19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 OCAK 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dış Politikada 2011’den 2012’ye İstifra PEK beğenmeyiz ama, dilimizde hâlâ yaşayan Osmanlıcanın yararlarından biri, ağza almaktan çekindiğimiz sözcükler yerine Arapça ve Farsça karşılıklarını kullanmayı sağlamasıdır. “Dışkı” demek istemeyip “maddei gaita” diyen doktorlar bile var bugün. “İstifra” o sözcüklerden biri. Sonuna “etmek” fiilini eklediniz mi, “kusmak” sözü etmemiş olursunuz. Caddeleri henüz taşıt fazlalığıyla tıkanmamış eski İstanbul’da, hız yapılırsa “araba tuttu” denir ve “istifra etmek”ten korkulurdu. umhuriyet kurucusunun adını taşıyan bir kültür kurumuna cumhurbaşkanınca yapılmış atamanın bir istifayla değil de istifrayla sonuçlanması üzerine bunları düşünmeden edemiyor insan: Ne olmuştu da böyle bir sonuç ortaya çıkmıştı? Hiç zorlama, dışlama, çatışma olmadığı halde, acaba cumhuriyetin bünyesi mi bu son lokmayı sindiremeyip çıkarmıştı? Ya da, lokma mı cumhuriyetin bünyesine tersti? Ayrıntılar bilinmese de, olayda atanan kadar atayanı da düşündürmesi gereken önemli bir dersin bulunduğu kesindir. Genel olarak cumhuriyetin sağlığı açısından sevindirici ve geleceği bakımından güven verici nokta şu: Bünyedeki uyuşmazlık, topu topu üç çeyrek yüzyıllık bir cumhuriyetçi eğitimin sindirimsizliği, kabul etmezliği, sessiz baş kaldırışı, bu tür bir manevi kusmayla sonuçlanmıştır. Üstelik, ortada ne bir yasal engel, ne bir yasak, bir emir ne de bir zorlayıcı güç ve şiddet varken. Her şey kendiliğinden gerçekleşti. Sadece bir havayla, çok şükür ülkeden henüz gitmemiş cumhuriyetçi inancın temizleyici oksijeniyle... İsterseniz, metafiziğe kayarak, uyutucu değil de uyanık tutucu bir “ruh”tan, yenilmez cumhuriyetçiliğin ruhundan söz edebilirsiniz. umhuriyetin gerçek sigortası budur zaten. Son yıllarda o sigortaya güven azalmışsa, temeldeki neden, ilkokullardan başlayıp üniversitelere doğru bütün eğitimde “akıl ve bilim”e dayalı kalması gereken cumhuriyetçi felsefeden uzaklaşılmış olmakta aranmalıdır. Mustafa Kemal’in “muallimler ordusu”nu yetiştirenleri ve üniversite rektörleriyle her türlü bilim kurulları üyelerini atayanlar, son olayın dersi unutulursa sonlarının ne olacağını öğrenmişlerdir inşallah. Ortadoğu’da sular ısınıyor. Savaş kaçınılmaz olursa, çok ağır sonuçlar yaratacağı ve bugünkü Ortadoğu’dan farklı bir coğrafya oluşacağı kesindir. Ortadoğu’da çok ciddi bir emperyal satranç oynanıyor. Kuşkusuz, görebilene... Alev COŞKUN 011 yılı Türk dış politikasında önemli değişikliklerin olduğu bir yıldır. AKP’nin dış politikası 2011 yılı ortalarına kadar temel ilke olarak “komşularla sıfır problem” çerçevesinde yürütülmeye çalışılıyordu. İran, Irak, Suriye, Ortadoğu ülkeleri, Yunanistan, Bulgaristan ve kuşkusuz Rusya ile yakın ilişkiler kurulmuştu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda Türkiye’nin ret oyu kullanması, “Acaba Türk dış politikasında eksen kayması mı oldu?” yorumlarına yol açmıştı. Washington’dan gelen haberler TürkAmerikan ilişkilerinin çok kötü bir seyir izlediğini gösteriyordu. 17 Aralık 2010 tarihinde, Tunus’ta bir sokak satıcısı olan Muhammed Buazzi kendisini yaktı. Bu durum, toplumsal olayları tetikledi ve Tunus lideri Zeynel Abidin bin Ali, büyüyen protesto dalgalarının altında ezilerek ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Olaylar Mısır’a sıçradı ve Tahrir Meydanı’ndaki göstericiler 11 Şubat 2011’de Mısır’ı 30 yıldır demir yumrukla yöneten Hüsnü Mübarek’i devirdi. Arkasından Libya’ya sıçrayan olaylar Kaddafi rejiminin de tarihe karışmasına yol açtı. Ortadoğu’da Arap Baharı fırtına gibi esiyordu. 2 tutuklama kararı çıkardı. El Haşimi Kürdistan bölge yönetimine sığınmak zorunda kaldı. Haşimi yaptığı açıklamada, “Kürt Özerk Bölgesi’nin de hedefte” olduğunu belirtti. Irak, bu durumda Sünni, Şii, Kürt bölgeleri ekseninde bir bölünme modeline doğru gidiyor. İlk aşamada bu gerçekleşmese bile sürtüşme ve “ihtilafları” sürüyor. Irak’ın güneydeki Şii bölgesinin Iran’ın “hâkimiyet” ve etki alanına gireceği kabul ediliyor. diyenler, şimdi kara kara düşünmeye başladılar. Özgürlük taleplerinin meydanlarda seslendirilmesi kuşkusuz çok önemlidir, ama demokrasi bir krallar rejimidir. Aydınlanma sürecinden geçmeyen, laiklik ilkelerini özümsemeyen toplumlara demokrasi kolay gelemez. Seçimlerde Müslüman Kardeşler gibi güçlü organize gruplar ya da silahlı askeri güçler iktidar olur. Sendika Özgürlüğünün Sonu mu? Dr. Engin ÜNSAL / Tekgıdaİş Sendikası Genel Başkan Danışmanı Hürmüz gerginliği Öte yandan, dış basında ABD’nin Mısır’da ordu ile pazarlık yaptığı, denetimsiz Müslüman Kardeşler iktidarından İsrail’in de tedirgin olduğu dış yorumlarda belirtilmektedir. Bu arada, bölünmüş bir Irak tablosunda BağdatTahran ittifakının bölgedeki en güçlü direnç çizgisini oluşturacağı yorumları da yapılmaktadır. Ayrıca, İranABD ilişkileri son aylarda en sıcak dönemini yaşıyor. Nükleer programı yüzünden uluslararası baskı altına alınan İran’ın, petrol ulaşımının kilit geçidi olan Hürmüz Boğazı’nın açıklarında deniz kuvvetleri askeri tatbikata geçti. Dünya petrolünün yüzde 60’ına sahip olan bu bölgede elde edilen petrol, Hürmüz Boğazı’ndan geçerek, Hint Okyanusu’na çıkmaktadır. Hürmüz Boğazı’ndan günlük petrol geçişi 16 milyon varildir. Bu rakam Hürmüz Boğazı’nın önemini ortaya koyar. C Arap Baharı mı kışı mı? Suriye’deki Esad rejimine karşı uluslararası bir baskı yöntemi uygulanıyor. Türkiye, ilk aşamada aşırı bir duyarlılık gösterip Esad’ı “tehdit eden” bir politika izledi. Böylesi bir politika yıllardır uygulanan komşularıyla iyi geçinme yolundaki Türkiye politikalarına ters düşüyor; ancak özellikle Rusya’nın Suriye’nin bütünlüğü yanında yer alacağını açıklaması, Suriye’ye “dış müdahaleleri” bir ölçüde zayıflattı ve dengeledi. Ayrıca, Arap Birliği’nin Suriye konusunda aktif rol üstlenmesi, Arap Birliği gözlemcilerinin gözlemci olarak kabulü, ayrı bir denge unsuru yaratmıştır. Türkiye’de bu konudaki eski şahin politikasını bir ölçüde törpülemiş görünüyor. Bu gelişmeler, bir anda Türkiye’yi iki önemli dış politika sorunu ya da krizi ile karşı karşıya bırakmıştır: Suriye ve Irak konuları bütün sıcaklığıyla Türk dış politikasının kucağına düşmüş görünüyor. Kuşkusuz diğer bir ciddi sorun, Arap coğrafyasında “Diktatörlerin ardından ne gelecek; nasıl bir rejim bu coğrafyaya egemen olacak” sorusudur. Gerek Mısır’da, gerek Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in hatta onlardan da daha ilerideki köktenci yapıların giderek yönetime egemen olacağı gözlenmektedir. Bütün bunlar, “Arap Baharı, kışa mı döndü?” yorumlarının yapılmasına yol açmıştır. Mısır’da Tahrir Meydanı’nda gösteriler yapılırken işte demokrasi geliyor, Türkiye Arap dünyasına demokrasi yönünden model olacak Sular ısınıyor İran’ın bu askeri hareketinde hemen sonra, ABD Başkanı Barack Obama, aralık ayının son günü İran Merkez Bankası ve ülkedeki mali sektöre yeni yaptırım kararlarını açıkladı. ABD Başkanı’nın bu kararlarına karşı İran “Bu bir savaş ilanıdır” açıklaması yaptı. 2011’de TürkiyeAB ilişkileri en düşük düzeyde seyrederken, TürkiyeABD ilişkilerinde adeta bir balayı dönemi yaşanıyor. ABD, İran, Irak ve Suriye konularında ve yaşanan değişim süreci içinde bölgede Türkiye’yi dayanabileceği en önemli “müttefik’ olarak görmektedir. Ortadoğu’da sular ısınıyor. Savaş kaçınılmaz olursa, çok ağır sonuçlar yaratacağı ve bugünkü Ortadoğu’dan farklı bir coğrafya oluşacağı kesindir. Ortadoğu’da çok ciddi bir emperyal satranç oynanıyor. Kuşkusuz, görebilene... Irak’ta işler karıştı AKP iktidarı, Ortadoğu’daki bu farklı geçiş sürecinde yer yer yalpalasa da, tarihin akışı doğrultusunda, demokrasi ve değişim talepleri yanında yer almaya çalışmıştır. İran’a karşı füze savunma sistemi ve Suriye’ye sert çıkışlar, sıfır sorun politikasını tersyüz etti. Bu arada, aralık ayında, ABD’nin Irak’taki askeri güçleri ülkeyi planlandığı biçimde terk etmeye başladı. Hemen ardından Irak’ta ciddi bir güçler çatışması ortaya çıktı. Aralık ortalarında Şii kökenli Irak Başbakanı Nuri el Maliki, Irak Devlet Başkan Yardımcısı Sünni kökenli Tarık el Haşimi’yi “Sünni direniş gruplarıyla ve teröristlerle” işbirliği yapmakla suçladı ve kendisi hakkında C Yasayla Tarih Yazmak Türkiye’nin, “tarihi tarihçilere bırakalım” savı destek buluyor ve bu destek Avrupa’da gittikçe yayılıyor. Ancak, bu destekten yararlanmak için tarihle yüzleşmekten önce, bugünle yüzleşmemiz gerekli. Yüksel PAZARKAYA D iyalektiğin kuralıdır, her tersin bir yüzü, her yaramazın bir yararı vardır. Fransa parlamentosunun ifadeyi ve tartışmayı yasaklama kararı da, bizim yıllardan beri elde edemediğimiz iyi bir sonucu doğuruyor. Yalnız Fransız tarihçiler ve aydınlar tepki göstermekle kalmadılar. Başka ülkelerde de Fransa parlamentosunun kararı irdelenmeye başladı. Almanya’nın saygın günlük gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’da bu yakınlarda Joseph Hanimann imzasıyla önemli bir makale yayımlandı. “Gözlem Altında Tutmak ve Cezalandırmak” başlıklı makalesinde yazar, tarih tartışmaları yasayla düzenlenebilir mi sorusunu irdeliyor. tarafından görülen şeklidir; kavramın tutarlılığı kanıtlanmamıştır” deyince, hakkında dava açılmış ve Paris mahkemesi Bernard Lewis’i, özensiz ifade kullanmaktan dolayı simgesel olarak bir Frank tazminat cezasına çarptırmıştı. Ama mahkemenin kararında aynı zamanda şu açıklama yer aldı: “Mahkeme heyeti, tarihsel gerçekler ya da yanlışlar hakkında karar vermek yetkisine sahip değildir.” Bu bile tarihçilerdeki tedirginliği yatıştırmamış, “bilimsel kusurlar mahkeme kararlarıyla değil, somut gerekçelerle düzeltilmelidir” görüşünü dile getirmişlerdir. noktanın bu olduğunu belirten yazar, 2001 Ocak ayında “Ermeni soykırımı”nın meclis tarafından tanındığını, beş yıl sonra çıkarılmak istenen yadsımayı cezalandırma yasasının başkan Chirac tarafından engellendiğini anımsatıyor ve yarım milyon Ermeni kökenli seçmenin oylarına göz diken Sarkozy’nin konuyu yeniden gündeme aldığını vurguluyor. Böylece, Suriye konusunda Türkiye ile ince bir diplomatik işbirliğine giren Dışişleri Bakanı Alain Juppé’nin de yolunu kesiyor. Yazarın sonuç tümcesi: “Tarihçiler konuya ilişkin söylenmesi gerekeni söylediler ve araştırmalarını sürdürüyorlar. Politikacılar ama günün birinde sanal acı hafifleyinceye kadar bildiklerini okuyarak bir zamanların kurbanlarını bugün taktik olarak kullanılan tarih malzemesine dönüştürüyorlar.” Kurbanlar malzeme olmasın Makale yazarı daha sonra, Ermenilerin soykırım savına kuşkuyla bakan bir başka tarihçi olan Gilles Veinstein’ın Collège de France üyesi yapılmasının da tartışmalara ve protestolara yol açtığını anımsatıyor. Bazı protestocuların, kapsamlı bir yasayla “soykırımları yadsımayı” cezalandırma önerileri, tarihçiler arasında yeni bir tartışma başlattı. Joseph Hanimann makalesine şöyle devam ediyor: “Gayssot yasası bile, Roger Garaudy’nin savları gibi bilimsel açıdan saçmalıkların yayılmasını sağlayarak ters etki yarattı, diye yazdı Pierre VidalNaquet. Emanuel Le Roy Ladurie de şu görüşü ekledi: Amerikan Kızılderililerinden Vendée karşıdevrimcilerine kadar her kurban topluluk, tarih araştırmalarına kendi görüşleri doğrultusunda sınır getirmek isterse, bunun sonu nereye varır?” 2011 yılında Fransa’nın geldiği Bugünle yüzleşmeli Böylece Türkiye’nin, “tarihi tarihçilere bırakalım” savı destek buluyor ve bu destek Avrupa’da gittikçe yayılıyor. Ancak, bu destekten yararlanmak için tarihle yüzleşmekten önce, bugünle yüzleşmemiz gerekli. Yoksa, destek bulmamız söz konusu değil. Vazgeçilmez insan hakları karşısında tavrımız ne? Bilime, sanata, aydına, hukuka müdahale ediyor muyuz? Bilim insanını, sanatçıyı, yazarı, hak isteyen öğrenciyi, uygarlık ve çağdaşlık diyen muhalifi, teröristlikle suçluyor muyuz? Eylem olmadan suç olmayacağı ilkesine karşın terörle suçlamaya düşünceden başlıyor muyuz? Özel yetkili mahkemeler demokrasi ve özgürlüklerle bağdaşıyor mu? Bunlarla sorgulamalıyız kendimizi. Alacağımız yanıt az ya da çok evetse, başka bilim insanlarından, sanatçı ve aydınlardan, özgürlükçü politkacılardan destek bekleyebilir miyiz? Bugün aynaya bakmayan, dünün aynasına hiç bakamaz. Devlet karar verebilir mi? “Fransa son yirmi yıldır bir sanal acı çekiyor” diyen yazar, soykırımları yadsımayı cezalandıran son yasanın Fransa’da tarihçiler tartışmasına yol açtığına dikkat çekiyor. 1990 yılında çıkarılan ‘Gayssot’ yasası aslında Nürnberg Mahkemesi kararlarıyla kesinleşen “Holokost – Yahudi soykırımı” yadsıyıcılarının cezalandırılmalarını öngörüyor. “Tarihçiler, aydınlar, filozoflar daha o zaman çekincelerini dile getirdiler: Bir tarih tartışmasında neyin söylenip neyin söylenemeyeceğine karar vermek devletin işi değildir.” Bu yasadan üç yıl sonra tartışmanın öngörülen çerçeve dışına taştığını anımsatıyor yazar. Amerikalı tarihçi Bernard Lewis, bir Fransız gazetesinde kendisiyle yapılan söyleşide, “Ermeni soykırımı, tarihin yalnızca Ermeniler 821 sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasaları uluslararası normlarla örtüşmediği gerekçesi ile yıllardır ILO ve AB tarafından eleştirilmekte ve bu yasaların güncellenmesi istenmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bu uyarıyı dikkate alarak son birkaç yıldır işçi ve işveren üst örgütleri ile toplanarak bir ortak taslak hazırlamak istemiş fakat bir türlü başarılı olamamıştır. Bu konuda birçok tasarı ortaya sürülmüş ama hiçbiri taraflarca kabul görmemiştir. AKP’li bazı milletvekillerinin hazırladıkları ve Meclis Başkanlığı’na sundukları yasa tasarısı da kadük olmuştur. Son günlerde endüstriyel ilişkiler ortamına düşen ve Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı adı altına bir taslağın bakanlık tarafından hazırlandığı ve çok yakında Meclis Başkanlığı’na hükümet tasarısı olarak sunulacağı dillendirilmektedir. Toplu İş İlişkileri Yasası Taslağı ilginç bir yaklaşımla 2821 ve 2822 sayılı yasaların öngörülen değişikliklerini tek yasada toplamayı öngörmektedir. Taslak önemli ve olumlu değişiklikler içermekle birlikte yürürlükteki yasalara yöneltilen eleştirilerin tümünü göğüslemekten uzaktır. Yasa taslağının olumluolumsuz yönleri ile içeriğini ayrıntılı olarak incelemek bu yazının sınırlarını aşacağından biz sadece sendika özgürlüğünü yakından ilgilendiren iki konu üzerinde durmak istiyoruz. Bunlar sendika üyeliği ve toplusözleşme yapacak sendikanın belirlenmesi konularıdır. Taslak, sendika üyeliğinin kazanılması ve sona ermesini 17 ve 19. maddelerde düzenlemektedir. Buna göre üyeliğin kazanılması ve sona ermesi edevlet kapısı olarak adlandırılan teknolojik ortamda gerçekleşecektir. Bunun nasıl işleyeceği, şifreleme olayının nasıl sağlanacağı taslakta belirtilmemiştir ve büyük olasılıkla sonradan çıkarılacak tüzüklerle bu konu aydınlatılacaktır. Burada sorulması gereken soru şudur: Edevlet kapısı ne kadar güvenceli olacaktır? Ergenekon davası şu gerçeği gözler önüne sermiştir ki bilgisayar ortamında dışarıdan yüklenebilen virüsler aracılığı ile gerçekler değiştirilebilmekte, yanlış bilgiler yüklenebilmektedir. Özetle söylemek gerekirse bilişim ortamı asla güvenli değildir ve dışarıdan rahatlıkla müdahale edilebilmektedir. Böylesine güvenli olmayan bir ortamada işçilerin özgürce sendika seçimi nasıl sağlanacaktır? Yapay üyeliklerin sisteme yüklenmesi veya gerçek üyeliklerin sistemden silinmesi nasıl önlenecektir? İkinci önemli konu toplusözleşme yapmak üzere sendikaların yetkilendirilmesi sorunudur. 2822 sayılı yasanın 12 ve 13. maddelerinde düzenlenen bu konu yeni taslakta 43, 44, ve 45. maddelerde düzenlenmiş ve eski sistem aynen muhafaza edilmiştir. Başka bir deyişle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetki konusunda yine söz sahibi olacaktır. Bu yaklaşım son derece yanlış, uluslararası normlarla örtüşmeyen ve sendika özgürlüğünü çok yakından ilgilendiren bir konudur. ILO’nun Türkiye tarafından 1951 yılında onaylanmış 98 sayılı sözleşmesinin 4. maddesi toplu iş sözleşmelerinin işçi sendikası ile işeveren arasında yapılacak “gönüllü görüşmeler yolu” ile bağıtlanmasını öngörmektedir. Yetkili sendikanın belirlenmesinde bakanlığın devreye sokulması son derece yanlıştır ve sendika özgürlüğünün sonunu getirebilecek bir düzenlemedir. Geçmiş uygulama göstermiştir ki AKP işçi ve işveren sendikalarının kendisi ile uyum içinde olmasına özen göstermektedir. Bu yaklaşım işveren sendikaları tarafından kabul görebilir ama işçi sendikaları özgürlüklerini iktidar partisine teslim etme durumuna geleceklerdir. AKP’li belediye, hava taşımacılığı, gıda, orman işkollarında çalışan işçiler ve kamu görevlileri üzerinde uyguladığı baskılar sonucu çalışanları ve memurları hükümetin işaret ettiği sendikalara üye olmaya zorlamakta ve bunda da başarılı olmaktadır. Bakanlık siyaseten AKP’ye aykırı duruş sergileyen sendikalara, çoğunluğu olsa bile yetki vermemekte, yetkiyi kendi koruması altındaki sendikaya vermekte bir sakınca görmemektedir. Dört yıldır bakanlığın bu yanlı tutumu nedeni ile Çaykur çalışanları toplusözleşmeden mahrum olarak büyük bir ekonomik sıkıntı yaşamaktadır. Sendika özgürlüğünü sağlamak için yetki sorununu bakanlığın dışına taşımak gerekir. Bunun için de yetki konusunda bağımsız bir kuruluş oluşturmak ve yetkilendirme sorumluluğunu bu kuruluşa vermek gerekir. Bilim adamlarından, konunun uzmanlarından oluşturulacak bu kurulun üyeleri; bakanlık, işçi ve işveren sendikaları tarafından ortaklaşa seçilebilir ve finanse edilebilir. Yetkilendirme sorunu Çalışma Bakanlığı’nda olduğu sürece sendikalar asla özgür olamayacaktır. Taslakta önerdiğimiz model yer almazsa özellikle işçi sendikaları çok yakında ipleri bakanlığın elinde olan kâğıttan kaplanlara dönüşecektir. 2 C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle