18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 14 TEMMUZ 2011 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkiye’de Sosyal Demokratlar Ne Yapmalı? Bir Eşek Masalı! “Aslan postuna bürünmüştü biri...” Uzaktan bakınca öyle görünürler... Bir dev, yanındakiler birer cüce... Oysa o cüceler de kendi ölçülerinde devdirler. Ama aslan postu yoktur sırtlarında!.. Hitler’ler, Mussolini’ler, Stalin’ler, Peron’lar, Franko’lar... Belirli zaman sürelerinin devleri oldular. Kendilerini öyle sandılar, çevrelerindekilere de bunu benimsettiler. Çoğu zaman cücelerin işine geldi dev olanın çevresinde toplaşmak, bir çıkar, bir umut diye... La Fontaine’in masalları vardır ya, işte onlardan birini 8 Temmuz Cuma günü Saatli Maarif Takvimi’nde okudum. “Aslan Postu Giyen Eşek” ... La Fontaine zamanında da nice aslan postu giyen eşekler varmış! Demek tarih boyunca hep var olmuş böyleleri! La Fontaine sonrasında sayıları daha da artmış. Aslan postuna bürünen, kendini vazgeçilmez sananlar, etrafındakileri de derken tüm halkını da bu masala inandıranlar!.. Koskoca Alman ulusunu, sıradan bir ressam bozuntusu on yıldan fazla yönetmedi mi? Nice generalleri, mareşalleri elinin altında tutmadı mı? Halkını savaşlara sokup perişan etmedi mi? Yalnız kendi ulusunu değil, tüm Avrupa’yı beş altı yılda bozgunlara uğratmadı mı?.. Mussoli’ni de Stalin de, Peron da, daha ötekiler de!.. Mustafa Balbay, La Fontaine öykülerini yeniden yazdı. Onları günümüze getirerek, yaşanmış gerçeklerle benzeştirerek!.. Takvim yaprağında, Orhan Veli’nin bir çevirisi olan “Aslan Postu Giyen Eşek”i okuyunca Balbay’ı bir kez daha anımsadım. Zaten yıllardır aklımın köşesinde yaşıyor. Sayısız kitapları, nitelikli gazeteci ustalığıyla... Ergenekon hücrelerinde, üstelik milletvekili de seçilmiş olarak!.. Biz gelelim Orhan Veli’nin çevirdiği La Fontaine’in yüzyıllar önce yazdığı masala... “Aslan postuna bürünmüş, eşeğin biri/Canına okuyacaktı dünyanın/İnsafı da yoktu kâfir hayvanın/Tirtir titretiyordu gökle yeri/... O ara kulağının ucu çıktı mı sana/Bütün foyasını vurdu meydana/Koştu değirmenci alıp değneği/Dalgayı bilmeyenler böyle değirmeciyi/Aslanı önüne katmış görünce/Düştüler hayret dolu bir sevince. Dünyada bir sürü kalpazan vardır/Doğrusu pek benzerler burdaki eşeğe/Aslında hepsi uydurma bahadır/Adları çıkmıştır kahraman diye.” Bu dünya işte böyle bir dünya! Eşek vardır eşekliğini bilen, ama eşek vardır, ne olduğunu kim olduğunu bilmeyen! Kendini bir dev, herkesi eşek sanır! Foyası ortaya çıkıncaya kadar!.. Bugün sosyal demokratların üzerine düşen görev, bu paradoksu sonlandırmak ve taşları yerli yerine oturtmak olmalıdır. Günümüz Türkiye’sinde laik yaşam biçiminin sürdürülmesi için orduya ihtiyaç yoktur, sivil toplum bunu sağlayacak güce ulaşmıştır. Coşkun TEC MER ürkiye’de sosyal demokratlar dinsel dogma korkusu nedeniyle laikliğe ödünsüz sahip çıkmıştır. Çünkü laiklik yalnızca teorik, anayasal bir kavram değil, insanların yaşam biçimini doğrudan ilgilendiren, bunu güvence altına alan, özgür yaşam için olmazsa olmaz bir yaklaşım biçimidir. Türk aydın ve sosyal demokratlarının belki de günümüz Avrupa sosyal demokratlarından farklılaştığı en temel tutum, laiklik konusundaki duyarlılığı olmuştur. Bu duyarlılıktaki farklılığın en önemli nedeni, Avrupa’nın yüzyıllar öncesinden sağladığı seküler yaşam biçiminin Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte yeni yeni hayata geçirilmeye başlanmış olmasıdır. Sosyal demokratlar yaşam biçimlerinin değiştirileceği korkusuyla, kendisiyle aynı yaşam biçimini savunan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetteki güçlü konumuna istisnalar olmakla birlikte sıcak bakmıştır. 12 Mart döneminde Bülent Ecevit’in muhtıraya karşı çıkışı, 12 Eylül’de yine bazı mevzi itirazlar bu gerçeği değiştirmez. Keza 28 Şubat ve 27 Nisan kararlarına karşı yapılan çıkışlar da cılız kalmış ve biçimsel olmuştur. Düne kadar Silahlı Kuvvetler’in siyasal yaşam üzerindeki etkinliği yalnızca kendi başına verdiği bir karar değil, adeta toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenen bir olguydu. Asker millet sözü, bu toplumun severek kabullendiği bir deyiştir. Ancak askeri müdahaleler ülkede demokrasinin kendi doğallığı içinde gelişimini engellemiş, sivil güçlerin demokra T tik olgunluğa ulaşmasını geciktirmiştir. Demokratik şeffaflığın gelişmemiş olması da, Güneydoğu’daki düşük yoğunluklu savaşın da etkisiyle illegal örgütlenmelere zemin hazırlamıştır. Yüzlerce faili meçhul cinayete katkıda bulunan nedenlerden biri de budur. Toplumun çoğunluğu gibi düşünüyor diye bir parti demokratik olmaz. Bu durumda zaten demokrat görünmek için fazla bir çabaya gerek yoktur. Önemli olan, kendi gibi düşünmeyen insanlara, azınlık gruplara nasıl bakıldığıdır. Şoke edici fikirlere yaklaşım tarzımızdır demokratlığı belirleyen. Örneğin AKP eşcinsel hakları için ne düşünmektedir? Evlilik dışı birlikteliklerin özel yaşam kabul edilmediğini de seçim sürecinde öğrenmiş olduk. Sonuçta AKP gelmiş olduğu Milli Görüş orijini ve yöneticilerinin dünya görüşü bakımından demokratik geleneğe sahip bir parti değildir. Dinsel temel AKP’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetteki etkinliğine karşı oluşu demokrasiye olan inancından değil, kendisinde tehdit algısı oluşturmasındandır. Bu durum AKP’yi hiç de hak etmediği biçimde demokrasiyi savunuyormuş gibi göstermektedir. Müdahalelere can havliyle karşı çıkan AKP ister istemez demokratik kulvardaymış gibi görünmektedir. İtalya, İspanya gibi ülkelerde gladyoya karşı çıkan unsurlar laik, demokratik güçler olmuşken, ne ilginçtir ki Türkiye’de bu mücadelenin içinde görünen unsur, orijini dinsel te mellere dayanan bir parti olmaktadır. Demokrasinin böyle bir parti tarafından savunuluyor gibi görünmesi tam bir paradokstur. Nitekim ordunun etkinliği azaltılırken ortaya konan antidemokratik uygulamalar, polisin ve istihbaratın kullanılış biçimi, telefon dinlemeleri, haklı haksız tutuklamalar, muhalefet partilerine kurulan tuzaklar ve kaset olaylarına yaklaşım biçimi, özel yaşama bakış açısı, amacın demokrasi ve hukuk değil, kendi iktidarı üstündeki tehditin kaldırılması ve iktidarda rahat kalabilmek olduğunu göstermektedir. Bugün sosyal demokratların üzerine düşen görev, bu paradoksu sonlandırmak ve taşları yerli yerine oturtmak olmalıdır. Günümüz Türkiye’sinde laik yaşam biçiminin sürdürülmesi için orduya ihtiyaç yoktur, sivil toplum bunu sağlayacak güce ulaşmıştır. AKP’nin iktidar olabilmek için toplumun merkez sağ güçlerini kendi çevresinde toplama ihtiyacı duyması ve Milli Görüş söylemini terk etmiş olması da Türkiye’deki demokratik ve laik sivil güçlerin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri önemli mesafeler aldığını göstermektedir. Öyleyse bugün sosyal demokratlar ve onların en güçlü örgütü CHP özgürlük ve demokratikleşmede öncü rol üstlenmelidir. CHP başlatmış olduğu değişim çizgisini ve söylemini sürdürmeli, ordunun siyasetteki etkinlik alanının daraltılmasını desteklerken, bu boşluğun emniyet ve istihbarat birimleri içindeki güçler tarafından doldurulmasına da izin vermemelidir. Faili meçhul cinayetlerin aydınlığa çıkarılması için samimi insiyatif koymalı, yeni anayasa için özgürlükçü ve uzlaşıcı bir tavır içinde olmalıdır. CHP, ülkenin Güneydoğusu için anadil konusu da dahil olmak üzere Kürt kökenli yurttaşlarımızı da tatmin edecek politikalar geliştirmeyi sürdürmelidir. (Dün bir genç okurumun gönderdiği “Mutsuzum” epostası üzerine bu yazı...) Tersine Akmaz Nehir... Artık tahta tekerlekli otomobiller geri gelmeyecek... Tel dolaplar, gaz ocakları, yandan çevirmeli telefonlar... Kömür ütüleri... Buğday saplarından yapılmış yelpazeler... Fitilli lambalar... Hepsi geride kaldı... Çünkü çağdaşlık nehir gibidir... Tersine akmaz nehir... Çocuklar artık duayla değil, teknoloji ile uçulduğunu öğrendiler... Onlara kendisini leyleğin getirdiğini boşuna söylemeyin, sonra sizin bir aptal olduğunuzu düşünecekler... Kırk sene öncesinin Ankara’sındaki telefon kapasitesinin neredeyse on katından fazlasını, “cebinde” taşıyor bizim yenge... Açıp da düğünde kimin daha iyi oynadığını kızına söylemesi, o zamanki Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın acil görüşmelerinden belki otuz kat daha hızlı... Televizyonlar, her evi bir dershaneye çevirdi... Oturup da Muhteşem Yüzyıl’ın önemli şahsiyeti Sümbül Ağa’nın şanlı tarihimizdeki önemini ilk kez öğrendi mahalleli... İman kuvveti ile bir gün uçmak yerine, gözleri havada uzaydan UFO’ların gelmesini bekliyor artık köylüler... İmamın boynunda kravat... Dar etekli türbanlıların altlarında birer cip... Er geç öbürleri de isteyecekler... Kısacası... Çağı durdurmak, engellemek kimsenin elinde değil... Sorunlar çıkabilir... İhanetler, beceriksizlikler, gafletler olabilir... Mutsuz oluruz... Gizli gizli ağlarız, canımız yanabilir... Zaman zaman vururuz dizlerimize... Kahırlarımızın biri gider biri gelir... Ama çağı geriye çevirme şansı yoktur yobazın... Çağdaşlık nehir gibidir... Tersine akmaz nehir... Üreticinin Durumu... B smail ÇET NKAYA in bir türlü sorunla uğraşan üreticinin durumu her geçen gün kötüye gidiyor. Canla başla çalışıyor ama bir türlü belini doğrultamıyor. Çünkü traktöründe kullandığı mazot, elektrik, gübre fiyatları oldukça yüksek. Ödemiş, karpuz, patates, Kırkağaç kavun, Kemalpaşa kirazla öne çıkan yerleşimler. Ancak üreticilerin alınterleriyle yetiştirdiği ürünler, maliyetin altında satılıyor. Hatta bazıları sulamada kullandığı elektrik, gübre, ilaç giderlerini bile karşılayamadıklarını, işçiliğin boşa gittiğini söylüyor. Üreticiler AKP iktidarından TEDAŞ’a olan elektrik borçlarının silinmesini bekliyor. Bugünün iktidarı bunların hiçbirini görmüyor, ya da görmezden geliyor… Ancak gördükleri de var; rantı büyük duble yol ihaleleri örneğin… Bazıları bitmiş bazılarında çalışma yıllardır sürüyor. Salihli Alaşehir arası. İzmir Torbalı’dan başlayıp, Bayındır Ödemiş, Kiraz üzerinden Ankara karayoluna bağlanacak duble yolun çalışmaları hızlandırıldı. İhaleyi alan şirketler, gece gündüz demeden harıl harıl çalışıyor. Ancak bu yol, bir taraftan “hizmet” gibi görünmesine karşın, birçok üreticinin canını yakıyor. Çünkü karpuz ve patatesiyle ünlü Ödemiş ve Kiraz ilçelerinin verimli tarlaları zarara uğruyor. Yol güzargâhındaki zeytin ve meyve ağaçları yok ediliyor, “Yolun paramparça edip bıraktığı küçük küçük topraklar da bir işe yaramıyor. Çünkü araçların egzoz gazı, çıkardığı tozu derken, karpuz, patates, erik, elma, şeftali gibi meyveler sağlıklı yetişmeyecek. Öyle anlaşılıyor ki, şirketlerin kesesini doldurmak adına yapılan işlerde, üretici, emekçi, köylü düşünülmüyor. İzmir’in Kiraz ilçesine bağlı Taşlıyatak köyünde bakmaya doyamadığım yemyeşil meşe ağaçları kesilmiş. Bu katliamın nedenini sorduğum orman işçisi, “Ağaçların gençleşmesi için kesim yapıyoruz” diyor. Diyor demesine de yaşlı, genç bakmadan ağaçları kesmişler. Anlaşılan bölge birilerine peşkeş çekiliyor. Oysa yemyeşil örtüsüyle gönüllere güzellik katan, bol oksijen saçan ağaçlar kolay yetişmiyor, bakımı, korunması adeta çocuk yetiştirmekten farksız... Çokuluslu şirketlerin maden, petrol aramaları da tarım arazilerini, ormanları, dağları, dereleri yok ediyor. Merak ediyorum, elimizden kayıp giden ormanlarımızı, ovalarımızı, dağlarımızı, sularımızı kirletmeye devam eden çokuluslu şirketlere kim dur diyecek? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle