23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 AĞUSTOS 2010 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR SÖYLEŞİLERİ 9 CMYB C M Y B SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Tabii ki Söyleyene de Bakacağız 12 Eylül yaklaştıkça, heyecan da artıyor. Referandumda “evet” mi çıkacak, yoksa “hayır” mı? Tabii ki herkes kendi istediği, uygun gördüğü “renge” oy verecek. AKP anayasasının güzel, çağdaş düzenlemeler getirdiğine inanıyorsa, “evet” verecek. Yok eğer, bu değişikliğin, yargıyı tamamen AKP’nin ele geçirmesinden başka, dişe dokunur bir şey getirmediğine inanıyor ve bunu tehlikeli görüyorsa, “hayır” verecek. Gerçi ben halkoylamasında “hayır” çıkacağını düşünüyorum. Neden mi? Bunu şu nedenle düşünüyorum. Hiç kuşkusuz, halk ilk önce tartışmanın taraflarına bakacaktır. O tarafların kimler olduğuna bakacaktır. Daha sonra da, yine hiç kuşkusuz o tarafların bugüne kadar, farklı konularda neler söylediklerine, halka yalan söyleyip söylemediklerine ve tabii bir de bugün anayasa için neler söylediklerine” bakacaktır. Çünkü her zaman söylüyorum, “bir kişiyi ömür boyu kandırmak mümkün, bir halkı belli bir süre kandırmak da mümkün, ama tüm bir halkı ömür boyu kandırmak kesinlikle mümkün değil”. Bu nedenle seçmenler, bugüne kadar ekonomi konusunda, tarım konusunda, Kıbrıs konusunda, Habur açılımı, Alevilere haklar, dokunulmazlıklar, hatta işsizlik konusunda, ekonomik kriz konusunda ve daha birçok konuda söylenenlere ve kimlerin ne söylediğine bakacaktır. Gerçi “tartışmanın taraflarına bakacaktır” derken, ben siyasetçileri kastetmiyorum. Çünkü Sayın Başbakan bilmeyebilir, hukuktan anlamayabilir. Ona, “Bu anayasa değişikliği çok iyi, bundan iyisi olmaz” derler, inanabilir. “Demokratik ülkelerde, bu şekilde, bir tek iktidar partisinin oylarıyla ve sadece onun talepleri doğrultusunda anayasa yapılmadığını”, yapılamayacağını bilmeyebilir. Hatta demokrasinin unsurlarını ya da “çoğulculuğun” ne olduğunu bile bilmeyebilir. Hatta ona, “Efendim, yaptığınız değişiklik çok iyi, Avrupa da çok beğendi, yalnız bunu millete kabul ettirebilmemiz için, ilk önce Sayın Büyükanıt’ı Dolmabahçe’ye çağırıp bir işbirliği yapmalısınız, daha doğrusu Atlantik ötesinde yapılan planları anlatmalı, sonra da bakın darbe yapılıyordu deyip onun da ağzını sıkı tutmasını sağlamalısınız; böylece her kesimin oyları bize akar” demiş olabilirler. “Hele bir de ağlarsanız, oy patlaması yaşarız” diye eklemiş de olabilirler. Nereden bilsin Sayın Başbakan, bunun demokrasilerde bir örneği olmadığını. Niçin bilsin? Ben Bekir Bozdağ’a, Sadullah Ergin’e, Cemil Çiçek’e de kızmıyorum. Sonuçta onlar da aynı. Birileri(!) onlara aynı şeyleri söylemiş olabilir. En fazla “Bizler sizi niçin oralara getirdik, getirilmenizi sağladık” demiş olabilir. Onlar da buna inanmış olabilirler. Yani bir anlamda kandırılmış olabilirler. Ne bilsin onlar, “bu yöntemle ve yolla anayasa yapmanın demokratik ülkelerde hiç olmayacağını”! Şimdi oturup, o kadar işlerinin arasında dünyada neler olup bittiğini mi inceleyecekler? Üstelik bir de ancak böyle yaparlarsa, başarı kazanacaklarına ikna edilmişlerse. Ama ben “yandaş aydınlara” kızıyorum. Dediğim gibi Başbakan bilmeyebilir. O hukukçu değildir. Cumhurbaşkanı da bilmeyebilir. Ya da “Ne yapayım, beni AKP seçti, beni buralara getiren güce karşı duramam” diyebilir. Onu da haklı karşılarım. Ama ya “aydınlar”! Onlar öyle mi? Hani kendilerine “aydın” diyen ya da liberal aydın diyen, Başbakan’ın ise “onlar benim silahşorlarım” diye adlandırdığı kişiler. Hani bugüne kadar her söyledikleri yanlış çıkan, Kıbrıs konusunda, “Denktaş bir gitsin, Annan Planı bir imzalansın, Kıbrıs sorunu bitecek” diyen, ama “fos” çıkan aydınlar. Hani “Ermeni protokolleri çok iyi” diye televizyon televizyon gezip anlatan, sonra da “fos çıkınca”, başka bir şey anlatmaya başlayan aydınlar(!). Liberal olanı, dinci olanı. Sağdan sola döneni, soldan sağa döneni, tecrübelisi, tecrübesizi, az bileni, hiç bilmeyeni. Neo Osmanlıcıdan, Özal’cı olanı, Özalcılıktan liberalliğe atlama yapanı, liberallikten yandaşlığa atlayanı. Ben onlara kızıyorum. Ve üzülüyorum. Hele onların içinde “eski sözüm ona sol aydınlar” yok mu? Hani “bu anayasa değişikliği yetersiz ama yine de güzel şeyler var” diye işe başlayan; ya da “evet HSYK kötü, ama getirilen bazı güzel maddelere nasıl hayır diyeceğiz” diye bahaneler uyduran aydınlar. Hani söylediklerine kimsenin inanmadığını görünce de, bu kez “ne yapalım ilk kez darbe anayasası değiştiriliyor, hayır mı diyelim” diyen aydınlar. Hani Başbakan’ı da, daha önce “bu değişiklik” için tüm söylediklerinden vazgeçirip “biz darbelere karşı bu anayasayı yaptık” dedirten aydınlar. Hani bunu uydurup ileride çocuklarının, eski arkadaşlarının yüzüne bakabileceklerini zanneden aydınlar. Allah’tan onların bu dönüşlerinin nedeni sadece “duygusal”! Ama dediğim gibi, halk oyunu verirken bu “taraflara” bakacaktır. 10 yıldır tüm söylediklerine bakacaktır. Ve eminim ki, sonra da gidecek ve göstere göstere “hayır” oyu verecektir. ÖZLEM ALTUNOK Y er, Rumeli Hisarõ. Hisar’õn konuğu bu kez ‘sınırları tragedyalarla aşan’ Yunan yönetmen Theodoros Terzo- poulos’un 2500 yõl öncesinden bugüne taşõdõğõ “Zincire Vurulmuş Prometheus” oyununun Türk, Yunan ve Alman oyuncularõ. Terzopoulos, oyunu ateşi tanrõlardan çalarak insanlõğa arma- ğan eden Prometheus’un Zeus’un işkencesine karşõ söylediği “Bir gün gelecek” sözü üzerine kurmuş. Oyuncularõn her biri kendi dilinde, yerde kõvrana sürüne aynõ sözü tekrarlayõp du- ruyor: Bir gün gelecek! Bir gün gelecek… Oyun bitiyor, seyirci selamlanõyor, sonra bir- den Prometheus rolündeki oyuncu, birkaç adõm öne çõkõp seyircilere soruyor: “O gün, bir gün gelecek mi?” “Gelecek” diye yanõtlõyor kalabalõk, tereddütsüz… Artõk birer Prometheus’a dönüş- müş seyirci kim bilir, belki de en azõndan o ge- ce rahat uyuyor… Prometheus’u canlandõran Yetkin Dikinci- ler’in kahramanlarla pek arasõ yok, daha doğrusu kahramanlara ihtiyaç duyulmayan bir zamanõ öz- lüyor. En çok da kendi hikâyesinin kahramanõ ol- mayõ istiyor. Yetkin Dikinciler’le oyunculuk, hayat, kah- ramanlar ve çaresizlik üzerine… ACIDAN DOĞAN ÖZGÜRLEŞME - Öyle görünüyor ki bu oyun, daha doğru- su Terzopoulos’la ve onun yöntemiyle çalış- mak size çok şey katmış. “Bu oyun özgürleş- memi sağladı” diyorsunuz. Terzopoulos’la na- sıl bir araya geldiğinizden ve bu süreçte de- neyimlediklerinizden bahseder misiniz? - Terzopoulos’la 1999’da, Attis Tiyatrosu’nun İKSV ile ortak çalõşmasõ olan bir projede bir ara- ya gelmiş, Ege ve Anadolu’yu da içeren Yunan medeniyetinin arkaik metinlerinden yola çõkarak Herakles Üçlemesi’ni yapmõştõk. 2005’te de Attis Tiyatrosu’nun oyunculuk yöntemini anla- tan seminerler dizisi için Almanya’ya gitmiştim. Terzopoulos’un yönteminde karşõmõza çõkan temel durum şu; günümüz insanõ sadece akõl yo- luyla her şeyi çözmeye çalõşõyor, halbuki 2500 yõl önce yazõlan tragedyalarda bile travmanõn sa- dece kafaya hapsolmadõğõnõ, insan emeğinin, be- den gücüyle sermayeye ve artõ değere dönüştü- ğünü düşünürsek, travma insanõn ilkel çağlardan beri içinde yaşadõğõ bir hal ve bu hale bugün ye- niden bakõlmasõ gerekiyor. Öte yandan günde- lik hayatõn biraz da yanõlsamalarla örülü alõş- kanlõklardan arõnmasõ gerektiğini sorgulayan bir süreç sunuyor Terzopoulos. - Bütün bu anlattıklarınız pratiğe nasıl dökülüyor Terzopoulos’la çalışırken? - Bir kere her provada metne çalõşmaya baş- lamadan önce, bir saate yakõn õsõnma çalõşmasõ yapõyoruz. Bir aktör, kendinde olmayanõ arar ama o yok saydõğõ şey zaten kendinde vardõr ve bir gün bunu keşfetmesi yaratõcõ anõn başladõğõnõn var- sayõmõdõr. Bu varsa- yõm ihtimalleri zaten beni Ter- zopoulos’a ç e k i y o r . Çünkü o, bi- zi o illüzyon ve dramatik olandan arõn- dõrõp günü- müz insanõnõn 2500 yõl ön- ceki travmasõna geri dön- dürmeye çalõşõyor, acõdan doğan özgürleşmeye davet ediyor. - Bu özgürleşmeye gi- den süreç, nasıl bir süreç? - Neredeyse canõnõz çõka- na kadar çalõştõğõnõz bir be- densel yorgunluk bu. İnsanõn doğum bölgesini merkeze alan õsõnma tekniği sonra- sõnda beden yorgunluğunun ardõndan yeniden devinme- ye başlõyor, o noktada aklõ- nõz bedeninize hükmedemi- yor ve bedeniniz ne isterse onu yapõyorsunuz. Nefesi- niz, sesiniz, sözünüz yeniden anlam kazanõyor. Yani bizi kalõplara sokan alõşkanlõk- lardan sõyrõlmamõzõ sağlayõp öze, arkaik olana dönmemi- zi sağlõyor. Bir de Terzopoulos, ken- dini bõrakan oyuncu arõyor, ben de kendimi bõrakmaya gidiyorum. Bir dönüşüm, karşõlõklõ bir bağ olsun diye bu buluşmalarõ yaşõyoruz. TRAGEDYALAR VE BUGÜNÜN İNSANI - Tragedyaların binlerce yıl öncesinden hâlâ bugü- ne seslenebilmesinin ar- dında nasıl bir gerçeklik yatıyor sizce? - Çünkü tragedyalar insanõ yaşadõğõ travmay- la baş başa bõrakarak bir özdeşlik kuruyor, yö- neten ve yönetilen insanõn hâlâ değişmediğini gös- teriyor. Bugün bir yandan varoluşa dair sorular sormaya devam eden bir insan, diğer yandan bu- nunla uğraşamayacak kadar da meşgul olan, edi- len bir insan var. Çin’de 12 saat ayakkabõ fab- rikasõnda çalõşan çocuklar, Güney Amerika’da kahve işçileri, Zonguldak’ta madenciler var. Bu sorularõ düşünen ama yorgunluktan sorgulama aşamasõna gelemeyen insanlar var. Trajik olan hayatõmõzõn her anõnda devam ediyor, ama her şey insanõ ezerek devam ediyor. - 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti için hazırlanmış üç “Prometheus” oyununda da bugünün insanının çıkışsızlığı, umutsuzluğu ve teslimiyetine vurgu yapılıyor. Siz Pro- metheus’u canlandıran olarak nasıl bir re- sim çiziyorsunuz bugüne dair? - Sürekli konuşmak zorunda kalõyor, anlatmadan anlaşõlmayacağõmõzõ dü- şünüyoruz. Galiba çare, anlatmak ye- rine yapmakta. Bunun için bize bir alan bahşedilmese de o mecrayõ bulmak zorundayõz. Oyunda da olduğu gibi sürekli bir kahraman arõyor ya da bekliyoruz. Oysa kahramanlõk belki de bir araya gel- mek ve bir şeyleri birlikte yapa- bilmektir. - Oyunun sonunda seyirciyi selamladıktan sonra siz öne çı- karak seslendiniz seyirci- ye: “O bir gün ge- lecek mi?” Yanıt, hep bir ağızdan “gelecek” oldu. Bu rejiye dahil miydi ve bu yanıt size ne anlatıyor? - Artõk oyun sahnelendiği için rahatlõkla söy- leyebilirim ki, o bir doğaçlama değildi. Aynõ so- ruyu Yunanistan’da da sorduk, Almanya’da da soracağõz. Bu elbette Terzopoulos’un fikriydi ve “Bir de sana ihtiyacım var” ya da “Umudun sizde olduğunun farkında mısınız” demek içindi. - Şu ‘kahraman’ arayışı ya da beklentisi umutsuzlukla koşut olsa gerek. İnsan niçin ‘kurtuluş’ için bir başkasını bekler? - Bazen hayat gerçeği diye o kadar çok hi- kâye anlatõlõyor ki, siz hikâye oluyorsunuz baş- kalarõnõn hikâyesinde. Halbuki siz bir hikâye- ye inanõrsanõz onun baş aktörü ve kahramanõ olabilirsiniz. Duruma şöyle bir de tersten bakalõm; Diyar- bakõr Devlet Tiyatrosu’nda çalõşõrken ‘Promet- heus’ ateşini, o armağanõ içinde taşõyan ve bu- nun bilincinde olan insanlarla karşõlaştõm. Her şe- yin malzeme yapõldõğõ bir sömürü düzeni var or- tada. Politik bir durumun nesnesi yapõlan insan böyle bir durumda kendini ortaya atõyor ve Prometheus’un armağanõ ölümcül bir yazgõya dö- nüşebiliyor. İnsan neden bilinçle kendini feda eder, bir tane hayat varken, yaşamaktan daha kut- sal bir hal yokken… Elbette çaresiz kaldõğõ için. ‘SAHNEYE ÇIKMAYA DEVAM EDİYORUM’ - Herhalde sizi geniş kitlelere tanıtan “Babam ve Oğlum” filmi oldu. “Gö- rünür” olmakla aranız nasıl? - Bu, kimilerine göre “Babam ve Oğlum” filmi, kimilerine göre “Kaygusuz Ab- dal” oyunu olabilir. Zaten görünür bir iş yapõyoruz, o noktada görünürlüğün etkisi tartõşõlõr oluyor. Ama bir yandan da bir dizide, mesela “Eşref Saati”nde Sarõ Eşref’i oynarken sokakta durdu- rulmak ve ilgi görmek hiç de fena de- ğildi. Orada Yavuz Bingöl’le biri sarõ, biri kara, biri Güneydoğu’dan, biri Ka- radeniz’den gelmiş iki farklõ karakteri oynuyorduk. O dizi şunu öneriyordu; ta- biatõnõz farklõ olabilir ama sõrtõnõzõ du- vara değil, birbirinize yaslayacaksõnõz, birbirinize ihtiyacõnõz var. Bu mesajõ vermek için bile o dizide oynamak be- nim için çok anlamlõydõ. Tanõnõrlõğõ da bu anlamda görüyorum. - Tanınırlık herhalde bir diziyle parla- yıp kaybolan ve travmatik bir çöküş yaşayan yeni nesil oyuncu güruhu için daha ağır bir anlam taşıyor… - Popüler kültürün nesnesi olup da oyun- cu olamamõş, yem edilmiş kişilerle do- lu ki ortalõk, onlarõn bunu kaldõrmasõ zor. Benim gönlüm ferah, çünkü “Sizi di- zide görmek istemiyoruz” diyenlere cevabõm hazõr: Kapat TV’yi, tiyatroya gel o zaman. Bir dizide yer alõyorum, dublaj yapõyorum diye tiyatro defteri ka- panmõyor benim için, sahneye çõkma- ya devam ediyorum. - Peki şu sunduğunuz yarışma, Ya- kartop. Kazanmak için birbirlerini intikam duygusuyla alt etmeye çalı- şan insanların hali, sizin de canını- zı yaktı mı? - Türk insanõnõn sosyo-ekonomik duru- munun birbirini yakmak üzerine kod- lanmõş hali beni çok ilgilendirdi ve bu- nu merkezinde, ortaya geçerek görmek istedim. Ticari olmasõ düşünülen, har- cõâlem bir iş olduğunu elbette biliyor- dum ama kapandõ bitti, ben de kendime göre birtakõm deneyimler edindim. Bu yüzden pek de yakmadõ beni. - Bir tiplemeye sıkıştırılmış, aynı rolleri tekrarlayan bir oyuncu ol- madınız. “Mavi Gözlü Dev”de Nâ- zım Hikmet’i, Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum”unda komiği, “Ulak”ında kötüyü, “Eşref Saa- ti”nde bıçkın delikanlıyı oynadınız. Bu şans mıydı, yoksa bir formülü var mı bunun? - Kendimi bana yöneltileni sorgula- yacak akla ve sezgiye sahip olduğum için şanslõ hissediyorum. Birisi bana armağan gibi bir şey veriyorken ben- den, ciğerimden bir şeyler alõyor da olabilir, bana üretken gibi gelen bir şey beni tüketiyor da olabilir. Belki bi- raz batõl gelebilir ama sezgisel ve do- ğasal öngörü diyelim buna, şu ana ka- dar beni yönlendirdi ve biz onunla iyi idare ediyoruz. - Bunu biraz açabilir misiniz? - Belki de doğanõn içindeki bir parça olmak, tek başõna ama evrenin bü- tünlüğünü içinde taşõmak bu. Dõşarõ- da bir dünya var, ama ondan büyüğü insanõn içinde var. Bunu fark ettiğim günden beri, başkalarõnõn değer at- fettiği şeylerin benim için değer atfetmesi gerekmiyor. - Bu sezgisel öngörü oyunculukta nasıl kar- şılık buluyor? - Belki de bu yüzden oyuncuyum. Küçük- lüğümden beri hobi edinemedim; okulda, derste de hep dõşarõ, bulutlara, kuşlara ba- kardõm. Anladõm ki ilgi alanõm, hobi olamayacak kadar büyük. - Bu işinizi zorlaştırmadı mı? - Tam tersi, kolaylaştõrdõ. Oyunculuğa sõrf bu yüzden kanalize oldum ve bu kadar çok anlamaya çalõşõrken anlamaya çalõşanõn sõrf ben olmadõğõnõn farkõna vardõm. Yer- yüzünde ne kadar insan, ne kadar hayat varsa o kadar hayal, o kadar hikâye var. Bunu anlatanlardan biri olmaya karar verdim. Anlatõrken anlamaya çalõşmak belki de bu. Başkalarõnõ keşfederken ken- di içinizi keşfetmek… Sezgilerim veben Tragedyalar insanı yaşadığı travmayla baş başa bırakarak özdeşlik kuruyor, yöneten ve yönetilen insanın hâlâ değişmediğini gösteriyor. Bugün Çin’de 12 saat ayakkabı fabrikasında çalışan çocuklar, Güney Amerika’da kahve işçileri, Zonguldak’ta madenciler var. Trajik olan hayatımızın her anında insanı ezerek devam ediyor. ‘K t TV’yi tiyatroya gel’ Son olarak ‘Prometheus’u oynayan Yetkin Dikinciler’in, ‘Sizi dizide görmek istemiyoruz’ diyenlere yanõtõ: Karşı Yayınları’ndan üç kitap Kültür Servisi - Özgürlükçü sol çizgide yayõnõnõ sürdüren Karşõ Yayõnlarõ üç yeni kitapla daha okuru buluşturdu. Hõristiyan anarşist düşüncenin manifesto kitabõ sayõlabilecek Jacques Ellul’un Anarşi ve Hõristiyanlõk kitabõnõn yanõ sõra Tamer Gülbek’in şiir üzerine deneme ve eleştiri yazõlarõnõn yer aldõğõ Şiirle Tutulan ve üçüncü şiir kitabõ Güven Park da bir arada okura sunulan kitaplar oldu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle