27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 27 EKİM 2012 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Cehalete Tapınma... Zorun Kolaylığı ÇİFTE bayramları kutlayışın hemen ikinci günü ana muhalefet liderinin hayli kalabalık bir heyetle Diyarbakır’a uçması kimsenin dikkatinden kaçmamıştır herhalde. Politikacıların hep yaptıkları gibi sıradan bir bayram ziyareti ya da gezisi mi? Birtakım isteklerin gerçekleşmesi için başlatılan açlık grevini durdurmak için insanca bir girişim mi? Güneydoğu ya da Kürt sorunu denen bir konuya ciddiyetle eğildiğini göstermek isteyen bir siyasal partice iyi düşünülerek başlatılmış bir kampanyanın başlangıcı mı? Belki hepsi birden. Ama ilginç. HP’nin ne olduğunu belirleyen nitelikler saymakla bitmez: Gazi Mustafa Kemal’in partisi, Atatürk’ün partisi, ülkenin en eski ve köklü siyasal kuruluşu. Daha da önemlisi, adı üstünde, “halk”la “cumhuriyet” kavramlarını bağdaştırmak gibi en doğal, fakat Türkiye gibi çok boyutlu bir toplumun ülkesi için çok çetin bir işlevi üstlenen parti. Türk halkının değişik etnik kökenlerden gelip bir bağımsızlık hareketi sonucunda “uluslaşma” yolunu benimsemiş olması, genellikle sanılanın aksine, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı bir etken sayılmalıdır. Çünkü ulus, değişik ırklardan gelen, değişik inançlı, hatta değişik dilli, ama coğrafyanın ve özellikle tarihin yönlendirişiyle birlikte bağımsız yaşama aşamasına gelmiş insanların ortak ve neredeyse doğal bilinçlenmeyle yaratabildikleri bir kavramdır. İnsanlık tarihinde Mustafa Kemal gibi önderlerin başarısı, yeryüzünün çeşitli köşelerinde kendiliğinden belirmekte olan böyle bir oluşumu sezip siyasal nitelikte sağlam ve evrensel hukuk temellerine oturtmaktan kaynaklanır. Türk halkının uluslaşması da kısaca budur. öyle olunca, Türkiye devletinin temelindeki çağdaş ve evrensel kavramlarla Güneydoğu’daki sorunların hâlâ tam bir çözüme bağlanamamış olması, hatta bu sorunların kangrenleşip karşılıklı insan kırımına dönüşmüş olması üzerinde en çok kafa yormuş olması gereken siyasal kurum Cumhuriyet tarihinin hemen her aşamasına şöyle ya da böyle tanıklık etmiş bir CHP’den başkası olamaz. Onun için, şimdiki CHP yönetimini örneğin “anadilinde eğitim” gibi sorunlar gündeme getirilince ulus kavramını zedelemeden ve evrensel değerlere ters düşmeden ne gibi çözümler önereceğini öğrenmek bütün cumhuriyetçilerin ortak merakıdır. Cehaletin ve ilkelliğin tutsaklığında yapılmış hatalar ve yanlışlar, toplumlara ve insanlarına zaman kaybettirse bile sonunda aydınlığa kavuşulabildiğini gösteren örnekler de eksik olmamıştır. Bundan sonra da öyle olacağından hiç kuşku duyulmamalıdır. Erhan KARAESMEN apınma güdüsü insanoğlunu öbür canlı yaratıklardan ayıran anlamlı bir özelliktir. Barınma, beslenme, soyunun üremesi ve çoğalması arayışları gibi, insan için ezelden beri mevcut asal ihtiyaçlara göre tapınma, toplu yaşamanın yaygınlaşmasıyla sonraki çağlarda ortaya çıkmış bir oluşum niteliği taşır. Ancak, ürküntü ve korku yaratan, bilinmez birtakım güçlerin etkileyiciliğine karşı bir sakınma güdüsü olarak insanoğlu tapınma ve yakarma eylemlerini seferber eder olmuştur. Bu eylemler sözü edilen sakınımı kolaylaştıran içsel direnimleri de geliştirmek zorundaydı. Bu devinimler bireylerin öncelikle bedensel korunma arayışlarıydı. Ama, bunun yanı sıra zihinsel ve tinsel doğrultudaki geliştirici dürtülerin de kaynaklığını yapıyordu. Toplum kümeleri oluşması dönemine geçildiğinde, insanları yaklaştırıcı ve düşünce paylaştırıcı olma yararları da sağlanıyordu. Tüm bu gelişme çizgisinde, gökyüzü çok önemli bir mekânsal kavram niteliği taşıyordu. Aydınlık, karanlık, Güneş, yıldızlar, dağlar, denizler, göller, nehirler, fırtınalar, şimşekler hep birlikte, hem yüceltilen hem de sakınılması gereken kudret unsurları olarak kendini ortaya döküyordu. Bunların tümü gökyüzünün sonsuzluğuyla örtülüydü. Çok eski geçmişte doğanın, belirsizliklerle sarmalanmış gizemli güçleri gökyüzünün simgesel geometrisiyle tapınma duygusunun yönelişlerini çerçeveleyen bir olgu biçimiyle ortaya çıkıyordu. Daha sonraları “inanç” oluşumu güçlü bir ürün olarak kendini gösteriyordu. Tektanrılılığın ve tek peygamberliğin gelişme çizgisindeki yakın dönemlerde ise tapınma organik bir sosyal boyut kazanıyordu. Top T lumsal disipline hizmet veren bir kurumlaşma yolu açılıyordu. Birlikte yaşamanın, otoriter kurallarla çevrelenmiş yeni biçimleri beliriyordu. Tapınak yapıları bireylerin duygusal paylaşımlarına fiziksel mekân oluşturan uygarlık öğeleri olarak tarihin çok boyutlu arenasında bir yerlere oturuyordu. C Dogmacılığa tapınma Ancak, tüm bu organik gelişmelerin arasına dogmacılığın sızabildiği de gözleniyordu. Tanrıların ya da tek Tanrı’nın yüceliğine tapınma ve ululuğuna yakarma yoluyla korkutuculuklardan sakınma eğilimleri çarpıtılarak dogmacılığa tapınma gibi sakıncalı bir yönelmeyi benimseyebiliyordu. Bu akış içinde, dogmacılık ile insan aklının ve yaratıcılığının çatışmasına, tarihin çeşitli dönemlerinde tanıklık edilmiş olduğu hatırlanmalıdır. Bilimsel, teknolojik, sanatsal, kültürel gelişmelerde adına uygarlık denen tılsımlı büyük oluşumda din ve inanç olgularıyla bağlantılı temellendirmenin itici güç rolü oynadığı bilinir. Ama, dogmacılığın rasyonellik dışı kör inançlarla beslenmiş duygusal kısıtlandırıcılığının alkışlandığı dönemler de yaşanmıştır. Bu dönemlerin bazılarında, değişik ülkelerde toplum yöneticilerinin bireylerin dikkatlerini ve duyumsama güçlerini uyuşturma yoluna gittikleri gözlenmiştir. İnanç gibi güzel bir derinliği tasvir eden köklü bir duyumsama zenginliği dogmacılığın gölgesinde köreltilmiş olabiliyordu. Tapınma artık bir edilgenlik anlamı da taşıyabiliyordu. Devirlerin akışında değişik zamanlarda, farklı iklimlerde, giderek cehalete sığınma ve hatta tapınma gibi uygarlığın devinimlerine aykırı eylemlerin ortaya çıkmasına yol açılabilmişti. Bu garip gelişme, insanı yücelten değer yargılarının çözüşmesi anlamı taşımaktaydı. Akıla, rasyonelliğe, yaratıcılığa, üretime ve emeğe değer vermek yerine sıradanlığın, sığlığın sahte tanrılarına bağlanma yoluna gidilebiliyordu. Maalesef hâlâ gidilebilmektedir. İnsanoğlu maddiyatın, paranın, tüketimin, duygu ve inanç istismarcılığının, davranış ucuzluğunun ve kestirmeciliğin şampiyonluğunu yapmaya yöneltilebilmektedir. Politik otoriterci, totaliter rejimlerin ve sömürgecilik düzeninin uygulandığı toplumlarda bu yönelişler daha kolay filizlenebilmişlerdir. Toplum yöneticileri, bazen uluslararası dengeleşmelerde kendilerinden güçlü ülkelerin yönetim uyduluğunu kabul edebiliyorlardı. Toplumun belli kesimleri için büyük tedirginlik ve huzursuzluk kaynağı olan bu çarpık hevesler, uygulamacılarının hep kursağında kalmıştır, aslında. Gözlenegelen şudur ki, yurttaşlar üzerinde yaratılan cehaletin ve akılcılık dışılığın uyuşturucu baskıları düşünsel tepki köreltmeye yönelik çığırtkanlıklara karşın insanlarda özgürlükçü arayışçılık, yurtseverlik ve vicdanın dürtülerinin ışıkları tamamen söndürülememektedir. İlkellikten medet umanlar Toplumlarda huzursuzluk yaratarak yaşanmış aklı reddetmeyle ve cehaletle hamur olma deneyimlerinin başarısız kalmışlığı ortadayken günümüzde de sıradanlığın ve ilkelliğin seferberliğinden medet uman yöneticilere maalesef hâlâ rastlanmaktadır. Cehalet, başkalarının oluşturduğu bilgi kırıntılarını hiç irdelemeden hazırlop benimseme tembelliğinin ürünüdür. Kendi dağarcığından ekleme yapmaya üşenme eylemsizliğidir. Hiçbir zihinsel gayret ve emek gerektirmez. Dolayısıyla, çok dinlendirici ve keyif dolu bir rehavete sevk edicidir. Olup bitenleri algılama gücü dumura uğratılmış insanlardan toplum oluşturma arayışı gibi büyük bir yanılgının ortaya dökülüşüdür. Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta insanları sıradanlığın ve cehaletin peşinde koşma ve onlara neredeyse tapınmaya yönelten yöneticinin kendisi, cahilin tekidir. B Cahil adam akla, yaratıcılığa, bilime, sanata, kültüre, doğanın ve çevrenin organik dengelerine, kentlerin uygarlıklara mekânsal kaynaklık yapmış oluşları olgusuna büyük bir anlayışsızlık ve saygısızlık içinde yaklaşır. Ama açıkgözdür; kendisinin ve yakınlarının çıkarlarını yoğun bir hırsla gözeten ruhsal girinti çıkıntılara ve ileri düzeyde tutkusal beklentilere sahiptir. Tarihin pek çok örneğinde izlenmiş olduğu gibi, bu beklentiler, bu tür yöneticileri, yarı tanrısal bir tek adamlık psikolojisine de yöneltebilmiştir. Kendilerinde olağandışı güçler vehmetmenin sonucu olarak ülkelerindeki sivil ve askeri birimlerin, tek merkezli yürütücülüğün mutlak emrinde tutulmasını isteyebilirler ve bunu sıkça istemişlerdir. Hindistan, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Arjantin, Şili, Macaristan, Cezayir gibi dünya coğrafyasına şöyle bir kısaca göz atıldığında hemen akla gelen bazı örneklerde bu talihsiz gelişmeler yaşanmışlardır. Buralarda medya, iş dünyası, yargı dahil tüm kamu birimlerinin sıkı baskılı kontrol altında tutulduğu, çeşitli bağımsız sivil ortamların denetime alındığı hep görülmüştü. Bu yönetim anlayışı etnik ve dinsel töre farklılıklarının körüklenmesi, dolayısıyla toplumlarda bölünmelere yol açılması durumlarıyla insan kümelerini güçsüzlüğe yöneltme yöntemleri bilinen uygulamalardır. Bu çerçevede, okumuş yazmış birey gruplarını, eğitim dünyasının aydınlık kişilerini kendi kontrollerindeki yargının sarmallarına takarak mağdur etme yolu pek çok kere denenmişti. Merkeziyetçi güce bağlı ilkel polisiye uygulamalar, tutuklamalar, işkenceler de eksik edilmemişti. Ancak, tüm bu denemelerde, sonunda varılan nokta toplumun bireylerini huzura kavuşturacak akılcı ve özgürlükçü çözümler olabiliyordu. Cehaletin ve ilkelliğin tutsaklığında yapılmış hatalar ve yanlışlar toplumlara ve insanlarına zaman kaybettirse bile sonunda aydınlığa kavuşulabildiğini gösteren örnekler de eksik olmamıştır. Bundan sonra da öyle olacağından hiç kuşku duyulmamalıdır. Yerel Yönetimlerde Ne Yapılmak İsteniyor? Ercan KARAKAŞ Türkiye’de yerel yönetimler 1980 sonrasında yapılan çok sayıda yasal düzenlemeye rağmen henüz demokratik bir işleyişe ve özerk bir yapıya sahip değiller. O nedenle, Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nda da yer alan katılımcı, demokratik, özerk etkili ve hesap veren yerel yönetim uygulamasına geçilebilmesi için bir dizi reforma ve zihniyet değişikliğine ihtiyaç duyulmaktadır. liberal piyasa anlayışını belediyelerde de uygulamak istiyor. Oysa sosyal devlet ve demokratik yerel yönetim anlayışının geçerli olduğu ülkelerde, sosyal hizmetler, ulaşım, konut, sağlık, eğitim, kültür gibi alanlar piyasanın insafına terk edilemez. Bu alanlardan kamu ve yerel yönetimler sorumludurlar. AKP hükümetinin yapmak istediği şey, kamu hizmetlerini kâr amaçlı özel kesime devretmek ve kentsel dönüşümde olduğu gibi kent rantlarını onlara aktarmaya çalışmaktır. CHP buna karşıdır, kentteki imar hareketlerinden doğan gelirin “Kent Fonu”nda toplanarak kentin ihtiyaçları amacıyla kullanılmasını önermektedir. Belde belediyelerinin kaldırılmak istenmesi de yanlıştır. Çünkü bu belediyeler yerel hizmetlerin etkili bir biçimde tüm ülke coğrafyasına yayılmasında ve kentleşmede önemli bir işlev görmektedirler. Onların kaldırılacak olması, özellikle tatil yöreleri olan yerleşim yerlerinde önemli sorunlara yol açacaktır. Belde belediyeleriyle ilgili bu karar, yerelleşmede bir geriye gidiştir. Nitekim Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda da “Kamusal görev ve sorumluluklar genellikle tercihen halka en yakın yönetim birimleri tarafından yerine getirilir” hükmü yer almaktadır. Aynı şekilde bu şart, belediyelerin kapatılması ve birleştirilmesinde yöre halkının karar vermesini (halkoylamasını) öngörmektedir. Ancak her zaman milletten, halktan bahseden AKP bu konuda halkı yok saymaktadır. Etkin, demokratik, saydam, hesap veren yerel yönetimler ülkemizde demokrasinin yerleşmesi ve bir yaşam biçimine dönüşmesi için de son derece önemlidir. Çünkü bir ülkede demokrasi gerçekleşecekse bu, kamu yaşamının her alanını kapsayacak biçimde uygulanmak zorundadır. Sosyal demokrat anlayışta olduğu gibi literatürde de yerel yönetimler “demokrasinin okulu” ya da “demokrasinin beşiği” olarak tanımlanmaktadır. Bunun nedeni, yerel yönetimlerde seçilmiş yetkili yerel meclislerin yanı sıra kent sakinlerinin, onların oluşturduğu sivil toplum örgütlerinin, meslek kuruluşlarının, muhtarların vb. karar alma süreçlerine aktif olarak katılma olanaklarına sahip olmalarıdır. Katılımın bir çeşidi de halkoylaması gibi düzenlemelerle kente ilişkin kararlara halkın doğrudan katılmalarını sağlamaktır. Hükümetin yasa taslağında demokratik katılımı sağlayacak bu gibi mekanizmalar yok. Diğer yandan, büyükşehirlerin yeni yönetim modelinin işe yarayabilmesi için demokratik katılım yollarının geliştirilmesinin yanı sıra yeniden düzenlenmesi gereken başka alanlar da bulunmaktadır. Bunların başında büyükşehir belediyeleri ile ilçe belediyelerinin yetkilerinin ilçeler lehine yeniden düzenlenmesi, aralarında eşgüdüm sağlayacak mekanizmaların oluşturulması, büyükşehir belediye başkanının her şey olmaktan çıkarılması, buna karşılık belediye meclisinin kararlarının oluşmasında ve icranın denetlenmesinde etkin hale getirilmesi, imar rantlarının belediyelere aktarılmasını sağlayacak düzenlemelerin yapılması, kentsel dönüşüm projelerinin planlama aşamasına meslek odalarının da katılımının sağlanması, imar planı yapma yetkisinin belediyelere bırakılması, kente ilişkin önemli konular için halkoylamasının yolunun açılması, yerel yönetimlere daha geniş yetkiler tanınması ve buna paralel olarak merkezden daha çok kaynak ayrılması vb. gelmektedir. TBMM’de görüşülmekte olan hükümet tasarısında bunların hiçbiri yoktur. Umarız, tasarının TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmelerinde muhalefetin, yanlışların düzeltilmesi ve eksikliklerin giderilmesi yönündeki önerileri dikkate alınır ve yerel yönetimler gerçekten demokratik, katılımcı, saydam, etkin ve hesap veren kurumlar haline dönüşmüş olurlar. Aksi takdirde, tüm büyükşehirlerin, coğrafi konumları dikkate alınmadan, “bütün şehir” haline dönüştürülmeleri, belde belediyelerinin belde sakinlerinin oyuna sunulmadan kapatılması, il özel idarelerinin yetkilerinin, “Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi” adı altında hükümete bırakılması hizmetlerin etkin olarak yürütülmesini zorlaştıracağı gibi yerinden yönetimin ve yerel demokrasinin gelişmesini de engelleyecektir. Tasarının öngördüğü değişiklikler AKP hükümeti ise meseleye bu geniş çerçeveden bakacak yerde, yine aceleyle, yerel yönetimlere, toplumun ilgili kesimlerine, uzmanlara vb. danışmadan, 13 büyükşehir kurmaya yönelik bir yasa değişikliğini gündeme getirdi. Ancak, tasarı 13 büyükşehir belediyesi ile sınırlı değil. Yasa tasarısı geçerse, büyükşehir belediyelerinin sınırları il mülki sınırları olacak; bu illerdeki büyükşehir sınırları içindeki belde belediyeleri ve köylerin tüzel kişilikleri ve il özel idareleri kaldırılacak. Ayrıca, büyükşehir statüsünde olmayan 52 ilde, nüfusu iki binin altındaki belde belediyeleri kapatılacak. Bu durumda, toplam 2.950 belediyeden 1.591 belde belediyesi ile 16.082 köy tüzel kişiliği sona ermiş olacak. Hükümet bu düzenlemelerle bir yandan kırsal alanları da büyükşehire dahil ederek seçimlerde kendine avantaj sağlamak, diğer yandan da yerel yönetimleri merkezi hükümetin bir uzantısı haline dönüştürerek kendisi yönetmek istiyor. Belediye sayılarının azaltılmasının nedenini burada aramak gerekir. Diğer yandan, hükümet, anayasa gereği Mart 2014’te yapılması gereken seçimleri, 27 Ekim 2012 tarihine çekmek için, MHP’nin desteği ile anayasa değişikliği yapmak istedi. Ancak 367 oyu bulamadı. Konu belirsizliğini koruyor. Tarihin öne çekilmesinin, söylendiği gibi doğudaki “kış koşulları” ile ilgili olduğu savı inandırıcı değil. Bu tarih değişikliği girişiminin, daha çok, 2014 Cumhurbaşkanlığı ve 2015 parlamento seçimlerine yönelik AKP stratejisinin bir parçası olduğu görülüyor. AKP hükümeti denetimsiz neo C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle