19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 OCAK 2012 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Deprem ‘Geliyorum’ Der! Yanıltma FOTOĞRAF tabloit olmayan gazete sayfasının yaklaşık beşte birini kapsayacak kadar büyük. Köşesindeki “AA”dan belli ki, Anadolu Ajansı’nca, yani anayasanın 133. maddesine göre “kamu tüzelkişilerinden yardım” alan, dolayısıyla “özerkliği ve tarafsızlığı esas” olan bir haber ajansınca servis edilmiş. Yer, Meclis odalarından biri, “yeni anayasa” çalışmalarını yürüten uyum komisyonunun başkanı kocaman masanın bir tarafında, yanında da üçdört kişi, üye, stenograf veya not tutucu. Karşısında, mikrofona konuşan bir kişi var. Resmin altı, “Partilerarası Uyum Komisyonu üyeleri anayasa hukuku profesörü ve eski Dışişleri bakanı olan birini dinlemekteler” diyor, konuşanın adını da vererek. Ayrıca, “Komisyon, görevi gereği, nisana kadar toplumun bütün kesimlerinden katkı alacak” diye eklenmiş. Gazete, İngilizce yayımlanan ve yabancı gözlemcilerce izlenen ciddi bir basın organı. Siz ülkeye yeni gelmiş bir diplomat ya da gazeteci olsanız, bu tür haberleri ve bazı büyük gazetelerin benzer çabalarını gördükçe “Helal olsun, anayasasını yapan topluma yol gösterici örnek bir yönetim sistemi” demez misiniz? ktidar çevrelerince öncülük edilen bu çaba, aslında herkesin yaşadığı ve bildiği bir gerçeği örtmeye yetmiyor: “Yeni anayasa”yla amaçlandığı söylenen “özgürlükçü ve ileri demokratik düzen” bugünkü kurallarla ve bugünkü iktidar çoğunluğuyla kolayca gerçekleştirilebilecekken, yeni anayasa beklentileriyle toplumu oyalamanın ve dünyayı yanıltmaya kalkmanın anlamı nedir? Hatta, daha da kötüsü, hukuk devleti kurallarını çiğneyen uygulamaları hâlâ sürdürmek ve çoğaltmak ayıp değil midir? Hele bu yanıltışa katkı verilmesini istemek? öz konusu fotoğrafta konuşanın dile getirdiği de özetle buydu. Öte yandan, “yeni anayasacılar”ın son yaptıkları bir anayasa yanlışı bile tek başına güven sarsıcı değil mi? Cumhurbaşkanı seçiminin ayrıntılarına ilişkin olduğu söylenen bir yasa, yürürlükteki beş yıllık görev süresini değiştiren yanıyla, anayasa değişikliği sayılır. Nasıl sıradan bir yasaymış gibi yürürlüğe sokulabiliyor? Düzce ve Kocaeli depremlerinden sonra, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deyişi dillere pelesenk olmuştu. Van’da her şeyin yine eskisi gibi olduğu görüldü. Türkiye için depremler sürpriz değil, periyodik olarak tekrarlanıyor. Uzmanlar, “geliyor!” diye sürekli bağırıyorlar. Kısacası deprem, “geliyorum” diyor. Daha ne desin? Doğan HASOL rçis ve Van depremleri yine felaket getirdi. Binalar yıkıldı; ölenler, yaralananlar oldu. Yakınlarını yitirenler, evsizbarksız kalanlar ve Van’dan kaçış... Medya suçluyu buluverdi. Tıpkı Kocaeli ve Düzce depremlerinde olduğu gibi, bütün olup bitenlerin sorumlusu yine “hırsız müteahhit”ti. Ülkeyi yönetenler de medyadan geri kalmayarak inciler döktürdüler. Yabancıların yardım önerileri günlerce yanıtsız bırakıldı. Bir bakan, bunun gücümüzü sınama(!) gerekçesiyle yapıldığını açıkladı. Sınama iyi sonuç vermemiş olacak ki, dış yardımları lütfen kabul ettik. Van’ın yarısı göç etti; depremzedeler hâlâ çaresiz durumda. 1999’da meydana gelen yıkıcı Kocaeli ve Düzce depremlerinden hemen sonra yürürlüğe giren bir yasa ile, depremin yol açtığı ekonomik kayıpları gidermek amacıyla ek vergiler getirilmişti. Ayrıca Özel İletişim ve Özel İşlem Vergisi adı altında iki yeni vergi uygulamaya sokulmuştu. Geçici olarak salınan bu vergiler sonradan kalıcı hale gelmişti. Şimdi yeni depremlerin ardından konu biraz didiklenince, vergilerin amaca uygun kullanılmadığı ortaya çıktı. Maliye Bakanı Şimşek yaptığı açıklamada, alınan vergilerin sağlığa, duble yollara, demiryollarına, havayollarına, çiftçiye ve eğitime harcandığını belirtti. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız da toplanan vergilerin 2001 ekonomik krizinde harcandığını söyledi. Ancak ne var ki 2001’den bu yana on yıl geçti ve o tarihten bu yana hâlâ toplanan vergiler yine depreme harcanmadı. Sürekli deprem tehdidi altında bulunan bir ülkenin insanları olarak, aradan geçen 12 yılda ne yaptık? Bunun yanıtının hiç de tatmin edici olmadığını hepimiz biliyoruz. Zaten her deprem sonrasında yaşanan olaylar da, sayın E bakanların son açıklamaları da bunu doğruluyor. Biz deprem oldukça depremi hatırlıyoruz. Özetle geçen 12 yıl içinde gerekenler yapılmamış, toplanan para başka yerlere harcanmış. İstanbul için Ufuktaki en büyük tehlike İstanbul için. İstanbul’un yakın gelecekte bir depremle sarsılması olasılığı çok yüksek. Uzmanlar bunu haykırıyorlar. İstanbul ülkemiz ekonomisinin can damarı konumunda. Kestirme deyişle, İstanbul yıkılırsa ülke çöker. Ayrıca çok kalabalık ve sıkışık bir azman kentten söz ediyoruz. Sırf bu nedenle bile can ve mal kaybının çok büyük boyutlarda olacağını söylemek karamsarlık sayılmamalı. Bu durumda bir an önce dikkatlerin İstanbul üzerinde yoğunlaştırılması gerekir. Bu öncelik kuşkusuz, başka şehirlerimizin göz ardı edilmesi anlamına gelmez. apılması gerekenler / öneriler Boş lafların geçerliliği kalmadı artık. Şimdi bir an önce işe koyulmak zamanıdır. • İlk yapılması gereken, riskli çürük binaların saptanması ve deprem haritalarının oluşturulmasıdır. Çürük, tehlike arz eden yapılar bir an önce boşaltılmalı ve oralarda yaşayanların iskânı devlet desteğiyle sağlanmalıdır. Güçlendirilebilecek olan yapıların dışındakiler derhal yıkılmalıdır. • Çürük yapılar, yalnızca kaçak yapılardan ibaret değildir. Ruhsatlı yapılar içinde de çürük olanlar vardır. Depremde hasar gören kamu yapıları bunun kanıtıdır. • Proje yaptırma işi ciddiye alınmalı, mimarlık ve mühendisliğe gereken önem yapımın her aşamasında verilmelidir. • Yapı denetim sistemi ıslah edilmeye muhtaçtır. Düzeltilerek yaygınlaştırılmalıdır. • Mesleki sorumluluk sigortası meslek Y İ S adamları için zorunlu kılınmalıdır. • Mimarlık ve mühendislikte yetkinlik (akreditasyon) düzeni AB normlarında kurulmalıdır. • Mimarlık ve mühendislik okullarının akreditasyon sistemi kurulup işletilmelidir. • İnşaat müteahhitliği başıboşluktan kurtarılmalıdır. • Kamu İhale Düzeni ciddi bir şekilde ele alınmalıdır. Kamu yapılarının uğradığı hasarların çarpık kamu ihale düzeninden kaynaklandığı açıktır. • Başta “azman kent” İstanbul olmak üzere, büyük şehirleri daha da büyütmekten, nüfuslarını arttırmaktan, kent merkezlerini daha da yoğunlaştırıcı girişimlerden kaçınılmalıdır. • Yoğun yerleşmeli bölgelerde deprem sonrasında sığınılabilecek yeşil alanlar yaratılmalıdır. • Kentsel dönüşüm projeleri bilimsel şehircilik ilkeleri kapsamında ele alınmalı, ranta dönüşüm projeleri haline gelmemelidir. • Deprem sonrasına yönelik planlama, organizasyon ve eğitim çalışmaları mahalleler bazında, o yörede yaşayanları kapsayacak şekilde başlatılmalıdır. • Depreme ilişkin olarak hükümetçe çıkarılması tasarlanan yasanın bir “Olağanüstü Hal (OHAL)” yasasına dönüştürülmemesi için özen gösterilmeli; yasa hazırlanırken “Yaptım oldu, yıktım oldu” anlayışından kaçınılmalıdır. Aslında burada sıraladıklarımız, deprem riski olmasa da zaten şehircilik, mimarlık ve mühendislik mesleklerinin doğru uygulanması adına yapılması gerekenlerdir. Düzce ve Kocaeli depremlerinden sonra, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deyişi dillere pelesenk olmuştu. Van’da her şeyin yine eskisi gibi olduğu görüldü. Türkiye için depremler sürpriz değil, periyodik olarak tekrarlanıyor. Uzmanlar, “geliyor!” diye sürekli bağırıyorlar. Kısacası deprem, “geliyorum” diyor. Daha ne desin? İstanbul için zaman daralıyor. Artık, yıllar değil, günler önemli. Ülkeyi yönetenlerin ve bütün ilgililerin her akşam kendilerini sorgulamaları gerekiyor, “Depreme karşı bugün ne yaptım?” diye. Parmak... Meclis’te parmak tartışması; İçişleri Bakanı’nın avucunu yumup sadece orta parmağını havaya dikmesiyle başladı... Karşı taraf da yaptı... Ama o kadar iyi olmadı... Bunun nedeni İçişleri Bakanı’nın yeterince Amerikan filmi seyretmiş olmasıydı... ? Bu taraf “Bize parmağını çıkarttı” diye itiraz etti... Başkan eğilip baktı: Evet parmak oradaydı... ? Parlamento’da beş parmak birden kaldırılınca bir şey olmuyor... Tersine “evet” ya da “hayır” anlamına geliyor ki... Kanun çıkıyor... Ama ortadaki tek kalkınca hır çıktı... Normalde kimse kimsenin parmağına öyle bakmaz... Ama böyle olunca tüm milletvekillerinin gözü bakanın parmağına kilitlendi... Kalktı kalkacak... ? Tarihte parmağın önemi Roma arenalarında başlar... Gladyatörler savaştığında, yenilenin öldürülmesi ya da bağışlanması imparatorun parmağının yukarı, aşağı olması ile belirlenirdi... Romalılar gözlerini parmağa dikerlerdi... Ama o baş parmaktı... Bu orta parmak... ? Gerçi mana itibarıyla aynı sayılır: İçişleri Bakanı resim yapmayı, şiir, makale ve fıkra yazmayı, şarkı söylemeyi de terör kapsamına aldı... Teröre destek verenleri saydı: “Resimle destek veriyor, şiirle veriyor, günlük makale yazıyor, fıkra yazıyor, araya bir şarkı sokuyor...” İçişleri Bakanı sanatı terör kapsamına aldığına göre, gereğini yaparlar artık gladyatörler... Parmak aşağıya doğru yani... ? Bu yeni Bakan ile birlikte “açılım” da kapandı zaten... 2002’den çok önce bile Başbakan’ın yakın arkadaşı, iyi tanıdığı birisi bu İçişleri Bakanı.... Bilinçli olarak oraya getirildi... Yanaşmalar kaç yıldır “açılım” beklerken... Orta parmağını gösterdi bu... İyi oldu... ? Muhalefet ise “Bize parmak gösterdi” dedi... Gösterir... Siz de parmağı bile bile... Gidip oturdunuz ya... ‘Suçluyorum!’ Abdullah TUNÇEL Mimar 13 Ocak 1898 tarihinde Fransa’nın L’Aurore gazetesinde J’accuse (Suçluyorum) başlıklı bir yazı yayımlandı. Emile Zola yazmıştı yazıyı. Zola bu yazısında Fransa’da sürdürülen ve Alfred Dreyfus isimli subayın “vatan haini” olarak mahkum edilmesi ile sonuçlanan bir yargı sürecini yerden yere vuruyor, kendisinin de bu yazı nedeni ile “vatan haini” olarak suçlanacağına aldırmadan “aydın sorumluluğunun” gereğini yerine getiriyordu. Yüzyılı aşkın bir süredir uluslararası planda “hukuk” kavramının temel taşlarından biri olarak kabul edilen “Dreyfus davası” süreci şöyle bitti: Fransa Devleti (yineleyelim: Fransa Devleti!) Dreyfus’a “af” önerdi. Dreyfus ise “Hayır!” dedi. “Af istemiyorum! Mahkeme kararı ile aklanmak istiyorum!”..... ve Dreyfus, hakkındaki tüm suçlamalardan aklandı! Eğer Emile Zola bugün Türkiye’de yaşıyor olsa idi, şu anda sürüp gitmekte olan Ergenekon, Balyoz... vs. davaları konusunda yazı yazmak gereği duyar mıydı ya da duymaz mıydı bilmiyoruz. Özel yetkili mahkemeler adı verilen kurumların ve bu kurumlarda görevli olan hâkimlerin ve savcıların çalışmaları üzerinde yazı yazmak gereği duyar mıydı yoksa duymaz mıydı onu da bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu davalar konusunda ülkemizde yaşanmakta olan yargı sürecini (!) ülkemizin ve dünyamızın mizah ustaları ele alıp gelecek kuşaklara taşıyacaklarıdır. Bu yazıyı okuyacak olan “hukuk” insanlarına birkaç soru sormak gerekiyor: 1) Öğrenim gördüğünüz yıllarda Dreyfus sürecini okudunuz ve üzerinde tartıştınız mı? 2) Eğer okudu iseniz, Dreyfus’u suçlayan savcıların ve de onun hakkında “mahkumiyet” kararı veren hâkimlerın herhangi birinin adını hatırlıyormusunuz? 3) Dreyfus’un mahkemeye gitmesini sağlayan “siyasi”lerden herhangi birinin adını hatırlıyor musunuz? 4) Bugün Dreyfus bir “sembol’ olmuş durumda. Emile Zola da öyle! Peki o dönemin “hukukçu”ları neredeler? O “hukukçular”ın çocuklarının üstlendikleri mirasın ne denli ağır bir miras olduğunun bilincinde misiniz? 4) Ülkemizde sürüp gitmekte olan “yargı süreçleri” konusunda ne düşünüyorsunuz? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle