23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 20 AĞUSTOS 2010 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Amel Kılavuzu TUTUKLAMANIN cezalandırmaya dönüşmesi eğilimlerine karşı gazetecilik âleminin neredeyse bütün örgütlerince ortak bildiriyle tepki gösterilmiş olması, karşılaştığımız tehlikenin büyüklüğünü belirtir. Tehlike, kitle iletişim araçları üzerinde baskı yoluyla ülkedeki bilinçlenmenin durdurulmasına yönelik olduğu için büyük. Bilinçlenme, bireylerin ve grupların kendilerini baskıdan arındırmış bir doğru bilgi-haber ortamına yerleştirmesi ve bu ortamdan ödevler çıkarmasıyla başarılabilir. Yoksa, uzun sürede yaygın ve acılı olaylarla bilinçlenme yolu kalmaktadır ki, o da toplumun çok ağır bedel ödemesi demek. Böylesine önemli işlevi olan “basın-yayın” medyasının olaylara doğru tanı koyabilmesi için baskıdan kurtarılması en başta bu açıdan kritiktir. Şu soruyu açıkça sorma zamanı gelmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini birtakım yasalarla ve bazen hiç yasal sayılmayan yollarla değiştirmek” diye özetlenebilecek olan son girişimlerin özünde ne yatıyor? Bu soruya Cumhuriyetin kendisi için belirlediği hedefe, yani çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkma hedefine karşı bir iç niyetin varlığıyla yanıt vermek yetmiyor. Bu hep vardı. Yanıtın doğru olabilmesi ve son girişimlerin gerisindeki niyetlerin anlaşılması için şunu da eklemek gerekiyor: Dünya çapındaki hedeflerini bölgemize yansıtan dev çıkar gruplarının temsilcisi devletlerce bu bölge için Türkiye’ye biçilmek istenen rolün açıkça belirlenmesi. Bu rol, Cumhuriyetin kendisi için benimsediği rolün yanında, o devletlerin bölgedeki çıkarlarını kollamayı ve bu bakımdan da etkili olmayı gerektiriyor. Ancak, Kemalizmin kurduğu ve evrensel değerlere dayandığı için “çağdaş”, bağımsızlığı benimsediği için de “ulusal” olan Türkiye Cumhuriyeti, laik bir “ulus-devlet” olarak, Arap Müslümanlığının ağır bastığı bir bölgede etkili olabilecek ve örnek alınabilecek iyi bir model sayılmıyor o devletlerce. İkincil denebilecek hedefler ve çıkarlar bir yana bırakılabilirse, ABD-AB ikilisinin bölgeye ilişkin hesaplarının birbirine “az çok” yakın olduğunu ve bölge devletleriyle ilişkilerinin de yine “az çok” yakınlaştığını söylemek yanlış olmaz. Rol paylaşımında, ABD’nin etkin baskıyı, AB’nin oyalayıcılığı, İngiltere’nin de “uyum sağlayıcılığı” üstlendiği bir orkestradan söz edilebilir. Ne var ki, orkestranın bir köşesinde, ABD’nin Pennsylvania’sındaki bir saz, Türk devletinin bütün kurumlarına sızmışlığıyla, yarı-çağdaş yarı- dinci niteliğiyle ortaklığın sinsi niteliğini ve Türk devrimi açısından acımasızlığını pervasızca sürdüren çelişkisiyle bütün oyunun sırrını açığa vurmuş oluyor. Böyle olduğu için, son girişimlerin ve mutlaka değiştirilmesi gereken bütün durumların gerisinde o sazın tınısını duyarak çözümün o noktada bulunduğunu sezmek ve halkoylamasına varıncaya kadar her fırsatta bunu bilerek bilinçli davranmak iyi bir “amel kılavuzu” sayılabilir. mumtazsoysal@gmail.com PENCERE Nadir Nadi’yi Anarken... Y anõtlarõn sürekli değiştiği bilgi ve iletişim çağõnda sorular giderek öncelik kazanõyor. Değişen ya- nõtlarõ bõrakõp kalõcõ sorulara yö- nelmeyi öneren yazarlar var. Tar- tõşmalarõn kutuplaştõrdõğõ sorunla- ra çözüm arandõğõnda, bireylerin ve toplumun önüne iki seçenek ko- nuyor: Evet ya da Hayır. Evet ya da hayõr, çoğumuza pra- tik bir seçenek olarak görünse de, bireylerin toplamõndan daha kar- maşõk bir varlõk olan toplum açõ- sõndan, sonuç o kadar güvenli de- ğildir. Bazõ şeyler belki ya doğru- dur ya değildir; bazõ şeyler ne doğrudur ne de yanlõş, ama çoğu şeyler hem doğru hem de yanlõş olabilir. Yazar Harold Pinter’i ha- tõrlar mõsõnõz? “Her doğruda yan- lışlar; her yanlışta doğrular var” görüşüyle geçen yõllarda Nobel kazanmõştõ. Çapraz sorgulama Sõkça duymaya başladõğõmõz “çapraz sorgulama” sürecinde savcõ ya da davalõ avukatõ davalõ- ya sorar: “Eşinizi yalnõz pazar günleri dövdüğünüz doğru mu? Tek kelimeyle lütfen, evet ya da hayõr.” Davalõ avukatõ hemen kar- şõ çõkar ve yargõç itirazõ kabul eder. Çünkü sorgulanan kişi “evet” de dese “hayır” da dese, yanõt ka- rarõ olumsuz etkiler. Antikçağlardan günümüze ben- zer paradokslar (şaşõrtõcõ/yanõtsõz) sorunlar ulaşmõştõr. “Giritli bir fi- lozof Giritli filozofların yalancı olduğunu söylermiş.” Doğru mu yanlõş mõ? Sorunun doğru bir ya- nõtõ yoktur; çünkü yalancõ filozof yalan söylüyorsa dediği doğru, doğru söylüyorsa yalandõr. Ya- lancõlar bazen doğru da söyler. Tarih felsefesine zaman (deği- şim) boyutunu kazandõran filozof Hegel’e göre, sorun ne A-tezidir, ne de B-tezi. Çözüm “sentez” adõ verileni yeni bir C’dir, Ne var ki C de uzun ömürlü olamaz. D’ler C’yi zorlayõnca çözüm yeni bir E’de bulunur. “Tarihi maddeci- liği” (komünizmi) reddederken diyalektik mantõğõ eleştiren Ül- ken Hoca’nõn yanõlgõsõ buydu. (1) Çelişik bir mantık Uzakdoğulular biçimsel (suri / geometrik) mantõğõn ilk çõkarõmõna ters düşen “çelişik bir mantık” ge- liştirmiştir: A, B’den, B de C’den büyük ise; C, A’dan büyük olabi- lir. Can-Ken-Pon (taş-kâğõt- makas) oyununun kuralõ böyledir. Üç değerli ilişkilerde tek, ya da ke- sin bir güç ya da güçlü olmaz; fut- bol ligleri yenilmiş takõmlarla sürer. Öklid geometrisinin sağduyuya bedihi (apaçõk) doğru görünen bir postülası (koyutu) vardõr: “Bir doğruya dışındaki bir noktadan sadece tek bir paralel çizilebilir.” Bu önerme doğru kabul edilirse, öteki postülalar ve teoremler ko- layca kanõtlanabilir. Oysa, birden fazla paralel çizi- lebilir; ya da hiçbir paralel çizile- mez görüşleri benimsenirse, bir- birinden farklõ modern geometri- ler oluşur. Ne ki doğruluğu önce- den kabul edilmeyen hiçbir öner- me üzerine bir fikir, teorem, yar- gı ya da kuram inşa edilemez. Ge- çen yüzyõlda, bu gerçekliğin ev- renselliğini sergileyen tarihçi Da- vid Hofstadter ün ve ödüller ka- zanmõştõ. (2) Çağdaş dillerde mantõk: “A, ya A’dır ya da A-değildir; üçüncü şık imkânsızdır” önermesi üzeri- ne kuruludur. Diyalektik mantık ise “oluşum” adõnõ verdiği üçün- cü şıkkın kaçõnõlmaz olduğunu savunur. Çözüm -evet ya da ha- yõrda değil- “hem evet hem hayır, ya da ne evet ne hayır”da arana- bilir. Fransõzlar “Oui mais non!” (Evet ama hayõr!) derler. Dilimizin sağlam mantõğõ “ha evet ha hayır” diyor; ne fark eder ki? - sorunu çözmedikten gayri! Cumhuriyet ailesine katõlma çağ- rõsõna hemen “evet” dedim; ama Melih Cevdet ile Hıfzı Veldet’in ortak mirasõnõ taşõyan sayfada yaz- ma sorumluluğunu acaba taşõyabi- lir miyim? Doğrusu bilemiyorum. Doğru mu yanlõş mõ? Evet mi ha- yõr mõ? İkilemlerin iyisi hangisidir? Aristo “İyi ortadır, ortadadır” diyordu ya ,“Evet ya da hayır”õn ortasõ neresidir? Değişken uçlarõ, sonuçlarõ bil- meden doğru orta bulunabilir mi? Mumcu’yu analõm: Bilgi sahibi ol- madan fikir sahibi olunur mu? Evet - hayõr seçenekleri kutuplaş- mayõ önlemediği gibi gerilimi çatõşmaya dönüştürebilir. Öte yandan “hem evet hem ha- yır” ya da “ne evet ne de hayır” seçenekleri, öfkeli tutumlarõn kar- şõ konulmaz yükselişi, siyaset sah- nesini “evetçilerle hayırcılara” bõ- rakõrsa, demokrasiye duyulan gü- ven sarsõlmaz mõ? Demokrasinin güvencesi sayõlan orta sõnõf, varlõklõ değişimciler ile kararlõ korumacõlar arasõnda çatla- mõş gibi görünüyor-bugün. Oylarõ- mõz bu çatlağõ onarabilecek mi? Ulusun tüzelkişiliği ve kurum- larõn ortak varlõk bilinci olarak Devlet -ya da “Hukukun üstün- lüğü ilkesine bağlılığına inanmak istediğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti”- içine düştüğümüz “Evet mi, Hayır mı?” çõkmazõna çare bulmak; yoksa, yaratmak zorunda! 1) Bkz H.Z. Ülken, Tarihi Mad- deciliğe Reddiye (1951). 2) Fizikçi Gödel’in bilim yönte- minde çõğõr açan teoremini, sanatçõ Rescher’in gerçeküstü tasarõmla- rõnõ, Bach’õn özgün “füg”lerini yo- rumlayan Hofstadter’in, “insanõ baştan çõkaran bir kõşkõrtõcõ” adõ- nõ verdiği başyapõtõn 20. basõmõ 2010 yõlõnda yapõldõ. Sorular - Yanõtlar, Doğrular ve Yanlõşlar Prof. Dr. Bozkurt GÜVENÇ Ulusun tüzelkişiliği ve kurumlarõn ortak varlõk bilinci olarak Devlet -ya da “Hukukun üstünlüğü ilkesine bağlõlõğõna inanmak istediğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti”- içine düştüğümüz “Evet mi, Hayõr mõ?” çõkmazõna çare bulmak; yoksa, yaratmak zorunda! Nadir Nadi, yedi yıl önce ağustosun 20’sinde gözlerini yaşama yumdu. Yeniköy’deki evde kötüleşmişti; “Başyazar”ı çağrılan cankurtarana taşıdık. Yanına iliştim... Yol boyunca elini tuttum. Bu eli ilk kez 1962 yılının mayıs ayında sıkmıştım; Pembe Konak’taki yüksek tavanlı odasında her zamanki gibi incelik göstermiş; beni “Cumhuriyet’te birlikte çalışmaya” çağırmıştı. Çok duyarlı bir insandı. Sanatçı duyarlığını yaşamın katı gerçekleriyle bağdaştırmasının özü nasıl oluşmuştu?.. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda düşmanın top sesleri Ankara’da duyulurken Yunus Nadi oğluna keman dersleri verdiriyordu. Altmış yılı aşkın bir süre geçtikten sonra yazdığı “Dostum Mozart”ın başına Nadir Nadi şu “ithaf”ı koyacaktı: “Onca direnmeme karşın beni keman öğrenmeye zorlamakla, önüme hiç ummadığım ışıl ışıl renkli bir dünyanın perdesini açan sevgili babamın anısına...” Nadir Nadi “ışıl ışıl renkli iç dünyası”yla birlikte bu dünyadan ayrıldı. Nadir Nadi’nin iki yapıtı var. Birisi yazılarıdır, kitaplarıdır; ikincisi elinizde tuttuğunuz gazetedir. Bilmiyorum, ileride hangisine nasıl değer biçilecek?.. Benim bildiğim Nadir Bey, müzikle, yazarlıkla, gazetecilik arasında kurduğu dengeyi üç dünyanın kesişme noktasında durarak korudu. Bir gün bana söylediğini unutmadım: “- İlhan”, demişti, “ben Batı uygarlığına müzikle biraz girmek olanağını buldum.” “Dostum Mozart” kitabı bu yöntemin benliğindeki dokusunu biraz olsun ortaya döker. Ancak bu kadar duyarlı bir insanın, yarım yüzyıla yakın bir süre demokrasi yaftası ardında süregelen devrim- karşıdevrim ikileminin kırıcı ve dökücü savaşımında bükülmez bir iradeyle Cumhuriyet’i ayakta tutabilmesi ne anlama geliyor? Cumhuriyet’i kuran Yunus Nadi.. Kurumlaştıran Nadir Nadi. Nadir Nadi’nin ölümünden sonra Cumhuriyet’in nice güçlükleri aşarak 21’inci yüzyıla hazırlanması, Nadir Nadi’nin bu gazeteyle nasıl sağlam bir kurum oluşturduğunu kanıtlıyor. Yaşasaydı ne düşünürdü?.. Ne yapardı?.. 1991 Nadir Nadi’yi yitirdiğimiz yıl... 1991 Sovyetler’in dağıldığı, Batı-Doğu bloklarının noktalandığı yıl... 1991 Türkiyesi’nde yalnız devlet televizyonu vardı. Medya yok, basın vardı. Holdingleşme, tekelleşme, kartelleşme yoktu; gazetecilik parayla, pulla, siyasetle, ticaretle, devletle, politikacıyla, bankayla, işadamıyla bugünkü gibi iç içe girmemiş, kirlenmemişti... Bugün Cumhuriyet’in dışındaki bütün gazeteler ya bir cemaatindir, ya bir tarikatındır, ya bir bankanındır, ya bir grubundur; adına yeni sözlükte “konglomera” denen bir oluşum ülkeyi sardı; dallandı, budaklandı. Tek bağımsız gazete Cumhuriyet’tir bugün... Bu sonuç, Nadir Nadi’nin Cumhuriyet’i nasıl kurumlaştırdığını gösteren en çarpıcı kanıt... Nadir Nadi’ye en büyük saygı ve sevgi, Cumhuriyet’i ilkeleriyle yaşatmaktır. (18 Ağustos 1998 tarihli yazısı)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle