Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA CUMHUR YET 4 EYLÜL 2011 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI Son Aşk Günleri Uzun bayram tatili bitti. Biraz nefes aldık, aldık mı? Oğluna sarılamayan Ferhat Tüzel’in annesi Hayat Hanım’ın çok haklı yakınması, gene dur durak bilmeyen kadın ölümleri, barış için yürüyenlere “alın size barış!” diye hunharca polis saldırısı... Neyse hâlâ tatilin son günü, üstelik pazar, düşündüm son aşk günümüzde, aşk üstüne birkaç önemli kelam etmezsem, kendimi İslahiye kayalıklarında, gün boyu Fırat’ın azgın sularını seyreden kelaynaklar gibi hissedeceğim. Vallahi epey zamandır, kelaynaklığı bırakmak için kendiyle mücadele eden biri için bu hiç de iç açıcı bir durum değil. Öyleyse kelama başlayalım efendim. Arada sırada aşk üzerine laf ederim ya, dün birdenbire müthiş bir şey keşfettim. Bu aşk denilen şey, aslında garip bir biçimde bizim yitirme duygumuzu besliyor. Galiba epey şaşırtıcı bir biçimde işe başladım, açıklayacağım. Kendimden başlıyorum, oturdum, beni en etkileyen aşk hikâyelerini tek tek gözden geçirdim ve hepsinde aynı duyguyu yakaladım ve bir itiraf, kendimi de aşağı yukarı bu sularda yüzerken buldum. Örneğin Babu adlı muhteşem bir İtalyan filmi hemen aklıma düştü. Hikâye, frenginin tedavi edilmediği, sonun akıl hastanesinde bittiği zamanlarda geçiyordu. Hikâyenin kişileri son derece sıradan insanlardı, kız çok güzel ve çok genç bir fahişeydi ve pezevengi Babu’ya delicesine âşıktı. Babu ona her şeyi yapıyordu, elindeki parayı alıp başka kadınlarla yiyordu, canı istediğinde şiddet uyguluyordu ama bizim küçük fahişemiz ona âşıktı. Bütün bir hafta içinde hasretle beklediği tek an, Babu’nun ona ayırdığı daha doğrusu onunla lütfen sevişmeyi kabul ettiği zamanlardı. Sonra Babu bir başka fahişeden frengi kaptı ve genç, güzel sermayesinden uzaklaşmayı seçti. Çünkü frengi bir fahişe için ölüm demekti ve Babu tek sermayesini gözden çıkaramazdı. Ama Babu, fahişesinin aşkını hesaba katmamıştı ve sonunda genç fahişe sadece Babu’nun aşkını yeniden kazanabilmek için, gönüllü bir kurban gibi frengiyi içine aldı. Sonun akıl hastanesinde bittiğini bilerek. İşte size aşk gibi bir aşk. Nedense aşk bahsinde aklıma hep filmler geliyor, sağda solda aşka benzer herhangi bir şeye pek rastlamadığım için olsa gerek, tamam abarttım, ama tezimi destekleyecek bir film var ki, anlatmadan olmaz... Gene bir İtalyan filmi, geçmişin bütün görkemini barındıran, herkesin herkesi tanıdığı, oldukça tutucu bir İtalyan kasabası. Kasabanın tek eczanesini, kentin kalburüstü kişilerinden sayılan orta yaşlı, güzel bir kadın işletiyor. Kadının on sekiz yaşlarında bir kızı var ve kasabanın belediye başkanıyla evli. Film bu ya, bir gün kasabaya, çok yakışıklı, biraz marjinal bir adam gelir ve kasabanın tek eczanesine girip iş ister, işi alır ve film başlar. Orta yaşlı eczane sahibi çok geçmeden, adamın çekim alanına girer ve iki kişi arasında cinselliği ağır basan bir ilişki başlar. Ancak ilişki ilerledikçe kadın her şeyi göze alacak kadar adama âşık olur, adam içinse kadın sadece kullanılacak bir malzemedir. Çok geçmeden adamın talepleri başlar. Para ister, kadınla ilişkisinin tüm kasaba tarafından duyulması için elinden geleni yapar. Kadın giderek kasaba içinde tüm statüsünü, tüm saygınlığını yitirmeye başlar. Ama bu onun umurunda bile değildir. İstediği tek şey, o yakışıklı adam ve yaşadığı ilişkidir. Adamın taleplerinin sonu yoktur ve sonunda kadından kızını ister. Kadın artık aşk denilen o garip girdabın içinde, en dibe gitmeye hazırdır ve kızını kendi eliyle âşığına sunar. Ve ardından intihar eder. Efendim yazımın başında ne demiştim, aşk bizim en çok yitirme duygumuzu besler. Bir düşünün, neden hepimiz şu sözleri pek severiz: “Mutlu aşk yoktur.” Neyse ki uzun tatilin de tetiklediği son aşk günümüze geldik. Bakalım, bizleri ve şu güzel ülkeyi, neler bekliyor. Bir züğürt tesellisi, nelerin beklediğini hiçbirimiz bilmiyoruz, gün olur, devran döner. Amundsen’in batık gemisi B u Norveçlilerin parası çok galiba; de bunun kuzeyi var, dur bir MAN TOBA harcıyacak yer arıyorlar... Şimdilerde de oraya gidelim” demesi milyon dolar harcayıp bir enkazı yerinden üzerine varılan Kuzey kaldırmak hevesindeler! Norveç’in ulusal Kutbu’na, yıllar sonra bir kez kahramanı olan kutuplar kâşifi Roald daha gitmek istediğinde Amundsen’in Kanada’nın ArktikKutup dümenine geçtiği geminin adı MAHMUT Buz Denizi’nde batırdığı, daha doğrusu The Maud’dur. ŞENOL buzullara saplayıp yarı yarıya sulara Buzul kırma ve buz denizine gömdüğü ve halen orada buz kesmiş dayanıklılık özelliği olan 37 geminin peşine düştüler. Gemiyi kıyıya yakın metrelik gemi, o sırada Norveç’e kraliçe olan yerdeki buzul gömütünden almaya izin İngiliz sarayından gelme Maud Charlotte çıkarabilirlerse, Norveçli mühendislerin çılgın Mary Victoria’nın adını taşımaktaydı. Gemi bir planı var: Batığı, balonla havaya kaldırıp, 1918’de Oslo’dan yola çıkıp 6 sene süreceği zeplin gibi uçurup, okyanusu aşarak çıkış tasarlanan Kuzey Kutbu seyahatine demir limanına geri taşıyacaklar; havadan... 1930 alırken Kaptan Amundsen hariç elli yılında resmen battığı belirtilen The Maud adlı kişilik mürettebat, her duruma gemiyi Kanada hükümeti ulusal arkeolojik yönelik olarak bol teçhizat ve miras diye geri vermek istemezken, Norveç gıda maddesi taşıyordu. Amaç tarafı baskı yapıyor. Bugünlerde buna dair Kuzey Kutbu’na giden en savaş iyice kızıştı. Norveç basını ve kestirme yolu bulmaktı. kamuoyunu bilmem ama Kanada’da en ufak 1918’de başlayan kasaba gazetesine kadar bütün basın hop oturup serüven birçok aksilik, hop kalkıyor, Kanadalılar seksen yıldır maceralar ile devam karasularında yatan gemiyi vermek istemiyor. ederken gemiye sahip Amundsen’in 191012 arasında üşenmeyip, olan armatör, “Bu eksi 60 derecede olan Antarktika’daki Güney kadar harcama yeter, Kutbu’na kadar ulaşıp keşfettikten sonra, “Bir gemiyi satıyorum, saaaattım” diye, Amundsen’e haber dahi vermeksizin The Maud’u bir başka armatöre 1925’te devretti. Böylece seyrüsefer durduruldu. Telsiz emriyle geminin derhal en yakın limana geri gelmesi isteniyordu. Amundsen’in bunu hazmedemediği sanılıyor da onun “Öyle mi, alın o zaman geminizi!” diye The Maud’un burnunu buz dağına çevirdiği söyleniyor; ama bu bir rivayettir. Keşif gemisi, seyir ve oşinografi diliyle aktarılırsa, 72 derece 41 dakika kuzey enleminde buza bindirir, paramparça olur, ne ki karaya yakındırlar, kara dediğimiz zaten her tarafıyla buzdur... Buzlarla bata çıka yürümeye koyulur mürettebat ve işte ondan sonra asıl felaket gelir. Ekiptekiler yaşamını yitirir, Amundsen’in cesedine dahi ulaşılamaz. Gemi, orada uzun uykusuna yatar! 1930’da geminin yeri bulunacak ve resmen battığı, denizcilik Lloyd çevrelerince onaylanarak kayıtlara geçecektir. Batık dibe batmaz, buza saplanmıştır, ortalıktadır! Seksen beş yıldır, neredeyse bir asırdır orada yatan gemi son zamanlarda turistik gezilerle Kanada’nın Cambridge Körfezi’ni gezmeye gelen seyyahlara gösterilmekteydi. Gemiye çıkış yasaktı, zaten çıkmaya yürek isterdi. The Maud, Kanada sahil güvenliği tarafından korunuyordu, ama birkaç yüz metreye kadar yaklaşan turistler, özellikle Norveç’ten gelen meraklıları bu tarihi gemiyi seyrediyor, çevrede patlamış mısır satan yerliler Eskimolardan alışveriş yaparak para bırakıyordu. Öte yandan Norveçliler de gemiyi oradan kaldırmaya yeminli gibiydi, bu amaçla kurulan dernekler, organizasyonların ardı arkası kesilmiyordu. En sonunda para babalarından yardım alındı ve Norveç mühendisleri dâhiyane bir plan yapıp gemiyi oradan nasıl taşıyacaklarını dahi tasarladı. Yerinden oynatıldığı anda kırk bin parçaya bölünecek durumda kalmış enkazı hava balonlarıyla, bir bebeği sarıp sarmalar gibi özel kundağa alıp havadan binlerce km. yol yaparak Norveç’e getireceklerdi; Kanada hükümeti izin verirse... Ancak Kanada’nın kesesi açık vermiyor, o nedenle kendisine önerilen paralara yüz çeviriyordu. Cambridge Körfezi kentinin belediye başkanı Syd Glawson, “Kanada’nın ulusal arkeolojik değeridir, asla geri verilemez” diyor, başkent Ottowa’dan da federal desteği alıyordu. Kanada hükümeti, The Maud bizimdir bizim kalacak sloganı peşindeydi. Bu arada, National Geograpic gibi dergikurumların desteklediği enkazı taşıma projesi bir yandan televizyoncuları, sinemacıları da heveslendirmekteydi. Konu sıkıntısı çeken yapımcılar için ballı börek bir işti bu... 37 metrelik bir deniz ölüsü, gacır gucur tahtaları, sac ve aksamıyla havalanacak, koca okyanusu Kanada’dan Norveç’e kadar 4 adet balonla havalandırılarak taşınacaktı. İtirazlar özellikle bu alanda genişlemekteydi. Norveç mühendisleri ise “Ohoo, bu da iş mi? Biz daha eski bir gemiyi bile taşıdık” diyordu. Gerçekten Norveç mühendisleri, kendi kuzeylerinde batan bin yıllık bir Viking gemisini buna benzer bir yolla taşımışlardı. Bütün bu haberler bana, gazeteciliğimize usta olan Özgen Acar’ı ve onun Anadolu’dan aşırılmış tarihi eserleri geri getirtmek üzere olan çabalarını anımsatıyor. Az didinip uğraşmadı Özgen Abi, son taşına kadar sökülüp taşınmış, Bergama’daki Zeus Tapınağı gibi nicelerini geri getirmek üzere... N’apsak! Yoksa, British Museum’daki Efes’e ait Artemis Tapınağı’nı oradan balonlarla alıp uçuruversek mi? msenol34@yahoo.com Takımadaları keşfediyoruz emmuz ayında genellikle sabah gelmiş ertesi sabah da Akdeniz kıyılarına tatile dönecekmiş. “Seninki gidilir. Biz ise ailecek Almanya’da kaldı, bugün özellikle temmuz ayında dinlenecek” dedi. Babalık Stockholm’de kalmayı tercih duygusu galiba içim “cız” ediyoruz. Bizim için temmuz etti. Mehmet mültecilik keşif ayı özelliği taşıyor. yıllarının eziyetini çekerek Öncelikle Stockholm büyüdü. Konservatuvarın Takımadaları olmak üzere, birinci sınıfından itibaren ilginç yerlere keşif gezileri sürekli bir yerlerde çaldı. Ne yapıyoruz. Son yıllarda adaların keyfini çıkardı ne sürekli tekrarladığımız için tatilin. Bu çalışmalarının bunu sanki bir gelenek haline semeresini iyi caz çalan bir getirdik. İnsan acaba grup kurarak ve sadece yaşlandıkça mı doğayı daha kalburüstü müzisyenlerle çok sevmeye, bu tür keşif çalarak, adaları olmasa da gezilerinden zevk almaya dünyayı gezerek ve de takdir başlıyor diyemeyeceğim. 13 edilerek çıkarıyor ama baba yaşındaki küçük oğlum olarak, onun, çocukluğunu Oktay’ın duyduğu heyecan kardeşi gibi yaşayamamış benden daha fazla. Şimdiden olmasından hayıflanıyorum. 2012’nin planlarını yapmaya Hatta, suçluluk duyuyorum. başladı bile. Gezmek, Neyse ki Nils, sahne görmek, yeni şeyler anektodları ve seyahat öğrenmenin yanı sıra bu anılarından söz ederek gezilerin bizim için ilginç yolculuğumuzu renklendirdi yanlarından biri de bizimle de içimdeki yaranın daha aynı zevki paylaşan başka fazla acımasını önledi. ülkelerden insanlarla İskelede onlardan ayrıldık. karşılaşıp sohbet etmek. Bu Sahilde biraz gezindik. yıl da Çin, Japon, Rus, Yıllarca önce yabancı Brezilya, İspanya, İtalya ve gazeteciler için düzenlenen Yunanistan’dan gelen bir gezi ile buraya gelmiştim. turistlerle gemilerde, Sanki hafızamdan tamamen restoranlarda, kafelerde silinmiş. Sahil pırıl pırıl ince sohbet ettik. İlginç kum, yat limanı gözlemlerimizden ağzına kadar STOCKHOLM biri de birçok doluydu. Yatların turistik bölgede büyük çoğunluğu Türklerin bayağı İngiliz bayrağı iyi restoranları taşıyordu. işletmeye başlamış Sahilden içeriye oldukları. Bu yıl doğru gidince dar OSMAN İKİZ keşif gezilerimize sokakların iki Stockholm yanına dizilmiş Takımadaları’ndan İsveç kırmızısı ve İsveç sarısı Sandham’la başladık. evleriyle ada sanki minyatür Sandham, yazılı bilgilere müzesini andırıyordu. göre Stockholm’ün 49 Tepeye çıkınca aşağıda plajı kilometre doğusunda; ama gördük. Sanki Yörük Ali her nedense o yöndeki Plajı’nı getirip oraya adalara giderken hep kuzeye koyuvermişler gibiydi. doğru seyrediyormuşuz Limanla, plajı ayıran sırttan hissine kapılıyorum. Adalara denize doğru yürüyüp üstü yolculuk için bazı pratik yassılaşmış kayaların bilgilere de gerek var. üzerinden çevreyi seyrettik. Örneğin Sandham’a giderken Acıkmıştık, limanın birçok adaya uğrayan küçük bulunduğu körfezdeki adanın gemilere binilecek olursa tipik İsveç restoranına gittik. yolculuk dört saat sürüyor. O ne karşımızda Toni. Ama sadece birkaç adaya Herkes Toni dediği için biz uğrayan ve daha süratli de öyle diyoruz ama istersek gemilerle bu yolculuk iki İbrahim de diyebiliyoruz. buçuk saate iniyor. Bu ön Kışları Stockholm’de hazırlığı Oktay yapıyor. “Kahve” adlı kafeyi Sandham yolculuğu sırasında işletiyor, yazları da burayı gemide ünlü müzisyen Nils yönetiyormuş. Stockholm’de Landgren’e rastladık. Prof. espresso içebildiğim birkaç unvanlı tromboncu eşiyle bir yerden biri “Kahve”. Çok geceliğine arkadaş ziyaretine becerikli çocuk. Bu kış gidiyormuş. Büyük oğlum sürprizi olduğunu söyledi. Mehmet onun grubunda İbrahim’le karşılaşmak çaldığından önceki gece hoşumuza gitti. Oktay’ın Almanya’da olduklarını daha da hoşuna gitmiş ertesi günü gene Almanya’da olmalı. Biftek tabağı çalacaklarını da biliyordum. tepeleme kalem patatesle Başka fırsat olmayacağı için doluydu. sırf Sandham gezisi için bir geceliğine Almanya’dan o osman.ikiz@gmail.com T Ölümlerde mafya şüphesi BELGRAD (AA) Sırbistan’da bir Türk ailenin perşembe günü ülkenin kuzeyindeki Voyvodina eyaletinde geçirdiği ve 2 kişinin öldüğü kazanın sürücünün hatası sonucunda meydana gelmediği öne sürüldü. Sırp gazetesi “Kurir”de yapılan haberde, bir görgü tanığının “Aracın tekeri eksikti. Türk ailesinin dinlenmek için durduğu yerde tekerdeki somunların gevşetildiğine inanıyoruz. Böylece yardım istemeye mecbur bırakılmışlar” sözlerine yer verilerek, yol mafyasına dikkat çekildi lk büyükelçi Türkiye’den Haber Merkezi Kaddafi sonrası Libya’ya ilk büyükelçiyi Türkiye atadı. Türkiye’nin Trablus Büyükelçisi Ali Kemal Aydın, muhaliflerin kentin yönetimini ele geçirmesinden sonra başkentte göreve başlayan ilk büyükelçi oldu. Aydın, “Hür Libya’nın Türkiye’den gelen ilk büyükelçisi olmaktan da gurur duyuyorum” dedi. laska’ya ilk gidişimle Nisan 2010’da buraya yerleşmemiz arasında geçen zamanda öyle çok şey oldu ki, ilk yazımla ikincisi arasındaki ilmeği nasıl atacağımı düşünüp durdum. Doğası, kültürü, tarihiyle çok renkli olan belki hiçbir zaman bilemeyeceklerini Alaska’yı anlatmaya başlamak ve bu de ve en önemlisi insandan aralar her yerde rastladığımız milyonlarca yıl önceden beri var olan ayılardan ve somonlardan söz etmek yunusları, kuşları koruyabileceğine en doğrusu olabilirdi. Şimdilik sadece inanmalarının saygısızlık dahi burası “kuzeyde bir yer” desem, en azından bir kısmınız bu güzel diziyi de sayılabileceğini de bilirler. Tüm bu bilmelerin ve bilmemelerin içinde hatırlayıp hoşgörür müsünüz? boyunlarını biraz eğerler ve ne Alaska’ya isteyerek değil zorunda yapmaya çalışıyorsa bunu, tüm el kaldığımız için yerleştik. Öykümüzün ülkemizin içinde bulunduğu karanlıkla uzatanların elini tutarak yaparlar. Sadece “nasıl” ve “neden” sorularını çok ilgisi var. Artık bizi bir insanın cevaplamak için değil, müziğini “ne” yaptığından çok “nasıl” yaptığı ilgilendiriyor. Ancak hem bilimde hem dinlemek için de doğaya koşarlar ya, çok gürültücü değillerdir. Burada sanatta, yapılan işlerin bir anlamda balinaları karadan bile görebilirsiniz. “çocuk” olduklarını ve “insanlık Kimi zaman namına” onları doğuranlardan ALASKA sadece duyarsınız. bağımsız olarak değerlendirilmeleri Nefeslerinin gerektiğinin de bilincindeyiz. Bir sesini… Yaşamı insan karpuza bayılabilir, diğeri özetleyen sesi. sevmeyebilir. Zorla karpuz yenir mi? Geçen yıl kıyıdan Şarkılar, filmler biraz da karpuz sevip sevmemeye benzer. Ya yunus, ÖZGÜR KEŞAPLI uyuyan bir balinayı kuş sevmek? Onları araştırmak, hele DIDRICKSON dinlemiştim. Ağır korumak? Karpuz sevmez ne ağır nefes alışı karpuzu yetiştirene ne de karpuza nefes aldırtmıştı. Bunca yer gezdikten saygısızlık yapıyor sayılmaz, ancak sonra bile çok güzel olduğunu kuşlar, yunuslar birbirine çelme düşündüğüm için kendimi dünyanın en takarak araştırılamaz. Bilimsel ahlaka mutlu insanlarından saydığım sığmaz. Gerçek bilim insanı, dünyanın memleketim Burhaniye, çok yuvarlak olduğunu söyleyen rüzgârlıdır. Havanın sürekli meslektaşının ağzını kapatmaya temizlenip, yenilenmesine alışık çalışmaz. Yobazlar, cahiller yapar olduğum içindir belki, havasız sadece bunu değil mi? Gerçek bilim yerlerde iyi hissetmem kendimi. Hele insanları meslektaşlarına kızabilirler, bir de pis ve ağır bir koku varsa. Böyle yanlışa düştüklerini düşünebilirler durumlarda ya pencere açmalı ya da ancak yanlışlarla “meydanda” ve dışarı çıkmalıyım. Ülkemizde beyin “kılıçla” savaşmayı yeğlerler. göçünden çok söz edilir ama Yunusları, kuşları korumak isteyenlerse sevdikleri yaban hayatı iyi göçmeyen beyinler pek görülmez ve desteklenmez. Ekonomik sorunlar tanıdıkları için bu görevin üstesinden içinde debelenirken bir de kalkacak kadar şey bilmediklerini de, A x’aséikw! FES’ AŞAM, NE ‘Y havasızlıktan ölecek değildik, işte biz de Alaska’ya geldik. Alaska’da mutsuz olmak için özel çaba harcamak gerekir bence ve birileri sizi üzerse Alaska çok güzel iyileştirir. Dokuz yıl topraklarından uzak yaşamış Jno’nun kuzgunlarına, sarı sedirine kavuşması az mutluluk değil. Geçenlerde bana “Benden çok olmadığını biliyorum ama bu kadar önemli olduğumu bilmiyordum” diyen yeğenim Rüzgâr ve buraya yerleşmeden önce en fazla dört ay ayrı kaldığım ailemden uzak olmak ise çok zor. Sevgili Mustafa Balbay’a gönderdiğim ilk mektubumda yeğenimi her özlediğimde kendisinden güç aldığımı yazmış olmalıyım. Üstelik aylar önce talep ettiğim ülkemi ziyaret hakkıma hâlâ kavuşamadığım için (Türkiye’de kalma kararı alınca iptal ettiğimiz göçmen vizesi kâbusunu yeniden yaşıyoruz) ben de Alaska’da hapisim bir anlamda! Burada yaptıklarımız (geçenlerde yarasalara radyo vericisi taktık) elde değil bazı acıları hortlatıyor, öfkelendiriyor. Nefes almak için doğa tek başına yetmiyor. Evdekilerden can havliyle şiir kitabı istemiştim. Bu sabah annemin gönderdiği paket geldi ve içinden “Benim öfkem gecelerin beyidir” çıktı! Dün yazımın son taslağına “x’aséikw’ başlığını koymuştum. Tlingit dilinde “yaşam, nefes” demekmiş diye. Minik şiir kitabının içinden de “nefes” isimli bir şiir çıkmaz mı? Meğer sevgili Memet Fuat’ın “Sözünü sakınmaz ama iyiliğinden, sevgi dolu yüreğinden de hiçbir zaman kuşkuya düşülmez bir ozan” olarak tanımladığı sevgili Can Yücel, günün birinde “bir ses geldi/ bir ses geldi içimden/yaşamak ne kadar güzel bir nefes” diye yazmışmış. ozgur@kanatlibalina.org C MY B C MY B