük ruhlarından başka bir şey değiller. Burada yerine getirdiğim edimse, gerçeğin ve adaletin patlamasını çabuklaştırmak için başvurduğum devrimsel bir yol yalnızca. Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım, ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın. Bekliyorum.” “Ve aynada uzun uzun baktım yüzüme / Gözlerimi kaçırmaksızın uzun uzun baktım / Yorgun ve yakışıklı sabah yüzüme / Çünkü bu hayata çalıştım ben, yüzüme, her şeyime / Bakışlarımda bir anlam varsa bana aittir.../ Bu dünyayı kendi gözlerimle görmeyi öğrendim sonunda / Gözlerim bana aittir.” Şairin yüzünde, bakışlarında, sözlerinde bir anlam varsa, namuslu insanların, toplumsal kötülük ruhundan başka bir şey olmayanlara karşı, o anlama sahip çıkmaları gerekir. 1670 tarihli “Düşünceler”iyle Pascal, tam da bunu yaparak yüzlerce yıl öncesinden selam gönderiyor: “İnsan bir saz gibidir, doğadaki en güçsüz şey; ama düşünen bir saz. İnsanı ezmek için evrenin tümüyle silahlanması gerekmez, onu öldürmeye hafif bir rüzgâr esintisi ya da bir damla su yeter. Evren insanı ezdiğinde bile, insan kendisini yok eden evrenden daha soylu olurdu, çünkü insan öldüğünü de bilir, evrenin onun üzerindeki üstünlüğünü de... Oysa evren bunların bir tekini bile bilmez. Öyleyse bütün değerimiz düşünceye bağlıdır. Başımızı dik tutabilmemiz için gereken destek noktası düşüncedir, bütünüyle doldurmayı hiçbir zaman başaramayacağımız zaman ve mekân değil. Öyleyse iyi düşünmeye çalışalım, ahlakın ilkesi budur işte.” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle