23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 KASIM 2010 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Türkiye Batı’dan Uzaklaşıyor... Ekonoİslamcılık Avrupa taraftarı geleneksel Türk dış politikasından uzakta bir evreni temsil ediyor. Bu yeni dış politika eğiliminde Türkiye NATO’daki uzlaşıdan uzak kalıyor, Rusya ile yakınlaşıyor ve Sudan ve İran konusunda Avrupa ile ters düşüyor. Bu eğilim Batı’da artık, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmadığını gösteriyor. Vaşington da artık bunu sesli olarak söylemeye başladı. na kadar AB üyeliği için çabalayan AKP’nin enerjisi, partinin Türkiye’nin geleceğinde Avrupa’yı görmek istememesi sebebiyle bir anda sona erdi. AKP’nin dış politikası, dinci ve Batı karşıtı rejimleri desteklemekte. Bundan dolayı parti, İran’ın nükleer girişimlerini eleştirmekten kaçınıyor ve Hamas liderlerini Ankara’ya davet ediyor, bununla birlikte Katar’la yakın ilişkiler geliştiriyor. 2008 Gazze savaşı sırasında, AKP’nin bu aktörlerle kesişmesi ilgi odağı oldu. 2009 yılı ocak ayında, Gazze’deki çatışmayı sona erdirmek için toplanan Mısır ve Kuveyt gibi ılımlı Arap ülkelerine katılmaktansa, Başbakan Erdoğan’ın yetkilileri, İran, Sudan ve Katar liderleriyle buluşarak bu ılımlı girişimi hiçe saydı. Parasal ilişkiler de AKP’nin dış politikasını şekillendirmekte. Türkiye’de artan Katar yatırımları ve Suriye ile gelişen ticari ilişkiler partinin dış politikasını da etkiliyor. AKP’nin dış politikası bir yandan da AKP yanlısı işadamlarına İran, Sudan ve Rusya’da büyük enerji anlaşmaları ve iş ilişkileri sağlamakta. AKP iktidara geldiğinde Batı, Türk ticaretinin üçte ikisine hâkimken, Rusya Türkiye’nin sekizinci büyük ticari ortağıydı. 2008 yılında Batı’nın Türk ticaretindeki payı ilk defa yüzde 50’nin altına düşerken, Rusya Almanya’yı geçerek Türkiye’nin birinci ticaret ortağı oldu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Başbakan Erdoğan’ın kişisel bağları bu durumun payandası oldu ve TürkRus ilişkilerinde 15. yüzyıldan beri süregelen cepheleşmeyi de bitirdi. Sonuçta, 2008 GürcistanRusya savaşında Moskova Gürcistan’a saldırdığında, Türkiye Rusya’nın destekçisi olmuştu. Ekonoİslamcılık Avrupa taraftarı geleneksel Türk dış politikasından uzakta bir evreni temsil ediyor. Bu yeni dış politika eğiliminde Türkiye NATO’daki uzlaşıdan uzak kalıyor, Rusya ile yakınlaşıyor ve Sudan ve İran konusunda Avrupa ile ters düşüyor. Bu eğilim Batı’da artık, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olmadığını gösteriyor. Vaşington da artık bunu sesli olarak söylemeye başladı. PENCERE Konuşmalar... Telefonda ara sıra ya sen karşındakiyle konuşurken araya birileri girer; ya da numarayı çevirdiğinde başka bir konuşmanın ortasına düşersin, bu gibi durumlarda atışmaların oluşması doğaldır: Bayım, aradan çekilir misin, görüyorsun ki bayanla konuşuyoruz. Sen neden telefonu kapatmıyorsun? Allah Allah; çık aradan yahu... Yahu, babandır!.. Birbirini tanımayan kişiler hırslanıp, telefonda birbirlerine verip veriştirirler. Ya da kimileri karışan hatlarda konuşmaları dinlemekten tat alırlar. Peki, telefonda nasıl konuşulur? ? Genellikle iki tür konuşma var. Birincisi kısa, kesin, ekonomik: Malı yükledin mi? Tamam. Yarın elinde... Oldu. Tık. Telefon kapanır. Kimileri ise şaşılası biçimde lafı uzatır; daldan dala seker: Dün ne yaptın? Çamaşır vardı. Sonra görümceme gittim. Gripten yatıyormuş. Sağ olsun, kendisine bakmayı hiç bilmez. Yardımcısı da yok. Ortalığı biraz derledim, topladım. Laf aramızda beceriksizdir. Bir ıhlamur kaynattım. O içerken baktım, buzdolabı bomboş. Çorba pişireyim, dedim; ortalık tamtakır. Sonra evde neyi tutsan elinde kalıyor. Neme lazım, kendimi sokağa attım, Mahinur’a biraz uğradım. Onun da başında kavak yelleri esiyor. Kocası yine başını alıp gitmiş, bizimkinin elinde günün o saatinde konyak; pikaba plağı koymuş... Lakırdı uzayıp gider, ne zaman noktalanacağı bilinmez. Gevezelik parayla mı? ? Sanatçılar, gazeteciler, yazarlar arasında da ünlü gevezeler az değildir. Bunlarla dostluk özveri ister. Geveze, aralıksız konuştuğu için ne söylediğini unutan ve durmadan yineleyen adamdır; çoğu zaman bir olayı değişik biçimlerde anlatır; uydurur; zamanla uydurduklarının gerçekliğine inanır; karşısındakini de inandırmaya çalışır; susmak bilmez; dinlemez; cevahir yumurtluyorum sanır; karşısındaki konuşmaya yeltenirse yüzü kararır, mutsuzlaşır; söze hemen gireyim diye fırsat kollar. Konuşma isteğinin kösnük dalgalarında mantığını yitirdiğinden, başı kıçı birbirine karışan çağrışımlarda yuvarlanır gider. Gevezeyle konuşmak, diyalog içeriği taşımaz; çünkü adamın kendisi bir monologdur. Kimi zaman kahvehane filozofunun konferansına; kimi zaman boş kafalı politikacının kof söylevine; kimi zaman bunaklaşmış bir dâhinin çeşitlemelerine dönüşen monolog bittiğinde sonuç, sıfıra sıfır elde var sıfırdır. ? Cumhuriyetin kurucularından İsmet Paşa siyasal yaşamda çok konuşmazdı. Siyasal yaşamın kaynaşmalarında herkes gek gek geğirirken, Paşa, yandaşlarının sabrını taşıracak bir suskunluğa bürünürdü. Ülkede ve dünyada önemli sanılan bir dizi olay yaşanırken, birtakım adamlar ortalıkta bar bar bağırırken, kürsülerde ve mangallarda kül bırakmazken, “İnönü acaba ne düşünüyor, ne söyleyecek?” diye bir merak uyanırdı. Paşa susardı. Ve eşref saati geldiğinde, zamanlama yerine oturduğunda, ağırbaşlı devlet adamı kimliğiyle, içerikli ve dengeli bir konuşma yapardı. Yarım yüzyıl boyunca İnönü’nün saygınlığını korumasında bu yönteminin çok etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bir devlet adamına yakışan da budur. ? Peki, bugünkü politikacılar nasıl konuşuyorlar? Konuşmanın da bir kıymeti harbiyesi kalmadı; bohçacı kadınların lafları bunların söylediklerinden daha inandırıcıdır. (18 Haziran 1996 tarihli yazısı) Cumhuriyeti Diriltmek (3) ÜNİVERSİTELER her toplumun doğal ve vazgeçilmez düşünce odakları olmak zorundadırlar. Son zamanlarda moda olan “düşünce deposu” anlamında “think tank” denen kuruluşlardan çok önce onlar vardı. Ama önemli olan, düşüncenin üretilmesi ve sonra bir rafa konup depolanması değil, topluma, halk yığınlarına iletilmesidir. Üniversiteler de, yalnız önlerine gelen gençlere bilgi aktararak onların topluma dağılmasını beklemekle yetinmek yerine, zamanla doğrudan doğruya seslenerek görüşlerini duyurabilmeliler. Özellikle, bizimki gibi haber almak ve düşünce duyup dinlemek bakımından televizyon kanallarına muhtaç kalmış bir toplumda. Yakın geçmişimizde bu görevi üstlenen ve yeri geldikçe topluma seslenip düşüncelerini duyuran üniversite organları oldu ama, zamanla bu pek doğal sayılmayan, hatta gereksiz, zaman zaman da siyasal niyetlere bağlanan bir kusur olarak görülmeye başlandı. akat, diriliği kaybolmaya başlamış, parlaklığı kalmamış bir toplumda, kendilerini kuran ya da kurulmalarına yol açan, gençlerini onlara gönderip eğitilmelerini isteyen bir toplumda üniversitelerin sessiz seyirciler olarak kalma hakları olamaz. Suskunluklarını bırakıp ülkenin gidişi ve Cumhuriyetin geleceği konusunda görüşlerini ortaya koymak onlar için ulusal bir ödev olmalıdır. Yetiştirdikleri gençler geleceğin toplumunda çalışıp bir şeyler yapacaklardır. Genç dimağlara aktardıkları düşünce tohumlarının ekileceği tarlaların akıbetlerine ilgisiz kalamazlar. Ne yazık ki, 12 Eylül darbesi sonrasının ortamında ve 1982 Anayasası’nın ilk yıllarında Türk üniversitelerinde estirilen havanın getirdiği suskunluğu gidermek hiç kolay olmadı. O güçlüklerin aşılmasından sonra da dönemden miras kalan yasalar, kurumlar ve kurallar yeniden bir özgürlük havasının estirilmesini zorlaştırdı. imdi meydan medyaya kalmıştır. Soner ÇAĞAPTAY A F Ş Ama bu durum üniversitelerin sessiz kalmasını gerektirmez; tam tersine, medya kavramını anlamına uygun olarak üniversitelerle halk yığınları arasında köprü kuracak ve iletişimi sağlayacak yeni bir ortam ve olanak doğmuştur. Üniversiteler, kendilerini yaratan ve önlerine bilgiye saygılı bir toplum koyan Cumhuriyete borçlarını medyayla işbirliği yaparak daha geniş ve daha etkileyici olarak yerine getirebilirler. Aslına bakarsanız, bilimin aydınlığında Cumhuriyeti diriltmenin en doğru ve en sağlıklı yolu da bu olabilir. Üniversiteler önlerine gelen bu tarihsel fırsatı kaçırmamalıdırlar. mumtazsoysal@gmail.com merika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanlığı üst düzey görevlilerinden Philip Gordon, 18 Ekim 2010 tarihinde DEIK/TürkAmerikan İş Konseyi (TAİK) ve AmericanTurkish Council (ATC) ortaklığında gerçekleşen yıllık konferans sırasında yaptığı konuşmada, ilk defa, ABD hükümeti adına, Türkiye’nin İran politikasına gönderme yaparak, “Türkiye eğer Doğu’ya yaklaşıyorsa bu ikili ilişkiler açısından sorundur” dedi. Türk dış politikası gerçekten giderek Avrupa’dan ve Batı’dan uzaklaşıyor. Yerine para ile dinisiyasal dünya görüşünü birleştiren Ekonoİslamcılık Ankara’ya hâkim. 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana Rusya, Sudan ve İran’la yakınlaşma yoluna giden Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hamas’la da yakın bir ilişki kurdu. Bir süre öncesine kadar, Batı’daki analistler ve devlet adamları, Türk dış politikasının bu yaklaşımlarını AvrupaAtlantik toplumunun da lehine olduğu düşünülen “seküler” YeniOsmanlıcılık akımına bağlı görüyorlardı. Fakat bu anlayış artık değişiyor. “Karikatür Krizi” ile Müslümanları kızdıran Danimarkalı Başbakan Anders Fogh Rasmussen’in 2009 yılının nisan ayında NATO Genel Sekreteri olarak atanmasına AKP itiraz etmişti. Yine 2009 yılının şubat ayında, AKP’nin Taksim’de Batı karşıtı bir karikatür sergisi düzenlediğini düşününce ortaya çelişki çıkıyor. Eski bir ABD Büyükelçisi şöyle diyor: “Rasmussen ve karikatür olayı anlatıyor ki, AKP kendini Batı’nın Müslüman elçisi olarak görmektense, Müslüman dünyasının, bu dünyaya hükmetme gayretinde olan elçisi olarak görüyor.” AKP’nin Ekonoİslamcı dış politi kası Müslümanlardan ziyade dinci ve Batı karşıtı rejimlerle empati kurmakta. Örneğin, partinin Gazze ve Darfur’a bakışını karşılaştırınca bu gerçek açıkça su yüzüne çıkıyor. 2008 yılında, İsviçre’nin Davos kentindeki Dünya Ekonomi Forumu’nda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e, “Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü biliyorum. Laf öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi biliyorsunuz” diye çıkışan Erdoğan, Davos’tan Ankara’ya döndüğünde kendi vatandaşlarını katleden Sudan’ın Cumhurbaşkan Yardımcısı’nı kabul etti. Gazze’dekiler de, Darfur’dakiler de Müslüman değil mi? Bu durum, İslamcı rejimler, Müslüman olmayanları hedef aldığı zaman, AKP’nin onlara karşı duyarsız kaldığını gösteriyor. Erdoğan, bir yandan Gazze savaşı sırasında Hamas roketlerinin İsrail’de zayiata neden olmadığını savunurken, diğer yandan, 2009 yılı kasım ayında Sudan lideri El Beşir’in “Müslüman olduğunu ve Müslümanların soykırım yapmadığını” savundu. Oysa El Beşir, yakın tarihteki bir Birleşmiş Milletler (BM) raporunda 300 bin Sudanlıyı öldürmekten sorumlu tutuldu. Aynı zamanda, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi tarafından tutukluluğu istenmekte. Nedendir ki AKP, El Beşir’in kurbanları Müslüman olsa da El Beşir ve suçlarının hâlâ savunucusu durumunda. Demek ki AKP’nin tutkusu Müslümanlar değil dinciler. AKP’nin her ne koşulda olursa olsun Batı karşıtı rejimleri destekleyen bu tutumu Batı karşıtı. Vaşington’da artık pek çok kanaat önderi bunu konuşuyor. AKP’nin bu tutumundan dolayı, Türkiye’nin Vaşington dahil olmak üzere Batılı müttefikleriyle ilişkileri büyük ölçüde zedelendi. 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlatılması C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle