19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 13 AĞUSTOS 2011 CUMARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tutuklu ve Hükümlü Muayeneleri Özensiz Üslup ANKARA’NIN Suriye politikasında birtakım hatalar varsa da bunların bir kısmı için akla yakın özürler ve haklı sayılacak gerekçeler bularak iki ülke arasındaki ilişkilere eski sıcaklığı yeniden kazandırmak çok zor olmayabilir. Bazı hataları daha sonra dostça açıklamalarla onarmak, hatta unutturmak bile mümkündür. Ama çok önemli bir hata var ki, onun yarasına çare bulmak kolay olmayacak: O hata, resmi ağızlardan, hatta bazen Başbakan’ın ağzından çıkan sözlerle sürdürülen özensiz üsluptur: Hoyrat üslupla yaratılan “dil yâresi”ne çare bulunmayacağını ve kırılan gönüllerin kolay onarılmayacağını şarkılar bile söylemiyor mu? on olaylarda Suriye’deki rejimi zora sokmakta Ankara diplomasisinin bir çeşit taşeronluk rolü üstendiğini söyleyenler ve yazanlar çok oldu. Bu suçlamayı haklı çıkaracak durumlar yaşanmadı da değil: Washington’dakilerin değerli müttefikleri Türkiye’den Şam’dakileri uyarmasını, doğru yola sokmak için girişimlerde bulunmasını istediği ve Başbakan’la Dışişleri Bakanı’nın bu isteği yerine getirmek için başka durumlarda pek rastlanmayan bir “vazifeşinaslık” telaşı gösterdikleri yadsınabilir mi? Ne var ki, bu telaş için gösterilebilecek özür de hazır: Geçmişte Türkiye’nin AB ile ya da herhangi bir devlet ya da uluslararası kuruluşla başı derde girdiğinde ABD gereken yardımı esirgiyor muydu? “Müttefikler arası olur böyle şeyler” diyerek siz de yardımda kusur etmeyebilirsiniz. Ama, sizden istenen bir ricayı yerine getirirken, rica sahibini arkanıza alıp karşınızdakilerle “Gereğini hemen yapın, yoksa fena olur haaa!” diye konuşur musunuz? Hele, kendi goygoycularınız “askerî harekât” falan gibi sözler ettiklerinde onları susturmayıp sanki bundan memnunmuşsunuz gibi sessiz kalmak yakışır mı size? Hele, bir yandan Esad’a “sükunet ve teenni” sözleri ederken, meşru bir hükümete başkaldıranları sağduyulu davranışlara çağırma yönünde iki kelime bile etmemek komşuluk diplomasisine sığar mı? sıl büyük tehlike, Batılı basın “Suriye’ye söz geçiren tek ülke Türkiye” diye yazdıkça dolduruşa gelerek, durup dururken örneğin Hatay gibi bir konuda komşumuzla başımıza yeni dert açmaktır. ‘Üçlü Protokol’ün 61. maddesi terörle mücadele ve çıkar amaçlı suç örgütleriyle mücadele kanunlarının kapsamındaki tutuklu ve hükümlülerin muayene sırasında yalnız olamayacaklarını belirleyerek insan haklarının evrensel ilkeleri ve hekimlik mesleği ilkeleri ile çelişmekte, hekimlerle hastaları arasında güvenlik duvarı oluşturarak hastanın tedavi alma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Prof. Dr. A. Özdemir AKTAN Türk Tabipleri Birliği 2. Başkanı İ S ç hastalıkları uzmanı Dr. Serdar Çayan Mulamahmutoğlu 27 Temmuz 2011 tarihinde hâkim karşısına çıktı. Suçlandığı konu, çalıştığı hastaneye getirilen tutuklu hastanın muayenesi sırasında cezaevinden hastaneye getiren askerlerin oda dışında kalması gerektiğini belirtmesi ve askerlerin buna uymaması üzerine hastayı muayene etmeyi reddetmesi idi. Getirilen hastanın barsağından kanamasının olması ve yapılacak muayenenin şekli de durumu ayrıca özelleştiriyordu. Çalıştığı hastanenin başhekimliğinin ve kaymakamlığın yaptığı soruşturmada suçsuz bulunmasına rağmen savcılık ısrarla hekimin yargılanması gerektiğini belirterek olayı yargıya taşımıştır. Savcıyı bu aşamaya getiren Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları arasında 30.10.2003 tarihinde imzalanan üçlü protokol olmuştur. Üçlü Protokol’ün 61. maddesi, terörle mücadele ve çıkar amaçlı suç örgütleriyle mücadele kanunlarının kapsamındaki tutuklu ve hükümlülerin muayene sırasında yalnız olamayacaklarını belirlemektedir. Protokol kadın/erkek ayrımı da yapmamaktadır. Aynı suçlama genel cerrahi uzmanı Dr. Naki Bulut için de yapılmış ancak valilik yargılama izni vermediği için olay yargıya taşınmamıştı. Dr. Bulut’a yapılan suçlama, muayene etmeyerek geri gönderdiği hasta ile oluşan gereksiz yol masrafları nedeni ile devleti 19.20 TL zarara uğratmak olmuştu. Gerçekte ise her iki hekim de ulusal ve uluslararası belgelerdeki etik kurallara uyarak bir hekimin davranması gerektiği şekilde davranmıştır. Tüm ulusal ve uluslararası sözleşmeler ve belgeler, tutuklu ve hükümlülerin her hasta gibi sağlık hizmeti almasını öngörür. Bu hastaların muayeneleri sırasında eğer varsa kelepçelerinin çıkarılması ve hekim ile hastanın yalnız kalması gerekmektedir. Gerekçe basitçe hekimhasta arasındaki bilgilerin mahremiyeti olmasının yanında, tutuklu/hükümlü hastanın kolluk kuvvetlerinin yanında söyleyemeyeceği işkence ve benzer kötü muamele veya kendince mahrem sayılabilecek konulara girebilmesine olanak sağlamaktır. Hekimhasta ilişkilerinde karşılıklı güven önemli olduğundan, kelepçeli ve sürekli gözlem altında tutulan tutuklunun hekimine güven duyması da pek olası değildir. Tutuklu/hükümlü muayenesinde ancak hekimin güvenlik nedeni ile talebi sayesinde bu kuralların dışına çıkılabilir. Bu konudaki uluslararası sözleşmelerin en önemlilerinden birisi İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Kılavuzu’dur ve İstanbul Protokolü olarak anılmaktadır. Bu belge Helsinki İnsan Hakları Bildirgesi ve Alma Ata Halk Sağlığı Bildirgeleri gibi uluslararası alanda oluşturulduğu şehrin adı ile anılmaktadır. Bu kılavuzun 6. maddesi: “Soruşturmalarda çalışan tıp uzmanları her zaman en yüksek etik standartlara uygun biçimde davranmalı ve tıbbi araştırma ve muayeneden önce kişinin bilgilendirilmiş onamını almalıdır. Muayene, tıp biliminin kabul edilmiş standartlarına uygun biçimde yürütülmelidir. Muayene, tıp uzmanının denetimi altında, devlet görevlileri ve güvenlik güçleri mensuplarının mevcut olmadı ğı bir ortamda, kişinin mahremiyetine saygı göstererek yapılmalıdır” şeklindedir. Sağlık Bakanlığı’nın çıkarmış olduğu Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 21. maddesi: Hastanın, mahremiyetine saygı gösterilmesi esastır. Hasta mahremiyetinin korunmasını açıkça talep de edebilir. Her türlü tıbbi müdahale, hastanın mahremiyetine saygı gösterilmek suretiyle icra edilir. Hastanın, sağlık durumu ile ilgili tıbbi değerlendirmeler gizlilik içerisinde yürütülür, tedavisi ile doğrudan ilgili olmayan kimselerin, tıbbi müdahale sırasında bulunmaması gerekir, demektedir. Aynı şekilde Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği’nin 7. maddesi: “Poliklinik muayenelerinde gizlilik prensiplerine riayet esastır. Burada, halkın gelenek ve ahlak kurallarına saygı gösterilir. Hastalar teker teker muayene edilir. Muayene esnasında poliklinik odasında tıp ve yardımcı tıp meslekleri personelinden başka kimsenin bulunmaması gerekir. Ancak hasta isterse ailesinden biri veya bir yakını bulunabilir” şeklinde düzenlenmiştir. Adalet, İçişleri ve Sağlık bakanlıkları arasında imzalanan üçlü protokol ulusal ve uluslararası düzenlemelere, Türk Tabipleri Birliği Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’na, Türk Tabipleri Birliği Disiplin Yönetmeliği’ne, Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’ne, Hasta Hakları Yönetmeliği’ne, Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği’ne, Dünya Tabipleri Birliği’nin Portekiz, Amsterdam, İstanbul Bildirgeleri’ne aykırıdır. ‘Üçlü Protokol’ün 61. maddesi terörle mücadele ve çıkar amaçlı suç örgütleriyle mücadele kanunlarının kapsamındaki tutuklu ve hükümlülerin muayene sırasında yalnız olamayacaklarını belirleyerek insan haklarının evrensel ilkeleri ve hekimlik mesleği ilkeleri ile çelişmekte, hekimlerle hastaları arasında güvenlik duvarı oluşturarak hastanın tedavi alma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Bu nedenle öncelikle Sağlık Bakanlığı protokolden imzasını çekmeli ve uluslararası sözleşmelere uyulmalıdır. ‘Seni Paşa Yaparım...’ Araştırmaya göre Türk erkeklerinin kadınlarını en çok dövdükleri gün; pazar... Vakit bol çünkü... O zaman kadınlar açısından haftalık program ise; pazartesi banyo, salı çamaşır, çarşamba ütü, perşembe temizlik... Pazar dayak... Zaten kaçıp karakola sığınan A.U, mahkemede “Beni pazartesi günü dövdü” deyince hâkim çok kızdı... Pazar dururken... Dünkü Cumhuriyet’in manşetinde arkadaşımız Sevil Arınan’ın haberi vardı. Ankara Barosu çok başarılı bir proje sürdürüyor: Gelincik projesi... Şiddete uğrayan kadınlar buraya başvurarak hukuki destek alabiliyorlar. Çok sayıda gönüllü avukat projeye katkı sağlıyor. Projeyi yürüten genç avukatlardan Özlem Günel, başvuran kadınları saatlerce dinleyip kimi zaman onlarla birlikte ağlıyor... Sevil’in haberine göre dayakçı erkekler kadınlarına “Seni Paşalı yaparım” diyorlar... Paşalı; hani gazetelere iki gözü mor çıkan Ayşe Paşalı... Gerçi devlet katında olup bitenlere bakılırsa “Seni paşa yaparım” deseler de uyar... Peki niçin?.. Niçin bir erkek; sevgilisini, nişanlısını, kadınını döver?.. Eziyet eder, yumruklar, tekmeler, onu kanlar içinde sürükler, belki de öldürür... Nasıl kıyabilir?.. Bir damla gözyaşı dökmesine bile dayanamazken, bir zamanki sevgilinin... Birçok neden olabilir... Bence birisi de; tepkisinin yerini değiştiriyordur... Maaşını alıp sayarken bağıramıyor... Elektrik faturasını öderken hiddetlenemiyor... Dünyanın en pahalı benzinini deposuna koyduklarında karşı çıkamıyor... Bademin kendisini kandırmasına itiraz edemiyor... Enayi yerine konuluyor, aldatılıyor, dolandırılıyor, ama yumruğunu sallayamıyor... Ezik... Sinmiş... Silik... Tepkisini gösterecek tek yer kalıyor; dört duvar arasındaki kadını... Onu “Paşalı” yapıyor... Bir şey gelmiyor elimizden... Uzakta bir yerde, bir kadın acı çekiyorsa... Siz sarılın... Tutun elini sevgilinin... Başınızı yaslayın omuzlarına, saçları yüzünüzde gezinsin... Onlar olmadan yapamayız... Kulaklarına söyleyin... A u sayfayı neredeyse eskittim başlıktaki konuyu yıllardır yaza yaza. Ama bu yakınlarda Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyılarını bir çalışmam gereği karış karış dolaşırken aynı konu geldi zihnime oturdu. Karadeniz ve özellikle o her posta gemisi gelişinde bir bayramı yaşayan Karadeniz limanları iyicene küsmüştü. Karadeniz kıyılarına dizili o birbirinden güzel inci gibi kasabalar, köyler, kentler bu derin ve anlamlı küskünlüğü artık yüreklerine bastırdıkları bir taş gibi beraberlerinde taşıyor, onunla küskün ve dargın yaşıyorlardı. B Posta Gemileri Oktay SÖNMEZ Denizci Yazar, Uzakyol Kaptanı Yıllar yılı Londra’dan, Paris’ten, Madrid’den uçakla İstanbul’a gelip aynı gün Tophane rıhtımından kalkacak posta gemisine bir taksi ile gelip yerleşen turist, Hopa’ya kadar o zamanların güleç adeta türküler söyleyerek yaşayan Karadeniz kıyılarının tadını çıkararak unutulmaz bir tatil yaşıyor, sonra aynı gemi ile İstanbul’a oradan da uçakla evlerine dönüyorlardı. Karadeniz hiç mi hiç küskün değil aksine ve inadına şen, canlı ve coşkundu o günlerde. O günler bizi bu günlere getiren çocukluğumuzdu. Yani o günler öyle bir Karadeniz’le gerçekten unutulmazdı. Ne mi oldu da Karadeniz küstü. On yıllar oluyor posta gemileri dediğimiz hizmet yok edildi. Bugün Karadeniz’de balıkçı sandalı bile göremezsiniz. Bom boş bir ufuk çizgisi. O günler arkasında ne var diye diye denizci olduk, kutuplar hariç dünyanın binbir ülkesini gördük, türlü insanını tanıdık. Bu günler Karadeniz’in başında cenaze bekler gibiyiz. Issız, sessiz, dertli ve küskün bir deniz. Ne acı. O yerli yabancı yolcular artık tıkış tıkış otobüslerde salhaneye dönmüş şehirlerarası yollarda yolculuk ediyorlar. Posta gemilerini yok eden zihniyet, ne zihniyetse, oturup bayram etsin artık ne diyelim. Bir yolculuk kültürünü, yolculuk etmenin beraberlik duygusu ile birlikte bir şenlik olması bile çok görüldü Karadeniz’e. Nasıl küsmesin?!.. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle