25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4 ŞUBAT 2011 CUMA CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 Yüksel Arslan Ferit Edgü mektuplaşmaları kitaba dönüştü: ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Dostluk şöleni... u son günlerde herkes Tunus, Mısır uzmanı kesildi. Ve herkes olayları kendine göre yorumluyor… Bu herkesin içine Başbakan ve hükümet sözcüsü de dahil. Beni kahreden çifte standart: Mısır’da protestoyu, isyanı sokağa taşıyanlara bakıp “Demokratik hak” diyenler; Türkiye’dekine “eşkıyalık” diyor, diyebiliyor; olmadı Egenekon davasıyla ilişkilendirmeye çalışıyor… Yurtdışına bakıp diktatörlere, “vazgeçin diktatörlükten” diye akıl verenler, öğrencilerin pankart açmasına, yumurta atmasına sinirleniyor, polisi öğrencilerin üzerine saldırtıyor, kâh coplatıyor, kâh dava açıyor… İnanın bütün senaryoları izlemekten yorgun, bezgin düşüyor insan… Bir de sekiz yıldır iktidarda olanların hâlâ mağduru oynaması işin cabası! “Yeteeeeeeeeeeeeeeeeer” diye haykırmak geliyor içimden! MUHTEŞEM HAL İşte yine böyle avaz avaz haykırmak geçerken içimden, yeni çıkan bir kitap düşmez oldu elimden… (Bakın şimdiden yüzüm gülmeye, içim ısınmaya, bakışlarım aydınlanmaya, sesim şakımaya başladı!) Elimden, yüreğimden düşmeyen bu kitap yeryüzünün en güzel renklerinden, en güzel sözcüklerinden oluşmuştu. Renkler ve sözcükler, bir ressamla bir yazarın elinden, dilinden çıkmaydı… “Yüksel Arslan Ferit Edgü Mektuplar 19572008” Kitap Yayınevi. Ama sanmayın ki ressamın elinden çizimler; yazarın dilinden sözcükler dökülüyor… Yok efendim! Ressam sözcüklere takla attırıyor, hoplatıp zıplatıyor; yazar sözcükleri boyuyor, renklendirip, şenlendiriyor... İkisi de kavramlarla didişiyor… Sözcükler, çizgiler, havada tokuşuyor, kâh sarmaş dolaş oluyor, kâh birbirinin canına okuyor… Bu yetmezmiş gibi, arada yer değiştirip biri öteki, öteki beri Hastalık Kültüründe Eşitliğin ve Eşitsizliğin Yeri... birbirlerini, hem de okuduklarını, hem Doğu’yu hem Batı’yı sorguluyorlar… Mazhar Şevket İpşiroğlu, Füreya, Orhan Duru, Selahattin Hilav, Rimbaud, Fernando Pessoa, Roland Topor, Rablais ve daha niceleri geçiyor mektupların içinden... Musorsky ve Janacek geçiyor… Paris, İstanbul, Bodrum, Paris’teki Palette Kahvesi, Ada Yayınları geçiyor… Okudukça zenginleşiyorsunuz. Zaman zaman dostluklarını da sorguladıkları oluyor. 20 yaş dostluğuyla 40 yaş dostluğunun birbirine benzemediğini ama insanın özünün değişmediğini görüyorsunuz.. Bu dostlukta, yarış yok, rekabet yok, kıskançlık yok, aşağıya çekme yok. Tam tersine, yüceltme, imdada koşma, kıyasıya tartışma ve dayanışma var! Yapıcılık var! Birlikte üretme var! Ancak sadece kitaplar, resimler, öyküler, romanlar, sergiler, yayınlar değil üretilen. Sanki birbirlerinin aynasında birbirlerini de yeni baştan üretiyorlar. Yıllar geçtikçe, iki benzemezin benzerliğine tanık oluyorsunuz… Yüzümden gülümseme, yüreğimden kahkahalar eksilmeden okudum her satırı. Hele onların eserlerini yakından tanıyorsanız, yazmadıklarını, söylemediklerini de “okuyabiliyorsunuz”. Kitabı bitirdiğimde, içimde “sahi bir zamanlar insanlar birbirine mektup yazardı” duygusu hüzne kanat çırpan bir kuş oluverdi. Bilgisayar, eposta, cep telefonları çoktan vurdu o kuşu… Birbirleriyle ve kendileriyle harikulade bir biçimde “dalga geçen”, bunu dil üzerinden yapan iki afacan çocuğun ya da iki bilgenin, biz ölümlü okurlara bir armağanı bu kitap. Teşekkürler Yüksel Arslan, teşekkürler Ferit Edgü. [email protected] Sınıflandırma, mutlak nitelikte: Nereden gelirseniz gelin, “kimlerden” olursanız olun, bu sağlık kurumunun kapısından içeriye adım attığınız andan itibaren kimliğiniz belli: Hasta. Sizinle gelenler veya sizi getirenler de bir “kimlik değişimi”nden esirgenmiyorlar – daha önce hangi yakınlık derecesinden ve sevgi kümesinden olurlarsa olsunlar, onların da adı artık “hasta yakını” veya “ziyaretçi.” Üstelik onlar eğer sizi yatırmaya gelmişlerse, biraz sonra buradan engelleyemedikleri bir psikolojik ikilemin size duydukları sevgiden dolayı görmezlikten gelmeye çalışacakları sancıları ile ayrılacaklar. Sizi yatırdıktan ve “ziyaret süreleri” dolduktan sonra, buradan hasta “olmamanın” ayrıcalığı ile çıkacaklar. Sizinle bağları ve yakınlıkları ne kadar yoğun olursa olsun, “Neyse ki ben hasta değilim!”in o kahredici, belki de utandırıcı duygusu ile ayrılacaklar. Size gelince, onlara veda ederken arkalarından, “Neyse ki onlar sağlıklı!” diye bakarken evet, böyle bakmalısınız, çünkü onlar sizin sevdikleriniz ve sevginiz gereği elbet onların “hasta” değil, “sağlıklı” olmalarını istersiniz!, “keşke ben de onlar gibi olsaydım!” şeklindeki masum dileğinizin arkasına saklanmış olan, bu dileğiniz kadar masum sayılamayacak bir soru karşınıza dikilecek: “Ama neden ben?..” Belki utanacaksınız. Bu soruyu kafanızdan hemen kovmaya çalışacaksınız. Fakat o gitmeyecek. İlk kez 2005 yılında, bir haftalığına olmak üzere, hastaneye yatmıştım. Ama tek kişilik, manzaralı ve rahat bir odadaydım; günlerimi kitap okuyarak, yazı yazarak veya beni ziyarete gelenlerle sohbet ederek geçiriyordum. Bu durumda hastanenin asıl nüfusuyla, yani öteki hastalarla ilişkilerim en alt düzeydeydi. Ayrıca sanırım onlarla ilişki kurmak için özel bir çaba da harcamıyordum. Çünkü beni onlardan ayrı tutan bu tek kişilik oda, kendimi aslında belki de “onlardan olmadığım” gibi bir yanılsamaya kaptırmamı çok kolaylaştırıyordu. Oysa şimdiki, daha farklı bir durum. Yaklaşık bir haftadır her gün gelip gittiğim bu kurumda “yatılı” değil “gündüzcü”yüm. Her gün belli muayeneler ve tahliller için buradayım ve o günlerin her birinde hayatı buranın asıl nüfusuyla, hastalarla paylaşıyorum. Eşitlik, mutlak. Paylaşımlar, başkaca hiçbir yanılsamaya olanak tanımayacak kadar net ve tartışmasız. Onlarla aynı sıralarda bekleyip aynı doktorlarla ve görevlilerle muhatap oluyorsunuz. Raporlarınızı aynı görevlilerden alıyorsunuz. Öte yandan sizinle birlikte buraya gelen yakınlarınızla aranıza inmiş olan duvar da sanki daha bir belirgin. Siz muayene veya tahlil için “içerde” iken, onlar “dışarda”lar ve bu dışardalık durumu sadece bir kapılık bile olsa, çok güçlü ve çok acımasız. Öteki hastalarla paylaştığınız “eşitlik”, tek katmanlı değil. “Hasta” statüsünden kaynaklanan genel eşitlik bazı alt eşitlikleri de kapsıyor. Örneğin “sonuçları belli olanlar” ile “olmayanlar” ayrımını temel alan iki öbek var ve siz ister istemez bu öbeklerden birindekilerle berabersiniz. Eğer ilk öbekte iseniz, onlarla açıkça veya örtük paylaştığınız en güçlü duygu, belli bir umut oluyor. Hepinizdeki belirtiler nedeniyle ufuklarınızda birtakım hastalık görüntüleri şekillenmeye başlamışken siz karşınızdakilerle konuşmalarınızda, “Yok canım, herhalde öyle değildir…” tesellisini dile getiriyorsunuz. Görünürdeki amacınız, “onu” avutmak, temel amacınız ve beklentiniz ise ondan da size yönelik böyle avutma amaçlı sözlerin gelmesi. Buna, “hastalar arası dayanışma” da dendiği oluyor. Gerçekte böylece sergilenen, “yalnızca korku”nun yönetmenliğini üstlendiği bir oyun. Böyle bir oyunda rol almak ise hastalar arasındaki eşitliğin en güçlü kaynaklarından biri. [email protected] Ş DOSTLUĞUN EN kiymiş gibi yapıyor, birbirlerinin ağzından konuşuyor yazıyor, birbirlerinin imzasını atıyorlar metinlerin altına! Hem ressam, hem yazar, ikisi de sözcük cambazı. Bayılıyorlar dille, sözcüklerle oynamaya. İkisi de her şeyden çok düşünce cambazı, duygu cambazı… “Humor” cambazı… Kültür, birikim cambazı… (Sevgili okurlar bilesiniz ki, “cambaz” sözcüğünü burada “usta” anlamında kullanıyorum!) Ve bunca cambazlıktan, bunca ustalıktan ortaya çıkan kitabın her ama her sayfasında, her satırında dostluğun en muhteşem, en güzel, en yapıcı, en sahici hali ortaya çıkıyor! İstanbul, 1958 Ferit Edgü ile Yüksel Arslan 1955’te tanışıyorlar. 1957’de Yüksel Arslan’ın askerlik döneminde yazdığı mektuplar kitabın ilk bölümünü oluşturuyor. Bu dönemden Ferit Edgü’nünkiler kayıp… Ama asıl cümbüşlü fasıl 1976’dan sonraki mektuplaşma. YAPICI DÜŞÜNCE İki genç, (Arslan 1933 doğumlu, Edgü 1936) iki okuma delisi, iki sanat hastası! Dünyayı keşfetmek üzere yola çıkmışlar. İkisi de Paris’e gitmiş. Biri Türkiye’ye dönmüş, biri oraya yerleşmiş. İkisi de evrensel değerleri baş tacı ederken, köklerini bura topraklarına daha derine daha derine salmış. Batı kültürü karşısında bağımsızlıklarını, özgür düşüncelerini ve özgünlüklerini yitirmemişler… Mektuplaşmalarında hem kendilerini, hem Reha Bilgen’in kurduğu ve yönettiği Masal Gerçek Tiyatrosu yirmi beş yaşında Geleceğin seyircisine tiyatro nun hedeflerinin çok farklı olduğunu söyleyen Bilgen, çocuk tiyatrosunda 25. iyatro seyircisini memnun etmek yılı yakalama başarısınının sırrını eğitizor iş. Eğer sahnedeki oyun be me, deneyime ve bu işe duyduğu heyeğenilmezse seyirci ayağa kalkıp cana bağlıyor. salonda dolaşmaya, dönüp yanındakiyle Türkiye’de çoçuk tiyatrosunun en konuşmaya başlayabilir, uyuyabilir, bel önemli çıkmazının, oyunlardaki yaş grupki ağlar, belki de arkasına bakmadan sa landırması olduğunu söylüyor Bilgen: lonu terk eder. Nasıl bir se“Yurtdışında, oyunlar yirciden mi söz sediyobelli bir yaş grubuna göReha Bilgen, ruz? En zor seyirci olan çore sahnelenir, ama Türçocuk tiyatrosu cuklardan... kiye’de maalesef böyle bir denildiğinde ilk Yetişkin tiyatrosundan sistemi hayata geçiremifarklı olarak, ilk saniyeyoruz. Bunun nedeni ise akla gelen sinden son ana kadar segişe sıkıntısı. Bizler ‘Bu adlardan. Bilgen, yirciyi, yani çocukları yaoyun 36 yaş grubuna hi“Her şey kalamak, onların hayal tap eder’ diye yazamıyoçocuklukla dünyasında yeni bir penruz ne yazık ki. Yazsanız başlıyor” diyor. cere açmak gibi pek çok bile yine de her yaştan “Onlar geleceğin zor görevi üstlenen, bu çocuğu getiriyorlar. Bu alanında 25 yıldır var olma yaşların ortak noktasını seyircisi. başarısını gösteren Masal bulup yakalamak çok Geleceğin Gerçek Tiyatrosu’nun kuönemli, bu nedenle ben insanını, rucusu ve sanat yönetmeMasal Gerçek Tiyatrokültürünü onlar ni Reha Bilgen’le, toplusu’nda görselliği çok kuloluşturacak.” luğu ve çocuk tiyatrosu lanıyorum”. üzerine konuştuk. Her yıl yeni bir oyunu Profesyonel tiyatro yasahneye koymak hedefiyle şamına 1976’da İstanbul “Arı Maya”, “Anadolu Şehir Tiyatroları’nda başlayan Bilgen, Masalları”, “Heidi” gibi pek çok oyunu 1980’de Almanya’ya giderek yönet çocuklarla buluşturan Masal Geçek Timenlik eğitimi almış. Sonrasında pek çok yatrosu’nun önümüzdeki yıl sahneleyeözel tiyatroda çalışmış, ama her zaman bir ceği oyun ise, Yalvaç Ural’ın “Gözü çocuk tiyatrosu kurmayı planlamış. Boynuz ile İzi Yaldız”ı. “Çocukları motive etmek, onlara Bilgen’in Masal Geçek Tiyatrosu’nda bir pencere açmak, onların düş dün kullandığı kuklalar, gölge oyunları ve kayasına girmek, dinamizmini yakala ra tiyatro öğeleri, çocukların dikkatini çekyabilmek benim için çok önemli” diyor. mek ve “onlara görsel bir iz bırakmak” “Çünkü her şey çocuklukla başlıyor, adına kullanılan yöntemler olmuş. Yılonlar geleceğin seyircisi. Geleceğin in lardır kuklaları sanatının bir parçası hasanını, kültürünü onlar oluşturacak”. line getiren Bilgen, önümüzdeki aylarda Çocuk tiyatrosu ve yetişkin tiyatrosu bir kukla sergisi açmayı da planlıyor. SİBEL ÇORBACIOĞLU T Kültür Servisi Ressam Kamer Batıoğlu, 5 Şubat 25 Şubat tarihlerinde, İstanbul Kozyatağı’ndaki Bakraç Sanat Galerisi’nde, “Genel ‘EV’ren Kadınları 2” başlıklı 13. kişisel sergisini açıyor. Batıoğlu bu sergisinde yer verdiği yapıtlarında, kadın bedeni üzerindeki “maskeleri” soyarak kadının iç dünyasına giriyor. Bunu yaparken kadının düşüncelerindeki renkliliği bedenine yansıtarak, kadını olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi görmeye çalışıyor. Güzelliğin yalnızca dayatıldığı formlarda olmadığını, kadınların doğal halleriyle güzel olduklarını savunan sanatçının yapıtları, 25 Şubat tarihine kadar görülebilir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle