19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
20 MAYIS 2011 CUMA CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 19 sanatçı, varolmayana varolanın görünüşünü vermiş olur...” Özüne inildiğinde, oyuncunun işinin ve işlevinin de bu alıntıda söylenenlerden farklı olmadığı anlaşılır. Çünkü sonuçta oyuncu da, tıpkı ressam gibi, sadece oyun metninde yazının göstergeleriyle varolan bir karakteri sahnede yazınsal düzlemin sınırları dışına çıkartarak, söz ve eylem aracılığıyla görünür kılacak, başka deyişle, görsellik bağlamında varolmayana varolanın görünüşünü ve devingenliğini vermiş olacaktır. Oyuncunun, oyun metnindeki bir karakterin arkasında yatan insanı aslında kaç insandan toplayabileceği veya toplaması gerektiği sorusunun yanıtını da Alman resim sanatının öncülerinden sayılan Albrecht Dürer’in “İnsanın Orantıları Üzerine Kitap” adlı eserinde buluyoruz: “Pek çok şeyle ilintili olmasına karşın, güzelin ne olduğunu bilmiyorum. Ama onu eserimize dahil etmek istediğimizde, bunun çok zor olduğunu görüyoruz. Güzeli uzaklardan ve enginlerden derlemek zorundayız; özellikle insan figürü söz konusu olduğunda ise o figürün tüm parçalarını öncesinden ve sonrasından toplamak durumundayız. Çoğu zaman biri, iki yüz, üç yüz insan arasında araştırma yapabilir, fakat aralarında kullanılabilecek bir iki güzellik öğesi bile bulamayabilir. Bundan ötürü, iyi bir figür kompozisyonuna varmak istiyorsanız eğer, baş kısmını birinden, göğsü, kolları, bacakları, elleri ve ayakları da başkalarından almak zorundasınız... İyi bir şey, ancak çok sayıda güzel şey arasından çıkartılabilir, tıpkı balın çok sayıda çiçekten toplanması gibi...” Bir karakteri sahnede oluşturan tiyatro sanatçısının işi bundan farklı mıdır? Yazı düzlemindeki karakteri sahnede canlı insan aracılığıyla varedecek tiyatrocu da bu figürün taşıması gereken estetik güzelliği, ancak pek çok insan arasında yapacağı araştırmayla elde edebilecektir. Bu durumda, her sanatçı gibi, tiyatro sanatçısının da salt oyunculukla sınırla kalmanın çok ötesinde, sanatın ve yaşamın bütününe açılması, ve elbette böyle eğitilmesi, bir zorunluluk oluyor... Bir yolu olmalı iliyorum, artık sadece seçim konuşup, seçim yazıp, seçim okuyup, seçimle kalkıp seçimle yatıyoruz... Onun dışında hiç ama hiçbir şey yok... Bana öyle geliyor ki seçimlerin bir araç olduğunu unutup, amaç halinde dönüştürdük. Oysa bu doğru değil. Seçimler bir araç olmalı, amaç değil! Ama belleğimizin derinliklerinde bir yerlerde, seçimlerin bir araç, sadece bir araç olduğu bilgisi saklı duruyordur... Daha güçlü olmak için, çıkarlarımıza çıkar eklemek için, daha daha zenginleşmek için, çevremizdekileri, yandaşları zenginleştirmek için, sevmediklerimizi, beğenmediklerimizi cezalandırmak için, intikam almak için, dokunulmazlık zırhına bürünmek için, birilerine (örneğin ayağa kalkmayan generale) bedel ödetmek için bir araç değil elbet... Nasıl bir yaşam, nasıl bir ülke, nasıl bir dünya, nasıl bir toplumda yaşamak Öldürmeden, yıkmadan, yok etmeden yaşayabilmek B istediğimizi belirlemek için bir araç... üreğimi yakıp tutuşturan Biliyorum, seçimlere bir aydan az bir süre kaldı... Ama benim şimdi şu anda içimi yakıp tutuşturan, seçimlere ilişkin kimin ne dediği, nerede ne söylediği, kaç kişiye söylediği, ortaya yeni kasetlerin saçılıp saçılmadığı vb. değil... Benim yüreğimi yakıp tutuşturan şunlar: Şimdi şu anda ben bu yazıyı yazarken acaba kaç genç daha öldürüldü? Asker ya da sivil daha kaç gencin evine bir ölüm haberi gitti? Sınırın o yanında ya da bu yanında daha kaç anne, çocuğunun cesedini aramak zorunda kaldı? Daha kaç anne, bir polisin önünde yere diz çöküp, Tanrıya yakarırcasına kollarını göğe açıp, oğlunu bırakması için polise yalvaracak? (İki gün önce gazetemizde yayımlanan Hakkâri’de çekilen o Y ‘ stenmeyen adam’ Von Trier Cannes (Cumhuriyet) – DaniVon Trier, yaptığı basın toplantısında markalı yönetmen Lars von Trigazetecilere böyle poz verdi. er’in, Hitler’e az da olsa sempati duyduğunu söylemesi üzerine, Cannes Film Festivali Komitesi, miş, ardından gelen tepkiler üzeriyayımladığı bir bildiriyle, yönetme ne yanlış anlaşıldığını söyleyip özür nin açıklamalarını sert dille kınaya dilemişti. Ancak Von Trier’in özrü, rak onu ‘persona non grata’ ( sten yeterli olmadı, Cannes Film Festivali meyen adam) ilan etti. Von Trier Komitesi, yayımladığı bir bildiriyle, Cannes Festivali’nden gösterilen yönetmenin açıklamalarını sert dilson filmi “Melancholia”nin ardından le kınadı ve Von Trier’i ‘persona non yaptığı basın toplantısında bir ga grata’ ( stenmeyen adam) ilan etti. zetecinin sorusu üzerine espri ile ka Ancak tüm bunlara karşın Von Trirışık bir dille “Evet, ben Naziyim” de er’in filmi yarışmadan çıkartılmadı. fotoğrafı görmemiş olamazsınız!) Acaba ben şu yazıyı yazarken, şu bir iki saat içinde daha kaç yüz kişi gözaltına alınacak, tutuklanacak, işkence görecek, evleri, işyerleri baskına uğrayacak??? Başbakan, “Kürt meselesi yoktur” dediği anda, ya da o dedi diye Kürt ve Türk meselesi ortadan yok olmuyor... Yok olmuyor ölümler, öldürülmeler! Burada söz konusu, taş değil, insan. İNSAN! İnsan bu! Vatandaş bu! Yurttas bu! Kardeşim bu! Canım bu! Heykel, mermer, beton, çelik değil ki, “beğenmedim, tez elden derhal yıkıla!” diye emir verilsin... Ve emri yerine getirmek için yarış başlasın! Eyvah, heykelin yıkımı tamamlanmadı! Bir daha gelişte görmeyeyim demişti oysa padişahımız! Şimdi Belediye Başkanı çok “mahcup” olmuştur yıkımı yetiştiremedi diye. Haydi vinçler, haydi keserler, haydi yıkıcılar, daha hızlı, daha hızlı çalışın! Üzmeyin Başbakan’ı! Sevgili okurlar, bu anıtın yıkımı yasal değil. Bir önceki belediye ile imzalanmış kapı gibi anlaşması var Mehmet Aksoy’un. Yeni belediye yönetimi bunu yok saymış, anıtı yıktırıyor. İleri demokrasilerde her işin yasal olması gerekmiyor anlaşılan... Bir avuç insan, birkaç akşam önce Mehmet Aksoy’un evinde, eserleri arasında dolaşıyorduk. Aylardır kulaklarımda hep onun “çocuğumu boğazlıyorlar, çocuklarımı katlediyorlar” çığlığı... Kendi kendine sormadan edemiyorum: Öldürmeden, yok etmeden, yıkmadan, ezmeden, yaşayabilmek olamaz mı? Olmalı. Mutlak bir yolu olmalı. Tiyatroda Yaratıcılık ve Öteki Sanatlar... Visconti’nin başyapıtlarından “Venedik’te Ölüm”ü ne zaman yeniden görsem, aklıma hep aynı soru takılır: Acaba Visconti, resim sanatındaki izlenimcilikten (empresyonizm) esinlenmeseydi, sislerin arasından geminin Venedik limanına varışını betimleyen o görkemli açılış sahnesini onca yetkin bir görsellikle düzenleyebilir miydi? Batı, kendi resim sanatını, başta tiyatro ve sinema olmak üzere, hemen her sanat dalında görselliğin önemli bir kaynağı niteliğiyle değerlendirerek, yaratıcılık bağlamında sanatlar arasındaki karşılıklı aşılanmayı çok somut biçimde sergilemiştir. Günümüzde ise bir sanatçının birden çok alanda ürün vermesi ya da, sadece bir alanda çalışıyorsa, edebiyat da dahil olmak üzere öteki sanat dallarını kendine bir besin kaynağı olarak görmesi, çok doğal sayılmaktadır. Aynı durum, tiyatro sanatı için de geçerlidir. Tıpkı öteki sanatlar gibi, tiyatro da yalnızca kendi kendisiyle yetinemeyecek kadar önemli bir sanat dalıdır. Batı’da tiyatro eğitimi veren pek çok kurumda edebiyatın, özellikle de romanın eğitiminden geçmenin, tiyatroda karakter oluşturma eylemi bakımından eşsiz bir dağarcık ve laboratuvar sayılması, bu yüzdendir. Ancak edebiyat, tiyatro için düşünce oluşturma ve tasarıma geçme bağlamında tek kaynak değildir. Rönesans dönemi ressamlarından olan ve Giotto geleneğinden gelen Cennino Cennini’nin sanatın tekniğini konu alan ünlü “Sanat Kitabı”ndan yapılan ve resim sanatıyla ilgili bir alıntıyı, tiyatroya uygulanabilirlik açısından okumaya çalışalım: “Resim sanatı diye bilinen sanat, hem hayal gücünü hem de el işini gerekli kılar; bunun nedeni, ressamın görevinin görünmeyen şeyleri bulmak ve... onlara elleriyle biçim vermek olmasıdır; böylece Türkan Saylan’ı anarken Bana o yolu gösterenlerden biri Türkan Saylan’dı. Nasıl mı gösterdi bana o yolu? Yaşamıyla, düşüncesiyle, eylemleriyle, girişimleriyle, inançlarıyla... Bilgiye, emeğe, insan yaşamına ve insan onuruna verdiği önemle... Doludizgin yaşamına hem büyük ideallerini hem de milyonlarca minik ayrıntıyı, inceliği sığdırarak, ilkelerinden hiç ama hiç ödün vermeden sürdürdüğü bu hayatla... Örnek oluşturarak... O yolu, cesaretiyle, eleştirel düşünceyle ve düş gücüyle aydınlattı. Bakmayın “gâvur” da deseler “Kürtçü” – “Ergenekoncu” da deseler, “milliyetçi” ya da “komünist” de deseler o bildiği yoldan dönmedi. Mesleğini, yaptığı işi en iyi biçimde yapmakla kalmadı, topluma yararlı olmak için de ömrü boyunca da çalıştı. Bir de insanları çok sevdi. Ülkesini vatanını çok sevdi. Çağdaş, evrensel değerleri çok sevdi. Bir kez daha anısı ve gerçekleştirdiklerinin önünde sevgi ve saygıyla kucaklıyorum onu! ‘ nsanlık Anıtı’ yıkılırken Bugün heykellerin birinin kafası kesildi... Ertesi gün ötekinin kafası... Ertesi gün omuzdan yukarısı... Sonraki gün göğüsten yukarısı... Yerde bir el duruyordu, şimdi yanına bir kafa, bir beden... Adım adım bir anıtın parçalanıp yok edilişini izliyoruz! Seyrediyoruz! Seyrediyoruz katliamları, işgalleri, tutuklamaları, yargısız infazları seyrettiğimiz gibi, “İnsanlık Anıtı”nın yok edilişini... Sularımıza siyanür karıştığı açıklandığında... KPSS hırsızları ortadan yok olduğunda... YGS şifre rezaleti ortaya çıktığında, gençlerin geleceği çalındığında... Hep seyrettiğimiz gibi seyrediyoruz... Eğitim Bakanı ya da ÖSYM Başkanı değiliz ki, “tatmin olduk” diyelim... Bugün 20 Mayıs. Dediler ki seçim turnesinde/turnuvasında Başbakan bugün Kars’ta konuşacakmış! bretlik bir sinemasal Aki Kaurismäki’nin ‘Le Havre’ı, Cannes Festivali’nin ikinci yarısının sürprizi oldu UĞUR HÜKÜM C MY B C MY B CANNES Salı sabahı festivalin ikinci yarısına hoş bir sürprizle uyandık. Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki’nin Fransızca çektiği “Le Havre” (Fransa’nın Manş Boğazı kıyısında bir liman kenti) adeta 3 yıl önce Fransa’da çok tutulan Philippe Lioret’nin, İstanbullu sinemaseverin de çok yakından tanıdığı “Welcome/Hoş Geldin” başlıklı filminin bir yeniden çekimiydi. Ama daha masalımsı, daha iyimser ve sinema sanatı açısından daha özgün ve cazip... 64. Cannes Festivali’nin Altın Palmiye adayları ilk yarıyı pek de umut vermeyen, alışılagelmiş ortalamanın biraz altında filmlerle geçirdi. JeanPierre ve Luc Dardenne kardeşler, Nanni Moretti, Terrence Malick gibi dört saygın isim tanınmış sinema eleştirmenleri nezdinde oldukça olumlu izlenimler bırakmışa benzese de bizim bu kez (geçen yıllarda çok daha yakın konumlandığımız) ustalarla aynı iyimserliği paylaştığımızı söylemek pek dürüstçe olmaz. Seyrettiğimiz ilk 10 eser arasında en etkilendiklerimiz İsrailli Joseph Cedar’ın “Footnot/Dipnot” ile Fransız Michel Hazanavicius’ün “The Artist”i oldu. Festival programının adı haklı olarak büyük yönetmenlerinden Kaurismäki, umutları boşa çıkarmadı. Büyüklüğüne yaraşır bir senaryo ve anlatımla hem sevenlerini ve sinemaseverleri sevindirdi hem de ödüllere adaylığını kanıtladı. İlk ve en kalabalık basın gösteriminde en çok alkış alan film olduğunun altını çizmeden geçmeyelim. Kaurismäki’ye özgü maviyeşil renklerin ve kırmalı ışıkların süslediği; yoksul mahalle, kenar köşe kahvelokantabar, bakkal, ekmekçi dekorlarıyla donanmış; hırpani ve retro/mazi kılıklı kahramanların dolaştığı son derece başarılı bir atmosfer oluşturulmuş. Televizyon programları, polisler ve kaçak göçmenler hariç her öğe adeta geçmişte yaşıyor. Gerçeğin kendisiyse yakıcı oranda güncel. İngiltere’ye gidecek bir konteyner/endüstriyel yük sandığında yakalanan Afrikalılardan, 1213 yaşlarındaki İdrissa kaçmayı başaracaktır. Londra’daki annesine ulaşmak isteyen ufaklığın yolu, ilerlemiş yaşına rağmen ekmek parası için ayakkabı boyacılığı yapan Marcel Marx (André Wilms) ile çakışacaktır. Polis komiseri Monet’nin (harika JeanPierre Darroussin) beklenmedik desteği ve de mahallelinin dayanışması ortaya Kaurismäki’nin usta mizahıyla beslenmiş enfes sinema dilinden ibretlik güzel bir masal çıkarmış. Resmi seçmeler şimdilik nispi bir düş kırıklığı yaratırken, Belirli Bir Bakış bölümünden son derece kayda değer, hatta izleyebildiğimiz çok güzel bazı filmlere değinmeden geçmeyelim. İlginç iki belgeselden ilki, tanınmış İngiliz yönetmen Michael Radford’ın (1946) 1999’da 36 yaşında yitirdiğimiz benzersiz Fransız caz piyanisti Michel Petrucciani hakkında çektiği aynı ismi taşıyan uzun metrajlı çalışmasıydı. 99 santim boyunda ve doğuştan osteogenesis yani cam kemik hastalığından mustarip sanatçı, yeryüzünde nadir görülür mücadele gücüne sahip bir insandı. Lider olarak kısacık hayatına 19’u stüdyo, 12’si canlı toplam 31 albüm sığdıran bu küçük dev adam jet hızında yaşadığı hayatı tüm zenginliği ve gerçekliğiyle yansıttığı için Radford’a minnet borçluyuz. Güzel olduğu kadar iyi bir oyuncu ve yönetmenliğe yürüyen Lübnanlı Nadine Labaki yeni bir komediyle karşımıza çıktı. “Where do we go now?/Şimdi Nereye Gideceğiz?” başlıklı film, her an din temelinde bir savaşın eşiğindeki Lübnan’da veya herhangi bir ülkede kadınların yaratabileceği mucizeyi anlatmış. Ve iyi ki, Tanrı kadınları yaratmış!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle