19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 18 AĞUSTOS 2011 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tutuklu ya da Hüküm Giymiş Milletvekilleri ve 12 Eylül Hukuku Her Kitap Bir Dünya Üzülüyorum... Bunca değerli kitabı bir arada görünce... Genç olsam da yeterli olamazdım. Bir kitap, bir yeni dünyadır. Bunu her kitap için de söyleyebilirim. Hele masamın üstündekiler, okuyacak insanları bekleyen apayrı değerler... Önce Onur Öymen’in “Demokrasiden Diktatörlüğe”si... Şu günlerde ilk okunacak bir kitap. Hem anılar hem de gerçek yaşantılar, daha doğrusu içinde çırpındığımız toplumsal çelişkilerin, değişmelerin sergilenmesi... Ferit İlsever’in “Kontrgerilla ve Örgütlenmesi”nin ikinci cildi de çıktı. Kaynak Yayınları’nın toplumsal gerçeklerimizi aydınlatan nice kitaplarından biri daha... Yıllardır konuşulan, bir türlü çözümlenemeyen... Erol Toy’un ‘Hoca Efendi’si bir roman... Ama güncel gerçeklerin hikâyesi. Usta bir anlatımla okuru değişik bir dünyaya götürüyor. Hangi sayfasını açsam, alıp beni sürüklüyor! Hem öğretici hem de duygulandırıcı... Şu günlerin dillerde, kalemlerde dolaşan sorunu, ‘Eksen Kayması’. Bir kayma var, hep görüyoruz. Atatürk Cumhuriyeti bir yerlere doğru kayıyor. O yer, bir gerilik batağı! Bile bile mi oluyor bu tersine akış? Seçimler kazanmak, tarihsel gelişi altüst edecek kadar güçlü olabilir mi? Prof. Erol Manisalı önsözde şöyle diyor: “Her ne kadar olaylar güncel boyutları ile işlenmiş ise de geriye ve ileriye doğru bağlar kurulmuş ve projeksiyonlar yapılmıştır. Kitapta yer alan yazılar, uzun bir zaman dilimine ışık tutacak niteliktedir.” “Giderayak”... Öğretmen Nâzım Bayata’nın bütün bir yaşantıyı içtenlikli bir anlatımla okurlara sunması. Çocukluktan yaşlılığa giden uzun bir sürecin içinde geçen yaşamöyküleri. Hepsi gerçek, hepsi yaşanmış... Bize de yaşatıyor kendi yaşantısını anlatır gibi... Bir kez daha sözünü etmek istiyorum, İlhan Taşcı’nın Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan “İlahi Adalet”inden... Bu, yargının siyasallaşma günlüğüdür. Bir öykü gibi anlatılan Türkiye’nin yargı dünyası... Bitip tükenmeyen yargılanmalar, kanıtsız suçlanmalar... Yazar kitabında “Yakın tarihi ve yakın geleceği somuta indirgendiğine göre nereden başlamalı” diyor, ama bütün hızıyla günümüzün en önemli, hem de yaşamsal konusunu dört başı mamur biçimde işliyor. Edebiyat unutulur mu? Şiir, öykü, roman... Gündelik sıkıntılar geçip gider, yerine yenileri, hatta daha beterleri gelir, ama edebiyat adamı onları tarihe mal edecek nitelikte ölümsüzleştirir. Gelecek kuşaklara sunar. Sözünü etmem gereken kitaplar öyle çok ki. En iyisi, bu belli bir değer taşıyan kitapları başka bir yazıya bırakmak... Yalova’nın Müstakbel Atıkları ve Dilovası Fatma ES N alova yöresine yeni bir tesis: Kimyasal Atık Depolama Tesisi! Tesisin sahibi: Uluslararası VOPAK isimli bir şirket. 150 dev tanktan oluşacak bu tesiste ne depolanacak? Avrupa ülkelerinin kendi ürettikleri, fakat ülkelerinde kalmasını istemedikleri kimyasal atıklar! Başka bir deyişle Avrupa ülkelerinin insan sağlığına zararlı çöpleri! Böyle bir tesisin Yalova ve çevresinde toprak, su, hava kalitesini olumsuz etkileyerek tarımdan balıkçılığa, dolayısı ile insan sağlığına onulmaz zararlar vereceği açık. Üstelik bu bölgede deprem riski büyük. Olası bir deprem sonrasında olacakları düşünmek bile korkutucu. Nedir bu diğer olay? Dilovası olayı! Ne olmuş Dilovası’nda? Kısaca özetleyelim: Dilovası Marmara Bölgesi’nde bir sanayi bölgesi. Ama kontrolsüz bir sanayi bölgesi. Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ise Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı. Prof. Hamzaoğlu, dalının kendisine yüklediği sorumlulukla Kocaeli Bölgesi’nde yaşam, çevre ve sağlık sorunlarını araştırırken özellikle Dilovası’nda kansere bağlı ölümlerde, ortalama değerlerin çok üstündeki fazlalık dikkatini çekmiş. Araştırma sonunda elde ettiği somut değerleri yerel ve ulusal bilim çevrelerine ve siyasilere duyurmuş. Ayrıca çözüm önerilerini içeren bir dosyayı da 2006 yılında TBMM’ye sunmuş. Sunduğu çözüm önerilerinin uygulanmasını beklerken de boş durmamış, anabilim dalındaki diğer akademisyen arkadaşları ile daha kapsamlı ve bilimsel araştırmalara başlamış. Bu araştırma sonucunda olayın korkunç yüzü ortaya çıkmış. Yeni doğan bebeklerin ilk kakalarında ağır ve zararlı elementlerin varlığı saptanmış. Sorumluluğun gereği araştırmayı daha da derinleştirince, çocuklarını emziren annelerin sütünde çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadminyum tespit edilmiş ve bu bilgiler basın yolu ile kamuoyuna duyurulmuş. İşte bundan sonra olanlar olmuş! Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye Başkanı Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na bir şikâyet dilekçesi verip profesörün yargılamasını talep etmiş. Gerekçe şu: Profesör bulguların geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlayarak, korku ve panik yaratarak, halkı kin ve nefrete sürükleyerek bölücülük suçu işlemiş. Savcılık da bu dilekçeyi, söz konusu suçun incelenmesi gerekçesi ile Kocaeli Üniversitesi’ne göndermiş. Kocaeli Üniversitesi tarafından şimdi Sayın Hamzaoğlu hakkında ceza soruşturması başlatılmış. Bu kadarla da kalınmamış. İşin içine YÖK de girmiş. Önce Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı aynı gerekçelerle YÖK’e bir yazı göndermiş. YÖK de bu yazıyı, gereğinin yapılması isteği ile Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ne! Rektörlük de bu istek üzerine Sayın Hamzaoğlu hakkında bir de disiplin soruşturması başlatmış!.. Bu koşulda Yalovalılara şans tanımak biraz fazla iyimserlik olmaz mı? Siyasal iktidarın akıl hocalığına soyunmuş üstat hukukçular, ideologlar, “yetmez ama evetçiler”, şimdi toplanın ve bir karara varın: Ya 12 Eylül Demokrasisi ya da Avrupa Demokrasisi. Ama 12 Eylül demokrasisini tercih edecekseniz, o zaman 12 Eylül’le hasaplaşma masalıyla milleti oyalamaktan vazgeçin ve içiniz kaldırıyorsa, 12 Eylül Hukuku’nun her alanda tepe tepe kullanılmasını seyredin. Prof. Dr. Fazıl SAĞLAM 2 Eylül yaklaşıyor. Hukuk ve özellikle yargı açısından 12 Eylül, tarihimizin önemli bir dönüm noktasıdır. Tabii bu bağlamda 12 Mart’ı da unutmamak gerekir. Ali Sirmen her iki tarih arasındaki yazılarını “Onikiden Onikiye Türkiye” başlığı altında kitaplaştırmıştı. 12 Mart, 1961 Anayasası’nı halkımız için lüks sayıp bugünün tohumlarını attı. Birinci On iki Eylül (12 Eylül 1980), hukukumuzu otoriter bir düzene dönüştürdü ve buna bağlı olarak bağımsız yargımızın kimyasını bozdu. İkinci On iki Eylül (12 Eylül 2010) ise, askersivil elbirliği ile atılan bu adımları ve AKP iktidarı döneminde onu izleyen süreci tamamladı. Bu süreç içinde hukuk, herkes için geçerli, objektif ve adil bir düzen olmaktan çıkmış, herkesin her hareketinin izlendiği kuşkusuyla yaşadığı zehirli bir ortam yaratılarak, hukuk devleti ilkesinin güven unsuru tahrip edilmiştir. İkinci 12 Eylül, bunu sonuçlandırmak üzere yargıyı siyasal iktidarın güdümüne bağladı. Siyasal iktidarın hukukçu ideologları buna süslü bir ad koydular: “yargının demokratik meşruiyeti”. Ama ortada bir paradoks var, ki göz tırmalıyor. Yargıyı siyasal iktidara bağlamayı “demokratik meşruiyet” olarak açıklayanların, sıra ulusal iradenin doğrudan tecellisine gelince, milletvekillerinin tutuklu kalması ya da milletvekilliği tutanağının iptal edilmesi karşısında dilleri tutuluyor. Yeni anayasa değişikliği sırasında 12 Eylül’le hesaplaşmaktan söz edenler, şimdi büyük bir pişkinlikle 12 Eylül hukukuna sarılıyorlar. 1 lunup da son genel seçimlerde milletvekili seçilmiş olanların tutukluluklarının sürdürülmesi, bu maddeye dayandırılmaktadır. Başka bir deyişle 1961 Anayasası yürürlükte olsaydı, o milletvekillerinin tutuklu kalmalarını sağlayacak hiçbir anayasal dayanak söz konusu olmayacaktı. Kısacası bu milletvekilleri, 12 Eylül hukukunun ve bu hukukun devamında siyasal çıkarları olanların kurbanı olarak tutuklu kalmaya devam etmektedir. Burada çözüm oldukça kolaydır. İktidar ve muhalefet partileri bir araya gelirler ve 1982 Anayasası’nın getirdiği ek istisnayı kaldırırlar. Böylece 12 Eylül hukukunun antidemokratik bir uygulaması daha gündemden çıkarılmış olur. Tabii bunu isteyen bir siyasal iktidar varsa. Bu çözüm, değerli dostum Hikmet Sami Türk’ün önerdiği yasal çözümü dışlamıyor. Ama daha köklü bir çözüm getiriyor. Hatip Dicle’nin durumu 2) Hatip Dicle’nin hukuksal durumu ise bu kadar basit değildir. Anayasanın 76/2. maddesinin orijinal metni, “ideolojik veya anarşik eylemlere katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biri ile hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler” kuralını içermekteydi. Bu kural, Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesini engelliyordu. 2002 yılında ana muhalefet partisinin de desteği ile bu engelin kapsamı daraltıldı. “İdeolojik veya anarşik eylemlere katılma” ibaresi metinden çıkarıldı ve yerine “terör eylemlerine katılma” ibaresi konuldu. Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi önündeki engel kaldırılmış oldu. Ne var ki yapılan bu değişiklik Hatip Dicle’nin milletvekili olmasını sağlayamıyor. Çünkü Hatip Dicle, “terör eylemini teşvik” kapsamında bir suçtan hüküm giymiş ve hüküm kesinleşmiş. Bu suç milletvekili olmaya engel. Öte yandan Dicle affa uğramış olsa bile milletvekili olamıyor. Affın bir çözüm getirebilmesi için “affa uğramış olsalar bile” ibaresinin anayasadan çıkarılması bir önkoşul. Ayrıca sorunu siyasal düzeyde çözecek olan affın, beklenen sonucu doğurabilmesi için, Dicle’nin milletvekilliğinin devam etmesi gerekiyor. Şu halde Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı, afla çözümün bile önünü tıkamış durumda. İşte size 12 Eylül hukukunun doğrudan ürünü olan bir başka sorun yumağı daha. 12 Eylül’le hesaplaşmaktan söz edenler, bunun altından nasıl kalkacaklar? Daha doğrusu “hesaplaşmayı” gerçekten istiyorlar mı? Bu yazıda YSK’nin kararının ayrıntısına giremeyiz. 12 Eylül kökenli çeşitli yasaların sistematik yorumuna dayalı bir karar. YSK’nin önceki kararlarıyla uyumlu olduğu da söylenebilir. Ancak ben bu kararda, anayasanın üstünlüğünün ve bağlayıcılığının gerektirdiği özeni göremiyorum. Anayasanın 84/2. maddesi açıkça “Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur” kuralını içermektedir. Evet, buna göre Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşmesi gerekir. Bu konuda anayasa yeterlidir. Anayasanın yeterli bir çözüm ürettiği yerde, 12 Eylül yasalarının, biraz da yapaylık izlenimi veren karmaşık yorumuna gidilmesi, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ile bağdaşmıyor. Çünkü anayasanın anılan maddesi, kesin hüküm giymenin seçimden önce ya da sonra gerçekleşmiş olması ile ilgili bir ayırım yapmıyor. Burada hukuksal sonuç, kesin yargı kararının TBMM’ye bildirmesiyle doğmaktadır. O zaman sormak gerekir: YSK kararına ne gerek vardı? Ama sonuca baktığımız zaman neden bu yolun zorlandığını anlamamız kolaylaşıyor. YSK kararı, seçmenin iradesine tamamen ters bir sonuç doğurmuş, onun yerine sıradaki AKP adayı milletvekili olmuştur. Oysa milletvekilliğinin düşürülmesi yoluna gidilmiş olsaydı, o zaman Hatip Dicle’nin yeri boş kalacak ve bu boşluk ara seçim koşullarına göre yine seçmen iradesiyle doldurulmuş olacaktı. Ya da yüzde on barajın caydırıcılığı olmasaydı, Dicle kendi partisinin listesinden seçime katılacak ve milletvekilliği tutanağının iptaliyle de, partisinin listesinde ondan sonra gelen aday milletvekili seçilecekti. Şimdi YSK kararının ulaştığı sonuca demokratik demek mümkün müdür? İşte asıl sorun da burada yatmaktadır. Y Hukuksal durum 1) Önce tutuklu milletvekillerinin hukuksal durumlarına bakalım. 1961 Anayasası’nın 79/2. maddesine göre, “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir Meclis üyesi, kendi Meclisi’nin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz”. Bu kuralın tek istisnası, “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali”dir. 1982 Anayasası’nın 83. maddesi ise buna yeni bir istisna eklemiştir: “Seçimlerden önce soruşturmasına başlanmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14. maddesindeki durumlar.” İşte ayrılıkçı eylemler ve darbe girişimi suçlamaları, bu istisnanın belirsiz kapsamı içinde yorumlanabiliyor. Nitekim daha önce tutuklu bu Sonuç Siyasal iktidarın akıl hocalığına soyunmuş üstat hukukçular, ideologlar, “yetmez ama evetçiler”, şimdi toplanın ve bir karara varın: Ya 12 Eylül demokrasisi ya da Avrupa demokrasisi. Ama 12 Eylül demokrasisini tercih edecekseniz, o zaman 12 Eylül’le hesaplaşma masalıyla milleti oyalamaktan vazgeçin ve içiniz kaldırıyorsa, 12 Eylül Hukuku’nun her alanda tepe tepe kullanılmasını seyredin. Ama Avrupa demokrasisini tercih edecekseniz, o zaman oturun ve her namuslu aydına yakışır biçimde ciddi bir otokritik yapın ve yanıldığınızı ve milleti de yanılttığınızı itiraf edin. Ben ikincisini tercih etmenizi öneririm. Belki siyasal iktidar nezdinde itibar kaybedersiniz, ama inanın vicdanen çok rahatlarsınız. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle