27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 22 MAYIS 2011 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türk’ün Çağdaşlıkla Sınavı... Çılgınca Bir Gidişi Durdurmak! “Üç İstanbul” romanını okuyanınız vardır. Saltanat, Mütareke, Cumhuriyet dönemlerini anlatır. Bir aydının yaşantısıdır. Mithat Cemal Kuntay Beyoğlu Noteri’ydi. Ama gerçek mesleği yazarlıktı. “Üç İstanbul” Türk edebiyatının sayılı romanlarındandır. Kocaman bir kitap, ama güzel yazılmış, İstanbul’u bir canlı varlık olarak başarıyla işlemiş... Şimdilerde iki İstanbul’dan söz ediliyor! Trakya ortadan kesilip ikinci bir Boğaz açılacakmış! Yok, yetmiyor, bir de Asya tarafında bir İstanbul daha!.. Sanki nüfusu yirmi milyonu aşmış İstanbul’un tüm dertlerini dindirmişler, sorunlarını çözümlemişler de ikinci, üçüncü İstanbul daha yaratacaklar!.. Çılgınca bir fikir!.. Kendisi de böyle diyor ya, gerçekten delice!.. Bir başbakanın bu tür akıl dışı işlere heveslenmesine başka ne ad verilir? Pek çok illerimizden yıllardır sürüp gelen bir çözülme var. Kaçan kaçana! İnsanlar işsizlikten, yoksulluktan kurtulmak için kendilerini büyük kentlere atıyorlar. Bir iş, bir ekmek, bir geçim olanağı buluruz umuduyla... Sen ikinci, üçüncü İstanbul’lar yaratma hayali kuracağına, git bu kentlerde yaşama olanakları yaratmaya bak, insanların İstanbul’a, İzmir’e, Ankara’ya göç etmesini önle... İstanbul Tayyip’in malı mı? Yoksa tüm insanlığın, tüm uygarlığın, tüm tarihin bir kopmaz parçası mı? Sen kalk Rize’den Kasımpaşa’ya gel, doğru dürüst bir eğitimden geçmeden, her şeyi bilen bir adam olmaya heveslen! Şu seçim var ya, bir ay sonra gerçekleşecek seçim, hepimiz için bir dönüm noktası... Ya, bir ışık yanacak, ya karanlık büsbütün çökecek!.. Ülkenin yetmiş beş milyon insanı bir uçurumun kenarında! Ters bir adım atsa, içinden çıkamayacağı bir derin çukurda boğulacak... Bu ülkede hiçbir zaman böylesine umutla umutsuzluğun bir bütün olarak karşımıza çıkmasını yaşamamıştık. İyi kötü bir şeyler olurdu, olmazdı, ama işler yine anayasa, yasalar çizgisinde yürürdü... Bu kez her şey bir ‘tek adam’ın elinde! Ya bir çıkış, bir kurtuluş olacak ya da elde ne varsa hepsi gidecek!.. İstanbul gibi bir dünya kentini paramparça etmeyi göze alan bir kafanın, ülkeyi daha yıllarca yönetmeye, yönlendirmeye kalkışmasını önlemek, bu çirkinliklere, kötülüklere giden akışı durdurmak, senin benim bir tek oyuma bağlı! Yalnız İstanbul değil, koskoca Türkiye’nin yazgısıdır söz konusu olan!.. Şükrü KOCAGÖZ Mimar u başlığı Cumhuriyet’in çok iyi edip, dağıttığı Mehmet Aksoy CD’si yazdırdı. CD’yi izledikten sonra Mehmet Aksoy’un çıktığı onca TV programında yapımcı, sunucu, yöneticilerin niye filmdeki görüntüleri (hele Selçuk Atatürk heykeli görüntülerini) ekrana getirmediğini düşündüm. Acaba bir telif engeli mi var diye sorguladım?.. Tarık Akan’ın, Rutkay Aziz’in, baba dostu Yıldız Kenter’in emeklerine sağlık. Dört dörtlük bir yapım. Defalarca izlerken bu heykelin bir açımsamasının (analizinin) doğru dürüst bunca kargaşa, laf içinde yapılmamış olduğunun farkına vardım. İşte bu CD dağıtımı beni ve umarım pek çok kişiyi bu analizi, okumayı yapmaya zorladığı için çok yararlı oldu. Çizgi de, form da bir dildir. Yabancı bir dil gibi okunması öğretilir, öğrenilir. Bu nedenle matematik kadar (nasıl artı, çarpı işaretlerinin ne olduğu öğretiliyorsa) resim, müzik de (notaları öğrenirsiniz) genel eğitim içerisinde öğretilir. Ama bu seçmeli derslere bırakılıyorsa bazıları en açık mesajları veren formları, çizgileri, renkleri, sesleri, notaları bile okuyamıyor ve hatta okuduğunu da sanıyorsa, suçlu: sanatı, sanat eğitimini dışlayan anlayıştır. (Fazıl Say müzik eğitimi için boşuna mı çırpınıyor.) Seçmeli felsefeden söz eden ise yok. Aksoy’un heykeli modern sanatın geldiği en ileri noktada “hem soyut”, “hem somut” bir heykeldir. R. Venturi’nin “karmaşıklık ve çelişki” teorisinin en güzel örneklerinden biridir. (Karmaşıklıkla karışığı karıştırmayalım. Karmaşık “hem, hem”, “aynı zamandalık” kavramıdır) Sanat bilimle kardeştir. Einstein’in “zaman” “görecelik” teorisinden sonra sanatta zaman öne çıkmış, sanatçılar, sanat eserleri zamanı bölerek veya aynı zamanda değişik anları dondurarak eserler üretilmiştir. Picasso’nun bir başı “aynı zamanda” hem cepheden, hem profilden çizmesi dünya resim tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Ama bu sanat tarihi açısından bir rastlantı olarak değil sanatın bilimle koşutluğu nedeni ile olmuştur. Aksoy’un heykeli de “hem tek bir insan” “hem iki insandır”. Heykele tam yandan bakarsanız arkadan görünen tek bir insan görürsünüz. Heykele tam karşıdan bakınca iki insan görürsünüz. Veya “hem iki insan”, “hem bölün B müş bir insan” görürsünüz. Karşıdan bakarken iki insanda da gördüğünüz stilize insan omuzsırtkalçabaldır silueti kıvrımlarını “aynı zamanda” yandan bakarken de görürsünüz. Ama koca heykeli (ki şu an bitmemiş bir form eskizidir, kaba inşaatıdır. Onu bir de bitmiş bembeyaz düşleyin) asıl çok duygusal yapan sizi yürekten vuran eserin “hem insan” “hem mezar taşı” oluşudur. Bunu insan başınınbaşlarınınhem insan başına hem tarihi mezar taşlarının kavuklarının formuna gönderme yapması sağlar. Heykel “hem yaşamdır” “hem ölüm”. Bir yerde yaşam dostluktur, ölüm düşmanlık; heykel “hem dostluğu” “hem düşmanlığı” düşündürür. Ama bu duruş bir bölünmüşlüğün ardından gelecek ani bir bütünleşmenin bir “an” öncesidir. “hem hüzündür” “hem umut”. Cebrik denklemler Karmaşa ve çelişki insanı okuma yapmaya zorlar; çağdaş insanı bir cebrik denklemi çözme merakı ile heykele yaklaştırır. Cebrik denklemleri herkes sevmeyebilir, anlamayabilir, ama dünya bugün bir yerdeyse bunları sevenler sayesinde bir yerdedir. En basit cebrik denkleme anlamadan bakanların hiçbiri bunu “ucube” olarak nitelendirmemiştir; sadece anlamadığını kendine itiraf etmiş veya kabullenmiştir. Ama belki de anlayanlara öfkeleneni olmuştur. Aslında heykelin çelişkisinin okunması öyle pek de zor değil. Küçük bir çabayı bile harcamak istemeyenlerin öfkelenmesi ancak çocukların sorgulamayı öğrenmeyi, danışıp çözümlemeyi reddettikleri anlarda görülen çocukça öfkesi. Mimarlık eğitimimde İsviçre’nin sayılı heykeltıraşlarından hocam Mr. Barman bu durumu şu örnekle anlatırdı: “Bir odaya girin ve bir Mısır mumyası maskı ile karşılaşın. Dikkatli bakın. Sonra arkanızı dönün. Rahatsız olacağınız şekilde mask orada, arkanızdadır. Görmeden rahatsız olarak duyumsarsınız, gerçek bir sanat eseri de böyledir.” Aksoy’un eseri de böyle. Yıkılsa da ona bir kez dikkatli bakmış, mesajını almış kişilerce hep orada. O tepeyi boş da görseler imgelem yolu ile mesaj tamamlanacaktır. Bu ülkede Şadi’lerin, Kuzgun’ların, Rahmi’lerin, Bihrat’ların bugün adını bilen çok az ki şi var. Ama onlar “hem bugün” “hem yarın” var olacaklar. Sonra ressamlar, sonra şairler, sonra besteciler, sonra tiyatrocular, sonra bütün sanatların bireşiminden (sentezinden) yararlanan benim gibi mütevazı mimarlar, hepimiz bir büyük aile olarak toplumu daha ileri götüren bir anonim ivme olacağız. Gerçek çağdaş toplum, çağdaşlık böyle damıtılacak. Çağdaş toplumlar ise bu ivmeyi yaratan olağanüstü kişilere saygı duydukları kadar çağdaş olacak. Çağdaşlık imtihanı ancak böyle verilecek. Çağdaşlığın göstergesi de bu ivmeye duyulan toplumsal saygı ve şükran olacak. Fransız Kültür Bakanı’nın Cezayir olaylarındaki tavrı nedeni ile Sartre’a soruşturma açmak isteyen görevliye “Mösyö Sartre’a dokunamazsınız, o Fransa’dır” sözü bu göstergenin en bilinen somut sözlerindendir. Biz de bir gün ayrım yapmaksızın “Aksoy’a dokunamazsınız, Say’a dokunamazsınız, Baykam’a, Kemal’e, Pamuk’a dokunamazsınız o Türkiye’dir” diyen bir devlet adamına kavuştuğumuz zaman “Çağdaşlıkla imtahanımızı” vermiş olacağız. Çağdaş toplumlar tarihle çağdaşlığı da sentezleyebilen toplumlardır. Louvre Sarayı’nın bahçesindeki çağdaş cam piramidin karmaşa ve çelişkisini anlayacak kültür ve tabiat varlıkları kurallarına da sahip olamadıkça birisinin verdiği kararı diğerleri bozar. Bu yazıdaki küçücük analizi kurul üyelerinin, raportörlerin yapamadığını, “sanatla sit alanı sentezine” önce değer verip çağdaşlık örneği bir kararı anlayışsızlık ve yetersizlik nedeni ile geri aldıklarına inanmıyorum. Son ilke kararları (KTVK Yüksek Kurulu 06.01.2011 tarih ve 7795 sayılı kararı) kurulların bilimsel raporlar sunulduğunda kararlarını gözden geçirip geri alabileceğine olanak veriyor. Bu yazı kamu önünde açık bir rapor. İlgili Kurul’a basın yolu ile kararını yeniden görüşmesi için açık bir dilekçe olarak sunulur. Çağdaş interaktif tiyatronun başına gelenler, çağdaş beat kuşağı yazarlarının eserlerinin başına gelenler, tarihi konulu dizilerin başına gelenler, artık Türk’ün karşısına çağdaşlık imtihanının sorusu olarak çıkmasın. Sit alanları giderek tarihimiz, sanat eserlerinden, Çanakkale’deki gibi, İzmir Kordon’undaki gibi, Dumlupınar’daki gibi güç almaktan yoksun kalmasın. Ama belki de sanatın esin perileri bu heykelin yok edilerek daha çok mesaj vereceğine mi karar verdi? Bizi bütünlemeye mi bıraktılar? Dünya Barışı O Kadınların Çantasındadır... Bugün saat 14.00’te Tünel’den Taksim’e doğru önünüzden kadınlar geçecek... Ellerinde pankartlar... Gözleri ıslaktır, göreceksiniz... Bağırırken sesleri düğümlenecek... Ve kocaman çantaları olacak... O güzergâhtan her gün yaşamdan talebi olan gruplar, kalabalıklar, kızgın ya da üzgün insanlar geçer... Her birinin derdi vardır... Bu kez kocaman çantalı o kadınlar geçecek... Onlara iyi bakın... Onlar; bilmedikleri, tanımadıkları, görmedikleri insan olmayan canlıların yaşam haklarını talep ediyorlar... Bugün saat 14.00’te eşzamanlı; İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Adana, Çanakkale, Eskişehir, Bandırma, Bolu, Burdur, İskenderun, Kahramanmaraş, Karabük, Malatya, Mersin, Milas, Yalova, Uşak’ta... “Bağımsız Hayvan Hakları Savunucularıdır” onlar... Devlete, yerel yönetimlere ve insanlara sesleniyorlar... Bir kuş yuvasının, bir kedi yavrusunun, bir yunusun, bir sincabın, bir karacanın, bir anne köpeğin yaşama hakkını istiyorlar... Yani genelde insanların aklına en son gelen yerdeler... Ama orası; dünya barışının olduğu yerdir... Eğer sıra bir kedi yavrusunun haklarına gelmişse... Bir anne köpeğin yavrularını büyütmesini önemsiyorsa insanlık... Denizdeki yunusun önemi varsa... Kırlangıç yuvasının yıkılmaması gerektiğindeyse sıra... O dünya güzeldir... Çocuklar hayda hayda güvendedir... İnsanların birbirlerine kıymadıkları, kanın, gözyaşının, acının, çığlıkların olmadığı bir dünyadır orası... Ben onlara “Kocaman çantalı kadınlar” diyorum... Açın bakın çantalarını... Hani belki rastlanacak bir bebek kedi için biriki kutu mama... Restoranda kendileri yemeyip, garsondan gizli çantalarına atacakları yiyecekler için kavanozlar, poşetler... Veteriner adresleri ve telefonları... Bir kutuda kuşlar için yem... Yaralı bereli hayvanlar için belki biraz ilaç, eldiven, sargı... Ve her açılışında çantaya damlayan gözyaşları... Sevginin, barışın, güzel bir dünyanın başlayacağı yere insanları çağırıyorlar... Kocaman çantalı kadınlar... iyaset iktidar olmak için yapılır. İktidar olabilmek için sadece parti liderinin karizması yetmez. Parti örgütü üyelerinin donanımlı, heyecanlı ve iktidar olmayı istemeleri gerekir. Seçmen çoğunluğunun oyunu alabilmek için hedef S şçi Oyları ve Genel Seçim Dr. Engin kitlenin iyi seçilmesi ve parti örgütünün bu toplum katmanı üzerinde yoğun çalışması gerekir. Doğumda, ÜNSAL Tek Gıda ş Sendikası Danışmanı ölümde, düğünde parti tem tilmeden yapılan bu tür sisilcilerinin varlığı ve katkı yasal çalışmaların o parti sı önemli halkla bütünleşme için muhtemel bir siyasal örnekleridir. Ayırım göze destek kaynağı oluşturabileceği açıktır. Popülist yaklaşımlar sergilemesi zor olan özellikle sosyal demokrat partilerin iktidar umudu için kendilerine bir ideolojik taban oluşturmaları önemlidir. Parti ve seçmen tabanın bağı yapay ve önemsiz çıkar ilişkilerine değil, belli ölçüde ideolojik bir ilişkiye dayanacağından bu tür partiseçmen ilişkisinin kalıcı ve uzun ömürlü olma şansı bir hayli yüksektir. Acaba bu konuyu ülkemiz açısından irdelediğimizde, toplumumuzda bir sosyal demokrat partinin kalıcı tabanı olacak nitelikte bir sosyal katman var mıdır? Bu sorunun yanıtını Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) yayımladığı Aralık 2010 istatistik verilerinde bulabiliriz. Bu verilere göre ülkemizde 16.088.757 aktif sigortalı, 9.498.444 pasif (SGK’den aylık alan) sigortalı ve bunların bakmakla yükümlü oldukları aile bireylerinden oluşan 34.555.356 kişi bulunmaktadır. Toplam olarak 60.092.557 kişi SGK’nin şemsiyesi altında yaşamaktadır. Bunlar geçimini emeğiyle sağlayan ve toplumsal güvenceye en çok gereksinim duyan insanlar ve yakınlarıdır. Bunlar birikim olanakları zayıf, gelecek kuşkuları yüksek ve toplumun devlet korumasına en çok muhtaç olan kesimidir. Sanayi ve hizmetlerde bir iş sözleşmesine dayalı olarak çalışan aktif sigortalılar ve bunların bağımlı aile bireylerinin emekli işçi ve memurlarla birlikte iktidar olmayı isteyen bir parti için ne kadar önemli bir toplumsal kesim olduğu açıktır. Bu toplumsal kesimin siyasette, kendi çıkarları doğrultusunda, aynı yönde oy kullanmasının sağlanması, başka bir deyişle sosyal demokrasinin erdemine inandırılması önemlidir. Bu erdemi emekçilere ve ailelerine kim kazandıracaktır? Bu sorumluluk her şeyden önce işçi ve memur sendikalarına düşen bir görevdir. Şunu üzülerek belirtelim ki ülkemizde işçi ve memur sendikaları parasal çıkarlara dayalı bir sendikacılık anlayışına odaklanmışlardır. Sosyal sendikacılık, siyasal sendikacılık anlayışından uzak durmaktadırlar. Ürkek güvercin gibiler ve üyelerine siyasal bilinç vermekten, çıkarlarının ancak sol bir parti ile bütünleşerek, o partide emeğin etkili olması ile sağlanabileceğini öğretmekten, üyelerini aydınlatmaktan korkuyorlar. Bunu, “siyaset yaparsak üye kaybederiz” diye yanlış bir inanca dayandırıyorlar. Bu nedenle iktidarda olan sağ partilerden sürekli dizlerinin üstünde “ricacı” konumunda kaldıklarının ve çalışanların haklarını koruyamadıklarının ayırdında olmuyorlar. Sosyal demokrat partiler ve özellikle CHP de böylesi bir ortamın kendilerini iktidara taşıyacak gücünden yeterince yararlanma becerisini gösteremiyorlar. Emekçiler için yeni modeller oluşturamıyorlar. Emekçilerle sürekli iletişimde bulunacak örgüt birimleri kuramıyorlar. İktidardaki parti ülkemiz için inanılmaz bir borç yükü yaratmış, toplumun yoksulluğu pahasına yandaşlarını zengin etmiş, aydın düşmanlığı yaparak muhaliflerini susturmak için hukukun üstüne şal örtmüş, özgür basın, özerk üniversite, bağımsız yargı kavramlarını karartmıştır. Sosyal demokrat partilerin ve işçi sendikalarının yönlendirmekte başarısız olduğu işçi oyları bu iktidarı değiştirecek güçtedir ve çok önemlidir. Sözde yoksulun ama özde varsılın yanında olan bu iktidar, işçilerin oyları ile değiştirilebilir. İşçiler sosyal devlet için, güvenli çalışma, güçlü sendika için oylarını AKP’den esirgemelidir. Bunun sağlanması için işçi ve memur sendikaları, geç kalınmış olsa bile, iktidara en yakın sosyal demokrat parti ile emek eksenli bir iktidar için, işbirliği yapmak zorundadır. İşçiler, memurlar ve sendikaları, yaratılmak istenen korkuya dayalı toplum yerine, şeffaf ve güvenli bir toplum için oylarını kendilerinin ideolojik yandaşı sosyal demokrat bir partiye yönlendirmelidirler. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle