19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4 ARALIK 2011 PAZAR CUMHURİYET SAYFA PAZAR YAZILARI 9 Kuzeyin BD’yi 49. enlem çizgisinden 50’ye doğru bir gıdım kuzeye geçiniz, Kanada’ya girmiş olursunuz. Kanada’yı aşağıdan yukarıya tırmanınız, Kutup’a varacaksınız. Enlemparalel çizgileri seksenlere ulaşacaktır, şimdi eksi elli derecelerdeyiz, aman sıkı giyinin... Gözünüz kesiyorsa, devam edin! Beş altı kez, kutup noktasına ulaşmak için kat kat giyinen ve Huski köpekleriyle kızak sürüp yola çıkmış kâşiflerden olmak istiyorsanız, hodri meydan... Ancak oralara gidildikçe salt soğuktan ve kutup ayılarından korkmanız yetmiyor, aynı zamanda kilometrekareye düşen üç beş kişinin toplandığı kent ve köylerde başınıza gelebilecek her türden saldırı, tecavüz, tehdit ve haydutluğa da hazırlıklı olmanız gerekiyor. Bunu yetkili makamlar açıklıyor, oralara gidecek olanların hayati tehlikesini baştan yüzüne söylüyor. Lamı cimi yok, Kanada’nın kuzeyi tehlikelidir. ABD toprağı olup Kanada’nın kuzeyinde yer alan Alaska’da kadınların yarıdan fazlası cinsel saldırı ve tecavüze uğramıştır; bunu da resmi makamlar söylemektedir. Her 5 kadından ikisi her gün tecavüze uğramaktadır, Sarah Palin’in eyaletinde... Kanada’nın kuzeyinde ve doğu tarafında yer alan, neredeyse bir kıta büyüklüğündeki Grönland adasında yıllık cinayet ortalaması, bu adanın yönetimini sürdüren Danimarka’ya kıyas edilirse neredeyse 100 kat fazladır. Dahası, Grönland’daki nüfus, anavatan Danimarka’daki halka kıyasla 100 kere azdır... Kanada’nın Kuzey Kutbu’na geçilen uçsuz bucaksız tundralar bölgesindeki sayılı nüfus, İngiliz Kraliyeti’ne bağlılık yemini eden bu ülkenin en büyük kenti Toronto’nun bir mahallesine sığacak kadardır; hatta daha seyrektir. Ama gel gelelim Kuzey Bölgesi’nde suç oranı Toronto’yu geçen yıl 78 kere katlamıştır. Kanada, Danimarka ve ABD tarafları kutup civarında komşuluk yaptıklarından, bir araya gelip meseleyi aydınlatmak ve çözüm çarelerini sıralamak istemişlerdir. Bu maksatla geçen yaz sonunda her 3 ülkenin yüksek düzeyde katılımı sonucu bir komite kurulmuştu. Komite ilk toplantısını Kanada’nın Grönland adasına bakan bir körfezi üzerindeki Iqaluit kentinde yaptı. Iqaluit’ta 6 bin 185 kişi yaşar. Kanada’nın federal bütçesinden büyük yardımlar görmek suretiyle ayakta kalan Iqaluit’ta toplanan komite, “Kuzey’de niye suç işleniyor, sıkıntınız nedir, yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda, daha ne istiyorsunuz” biçiminde düşünüp işe koyulurken, öncelikle, taraf ülkelerin polis teşkilatlarını buraya getirmekle ilk adımı attı. ABD’nin meşhur FBI teşkilatı göze az gelmiş olmalı ki, bir de New KANADA York’un dünyaya nam salmış polislerinden parmakla gösterilenler davet edildi. Bu arada, gerçi Amerikan toprağı olsa da, ayıp olmasın diye Alaska’nın zabıta memuru gibi MAHMUT ŞENOL kalmış polisleri de geldi. Danimarka polislerinden birkaçını gönderdi... Kanada ise ev sahibi olarak polis konusunda cömert davranıp salonu doldurdu. Unutulduğu sanılmasın, yeteri kadar sosyolog, psikolog, siyaset bilimci gibi alanında isim yapmış hocaları da çağırdılar. Uzun tartışmalar sonunda varılan sonuç şaşırtıcı değildir. Bu kadar az nüfusu olan, üstelik üye ülkelerin sosyal refahı altında aç ve açıkta kalmayan bu insanların bu kadar suç işlemesinin nedeni iki şeye bağlandı: Birincisi, bu insanların doğal yaşam koşullarından kaynaklanan bir bunalım içinde olduklarıydı ki bu önemli ölçüde kabul gören bir şeydi... Burada yaşayanlar uzun gündüzler, kısa geceler yüzünden ruh kabızlığı çekmekteydi. O yüzden alkole sarılmaktaydı. Nüfusun, çocukları ve hastaları çıkarırsak, neredeyse tamamı alkolikti... Buradaki alkol kullanımı şaşırtıcıdır. Her gün TIR dolusu votka ve viski inen kuzey kentlerinin satış noktalarında alkollü içki sıkıntısı yaşanmaktadır. Kanada tarafının alkol kullanımı ve suç işleme ilişkisi üzerine verdiği raporlara, “bizde de öyledir” diyen Grönland temsilcisi Bjorne Biey, “Hatta bizimki daha vahimdir, çocuk denecek yaşa kadar alkol kullanımı artıyor” demiştir. Bu kadarla kalsa iyi, kabul edilen bir başka gerçeğe göre, her türden denetlemeye karşın uyuşturucu müptelalığı da yaygınlaşıyordu... İkinci önemli saptama ise avcılık üzerineydi: İddialara bakılırsa, kuzeye gidildikçe avcılık vahşileşiyor ve hayatın vazgeçilemez bir parçası haline dönüşüyordu. Sıcak ülkelerde avcılık yerine ikame edilebilecek, o olmazsa bu olur diye av eti bulunmadığında sofraya konulabilecek başka ürünler vardı; ama ya Kuzey’de ne vardı? Buzdan başka bir şeyin olmadığı coğrafyada insanlar mutlaka avlanmak zorundaydı ve bu zorunluluk sadece insanlara ait değil, aynı zamanda tüm canlılar silsilesini kapsıyordu. Temel olarak bu iki konuda anlaşan üç ülkenin komite üyesi tarafları büyük iş becermiş gibi görüşmeleri o noktada kesip, geri dönerken bazıları da “Eh, buraya kadar geldik, çalışıp yorulduk, şimdi dinlenmek hakkımızdır, o halde biraz geyik ve ayı avlamadan dönmeyelim geriye” demek suretiyle insani yüzlerini gösterip toplantı sonrasını bir av partisine çevirmişlerdir. Buralarda kış uzundur, kış boyunca içki içilir, kadınlara saldırılır, ava çıkılır ve güneyden gelen polisler toplantıyı tamamlayıp kös kös geri gidince kuzeyliler biz bizeyiz diye baş başa kalır... Al takke ver külah, değişen bir şey olmamıştır; hasılı! [email protected] şiddet sarmalı 1 A Thuram ya da ırkçılığın teşhiri 998’de Fransız ulusal takımını dünya şampiyonu yapan futbolculardan birini herkes ya da en azından futbol meraklıları hatırlar. Zinedine Zidane namı diğer (Zizou) Zizu. Peki, yarı finalde Hırvatistan karşısında 10 yenik duruma düşen Fransızları ipten döndüren iki golü atan ya da ulusal takıma en fazla seçilme rekorunu kıran Lilian Thuram, (ThuThu) TuTu’yu kaç kişi hatırlar. Aslında Zizu, TuTu’nun yanında hafif kalır, diyeceğim ama... (Biraz duygusal bu tepki...) Niye mi diyeceksiniz? Hani şu meşhur “Ne sağcıyım ne solcuyum, futbolcuyum futbolcu!” tekerlemesi vardır ya... İşte, TuTu bu tekerlemeye en uymayacak “Aydın”lıkta bir insan! Öyle yüksekokul bitirdiği veya film çevirip, şarkı söylediği için filan değil. Asaletini Paris’in en yoksul banliyölerinde temizlikçilik yaparak 5 çocuğunu büyüten annesinden, cesaretini eşitsizliğin kamçıladığı “insanı değiştirmek” bilincinden, kendi kendini yetiştirdiği eğitimini de “dünyayı anlamaya” çalışarak aldığı için. O da istese diğer yıldız meslektaşları gibi AS Monaco, FC Barcelona, Parma ve Juventus transferlerinden kazandıklarıyla işadamı ya da rantiye, mirasyedi olarak yaşayabilir. Ancak TuTu iç ve dış zenginliğini bir başka “kariyer”de kullanıyor: “Lilian Thuram Irkçılığa Karşı Eğitim Vakfı.” Kişiliğin son eylemi Fransa’nın en saygın müzelerinden Quai Branly Müzesi’nde 29 Kasım’da açılan “Vahşi’nin (Yaban) Adası’nda dünyaya gelen TuTu ırkçılık İcadı Teşhircilik” sergisi. Serginin genel düşüncesinin ilkelliğini kanıtlayabilmek küratörü Thuram iki bilimsel küratör için, eşi televizyon gazetecisi Karine Le eşliğinde insanoğlunun bellek ve beyninde Marchand’ın 2 yıl önce ortaya attığı bir ayrımcılık ve ırkçılığın nasıl oluştuğunu fikirden hareketle, Batılının “Vahşi” diye geniş kitlelerin, çocukların daha iyi anlayabileceği bir dille anlatmaya çalışıyor. nitelediği kendinden farklı insanlara bir zamanlar nasıl baktığını aktaracaktı. 142 kez “Milli” TuTu 8 Temmuz 1998 Serginin bilimsel küratörlerinden, tarihçi akşamı Hırvatistan’a karşı 2. golü attıktan sonra ötekilere hiç benzemeyen bir biçimde Pascal Blanchard’ın 2002’de yayımlanan “Zoos Humains/İnsan Hayvanatı davranmıştı. Ne göğe dönmüş dua etmiş, Bahçeleri”, altbaşlığıyla “İnsan ne taklalarla tribünlere koşmuş, ne Teşhirciliği Zamanları” kitabını formasını havalandırıp arkadaşlarına ve okuduğunda tasarı, kısa sürede çevreye abartmalı el kol bulunan hamilerle de fiile hareketleri yapmıştı. Ciddi bir PARİS geçiyordu. Thuram aynı takımdan ifadeyle olduğu yerde diz kendisi gibi kapkara derili bir çökmüş, diğer futbolcuların başka milli futbolcu, Yeni altında kalıncaya kadar Kaledonya kökenli Christian kollarını kavuşturup sağ eli ve Karembeu’nün (hani şu parmağını “düşünen adam”a Wonderbra sutyenleri ve uzun benzer sorgulayıcı bir edayla bacaklarıyla ünlü manken ağzına dayamış ve karşıya, UĞUR HÜKÜM Adriana Karembeu’nün 13 yıl boşluğa bakmıştı. “Savunma nikâhlı kaldığı eşi) büyük oyuncusuydum. Rakip dedesinin, 1931 yılında sirk ve hayvanat sahaya geçtiğim bile nadirdi. 142 bahçelerinde teşhir edildiğini ilk maçtaki toplam iki golümü de o öğrendiğinde yaşadığı şoku unutmamıştı. karşılaşmada attım. Bu olsa olsa bir Özellikle Kristof Kolomb’un ilk Amerika şanstı... Halbuki sahada 11 kişi seferinden (14921493) dönerken getirdiği oynuyoruz. Biz, Fransa takım (ekip 6 yerliyle başlayan, ama özellikle 19. oyunu) olduğumuz için kazandık”, yy.’da ve öncelikle İngiltere, ABD, Fransa diyebilecek kadar alçakgönüllü bu kişilik ve Almanya’da yaygınlaşan “Vahşiyi ilerleyen yıllarda geliştireceği bilinçli teşhir etmek” olgusu kısa süre sonra toplumsal ve siyasal mücadelesine de aynı insanlar, ırklar arasında fizyolojik ağırlıklı ilke ve mütevazılık ile devam edecekti. 1 ölçütlerle “bilimsel”(!) sınıflamalara Ocak 1972’de Fransa’nın deniz ötesi dönüşüyordu. İnsanların zihninde ırkçılığın topraklarından Karayipler’in Guadalupe nasıl evrildiğini canlandırması açısından yazılı, resimli, fotoğraflı, filmli somut kanıtlara dayanan bir sergi yeni nesiller kadar, tanımadığı veya kulaktan, gazete başlıklarından duyduğu haberlerle önyargılar geliştiren kitleler üzerinde eğitici, uyarıcı olabilirdi. Cüceler, çam yarması adamlar, yapışık ikizlerden vücudu, yüzü kıl kaplı adamlara, sakallı veya benzersiz iri göğüslü kara kadınlara, kafası tüylü, yüzü boyalı Kızılderililerden, tabak dudaklı, zürafa boyunlu Afrikalılara, muzlarla sarılı bel ve kalçasını sallayarak egzotik/ritmik hareketler yapan dansözlere “Vahşi” gösteri ve ticaret metası, gerilik ve ilkellik simgesine dönüşmüştü. Panayırlar, sirkler, yerel ulusal kolonyal evrensel sergiler aşağılayıcı, sınıflamacı teşhir vitrinleriydi. Yükselen kriz ve milliyetçilik kısa sürede “asil kan ve ari ırk” teorileriyle her türlü “Öteki”ni imha etmenin yollarını aramaya başlayacaktı. Albert Einstein şöyle sorgulamış: “Dünyada yaşamak tehlikeli bir iş... Kötülük yapanlardan ötürü değil, onları kendi başlarına bırakıp seyredenlerden ötürü tehlikeli!” Thuram da soruyor: “Ya siz, siz hangi taraftansınız?” Not: “Vahşinin İcadı – Teşhircilik” sergisi 6 Haziran 2012’ye kadar açık. [email protected] E Okumanın tehlikeleri sorusuna verdiği yanıtları merak edenler için debiyat eleştirmeni Alfonso Berardinelli, Urbino’da “Carlo Bo’nun kısa bir edebiyat turu: “Prag Mezarlığı” adlı romanı okuru uğraştırdığı ve anlaşılmaz olduğu Okuma Projesinden Dijital Çağda için eleştirilen Umberto Eco özetle Okuma Uğraşına” başlıklı bir konferans “yazıyorum, çünkü yazmak hoşuma verdi. İyi bir okuyucu olmanın beraberinde gidiyor” diyor. Ken Follett, “Sabah bazı tehlikeleri barındırdığını anlatan uyandığım zaman ilk düşündüğüm şey Berardinelli, kitap okumanın, yürümek, kitabımın gelecek bölümünü tasarlamak. konuşmak, soluk almak, yemek yemek gibi Yazarken eğleniyorum, yazma uğraşı benim yaşamsal gereksinimlerin dışında kaldığına için büyük bir tutku. Yazdığım sürece insanı dikkat çekti. Kitap okumanın ne sosyal ne de ve dünyayı ayrıntılarıyla kavradığımı fizyolojik açıdan öncelikli bir faaliyet düşünüyorum” diye anlatıyor. olmadığını anımsattı. Okur konunun uzmanı Wole Soyinka yıllar önce Libèration değilse edebiyat, bilim ya da felsefe üzerine gazetesinin de aynı soruyu sorduğunu okumanın bir lüks olduğunu, bu tercihin anımsatarak “içimde taşıdığım zamanla geri dönüşü olmayan bir mazoşist Soyinka nedeniyle tutkuya dönüştüğünü paylaştı. MİLANO yazıyorum” diyerek yanıtının Alfonso Berardelli, okumanın değişmediğini söylüyor. Antonio riskleri başlığı altında toparladığı Tabucchi, soruyu, “Neden yazılır?” seminerde, kitaplar dünyasına diye değiştiriyor. Tabucchi’nin yanıtı dalan okuyucunun hem kendi iç şöyle, “Gençlik yıllarımda dünyasından hem de onu kuşatan dış çevreden soyutlandığını ASLI KAYABAL okuduğum Samuel Beckett’in ‘geriye başka bir şey kalmıyor’ sözünü aktardı. Okurken kendimizi daha unutamadım. Ölümden iyi tanıdığımızı, zihinsel boyuttaki ürktüğümüz için mi yazıyoruz? düzen ve karmaşayı daha sağlıklı Yaşamak mı bizi korkutuyor? Acaba yorumladığımızı söyledi. Son 200 yıllık çocukluk yıllarımıza özlem mi duyuyoruz? dönemde Avrupa ve ABD’de özellikle Belki de zaman çok hızlı geçti, durdurmak edebiyat, felsefe ve tarihe odaklanan kitaplar mı istiyoruz? Yaşlandıkça geçmişe özlem okuyan okuyucuların çesitli tehlikelerle karşı duyduğumuz için mi yazıyoruz? Belki de karşıya gelebileceğine dikkat çekti Baudelaire’in dediği gibi ‘Yaşam her hastanın Berardinelli. “Okuyucu açısından en büyük sürekli yatağını değiştirmek istediği bir risk, günün birinde yazar ya da daha da hastane. Kimi pencereye yakınsa iyileşeceğini kötüsü edebiyat eleştirmeni olmak” diye dile kimi de kaloriferin sıcağında ayağa kalkacağını getirdi düşüncesini. Okuma tutkusunun düşlüyor.’” bulaşıcı bir tutkuya dönüştüğünden, okurun Yazma uğraşını Flaubert’in dediği gibi “bir dünyayı değiştirmek, yaşadığı dünyanın dışına tür yaşama biçimi” olarak benimseyenlere çıkmak, içinde yaşadığı toplumu yeniden tüm gizli tehlikelere karşın keyifli okumalar düzenlemek istemek gibi uç noktalara diliyorum. sürüklenebileceğini söyledi. Saplantılı düşüncelerin izinde yazar olmaya [email protected] karar verenlerin “Neden yazıyorsunuz?” eçenlerde, Lund kentine, yıllar önce kalp krizinden ölen arkadaşım Kâzım Çalışkan’ın ailesini ziyarete gittim. Aradan 16 yıl geçmesine karşın evdeki anıları yaşıyordu. Bol bol kulaklarını çınlattık. Telleri yenilenmiş sazı duvarda asılı, raflarda kitapları sıralıydı. Çalışma masası, Kâzım biraz sonra gelip de oturacak gibi duruyordu. Arkadaş ölümlerinden sonra, en fazla kitaplar hüzünlendirir insanı... Darbelerden sonra yurtdışına çıkan siyasi sığınmacılarla kitaplar arasında yakın bir bağ olduğunu düşünürüm. Onlar, 12 Mart ve 12 Eylül’den önce verilen mücadelelerde bizlerle omuz omuzaydı. Bizimle birlikte arandılar, gizlendiler. O günlerde onların payına apartman boşluklarına atılmak, kömürlüklerde saklanmak, sobalarda, banyolarda yakılmak düştü. Yakalandıklarında, bizimle birlikte gözaltına alındılar, yargılandılar, mapus damlarında yattılar. Sığınmacı olarak yurtdışına çıktığımızda da bizi yalnız bırakmadılar. Başka iklimlerde, başka topraklarda bizi arayıp buldular, can yoldaşımız oldular. Öldüğümüzde, bizler tabutlar içinde ülkeye dönebildik. Kitaplarımız mağrurdu, onlar dönmediler. Geride kalan eşlerimiz, çocuklarımız, bir şekilde bir çıkış yolu buldu, ayakta kalmayı başarabildiler. Kitaplar ise değerbilmez ellerde itildiler, kakıldılar; kütüphane raflarından, depolara, mahzenlere doğru sürüklendiler. Yüzlerine bakan, sayfalarını çeviren, dillerini anlayan olmadı. Sonunda, torbalara, karton kutulara doldurulup çöp bidonlarının kenarına bırakıldılar. Bir arkadaş ölümünden haftalar sonra ailesi telefon etti: “Bu kitapları ne yapacağımızı bilmiyoruz; gel, al, götür hepsini!” Öksüz yavruyu bir yerlere evlatlık vermenin telaşındaydılar sanki. O kitaplar ki, arkadaşımdan bir tanesini bile ödünç almakta zorlanırdım. Ölümlerden sonra, ailesi ağır bir yükten kurtulmaya G Yörep köyün Kâzım’ı... çalışıyordu. Peki, ya benim kitaplarım ne olacaktı, bunu düşünen yoktu!... Döne, Kâzım’ın okul defterlerine yazılmış öykülerini getirdi koydu önüme: “Ne olacak bunlar şimdi? Yazmak için yıllarını verdi. Ne yapacağım şimdi ben bunları? Arkadaşın öldü, onun yazılarını kim düzenleyecek, kim yayımlayacak?” Bir defterin arasında, ayrı bir kâğıt parçasına yazılmış not ilişti gözüme: “Bu bölümde karınca MALMÖ yuvalarıyla ilgili gözlemlere geniş yer verilecek.” Yitik bir romandı Kâzım’ın yaşamı. Ölümünden birkaç hafta önce telefon etmiş; “Bir şeyler karaladım, bir ara gel de birlikte bakalım lo!” demişti. Bir araya ALİ HAYDAR gelmek, yazıları gözden geçirmek NERGİS kısmet olmadı... 12 Eylül günlerinde evine düzenlenen operasyonda, kendisinin ve çocuklarının önünde arkadaşlarını öldürmüşlerdi. Sırtında bir kurşun izi vardı. Kurşun yaraları zamanla iyileşmiş, ancak olayın travmasını atlatamamışlardı. İsveç’e geldikten sonra, (o zamanlar dört yaşında olan) ortanca oğluyla birlikte psikolojik tedavi gördüler. Âşık Mahzuni’nin bir çalışmasından esinlenerek “Yörep köyün Kâzım’ı” adını vermiştim ona. Çok sevmişti bu adı... Lund Belediyesi’nin bahçe işlerinde çalışıyordu... Daha gün gibiydi. Bir akşamüstü Döne telefon etti; “Kâzım kalp krizi geçirdi, hastaneye kaldırdılar, acele gel!” dedi.Yetişemedim. Gittiğimde, Kâzım, morgda, soğuk mermerlerin üzerinde yatıyordu. Kitaplara, romanlara sığmayan koca Kâzım, beşon dakikanın içinde yok olmuştu. Tabutunu hastaneden aldık, Kopenhag Havalimanı’nda uçağa verdik; Döne, götürdü, Anadolu’da (Hekimhan’ın Basak köyünde) bir köy mezarlığına gömdü Kâzım’ı... Büfenin üzerinde duran resmine bakıyorum. Saçları, bıyıkları simsiyah bir köy delikanlısı. Günlük yaşamın hayhuyları arasında 16 yıl ne çabuk geçmiş. Yaşasaydı, şimdi 57 yaşında olacaktı. Zamanla onun da saçları, bıyıkları beyaza çalacaktı. Hafta başında telefon etti Döne, “Hiç mi tuz, ekmek hakkımız yok; Kâzım’ın ölümünden sonra bütün arkadaşları hayırsız çıktı” diyerek serzenişte bulunduktan sonra; “Başka arkadaşlar da gelecek, cumartesi günü çoluk çocuğu al, gel!” dedi. Kâzım’ın ölüm yıldönümünü şölene dönüştürdü Döne, “Ben, bir devrimcinin eşiyim, yas tutmam; ölüm yıldönümünü doğum gününe çeviririm” dedi. Onun sevdiği yemekleri hazırlamış. Sazı duvardan indirdik, Kâzım’ın sevdiği Arguvan/ Hekimhan türkülerini söyledik: Karanfil ekmişim, gül ekmemişim Unutup dibine su dökmemişim Sanki ben ayrılık hiç çekmemişim Çekerim ayrılık seni bir zaman alinergis@ yahoo.se C MY B C MY B Döne, masanın üzerindeki yazı dosyalarını toplayıp sandığa koyarken, “Yaşadığım sürece gözüm gibi koruyorum onları. Ne fayda ki, benden sonra öksüz kalacaklar...” dedi. Kim bilir, bizden sonra, daha kaçımızın yaşamöyküleri, gelinlik yaşta ölen genç kız çeyizleri gibi sandıklarda kalacak...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle