17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 2 ARALIK 2009 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER PENCERE Irak Bir Ders Kitabı!.. Aklı evvel bir dost sordu: - Irak’ta hiç Arap yaşamıyor mu?.. - Ne demek istiyorsun?.. - Bütün haberlerde Arap lafı yok, Sünni ile Şiilerden söz açılıyor... Irak bizim için bir ders kitabı gibi... Komşumuzda Arap yok.. Müslüman yok.. Mezhep var.. Dün bu köşede yayımlanan yazıda şu tümce yer alıyordu: “Bir ümmet toplumu laikleşmeden uluslaşamaz...” İşte Irak örneği!.. Irak’ta yaşayan Şii Arap değil mi?.. Ya Sünni?.. Şii de Arap, Sünni de... İkisi de Müslüman!.. Ama laiklikten yoksunluk, işgalde bile Müslümanı körleştiriyor, Arap ulusu oluşacak yerde mezhep ayrımcılığı ağır basıyor... Angloamerikan Hıristiyanı tarafından işgal edilmiş bir ülkede yaşanan facia Müslümanın Müslümanla boğazlaşmasına yol açıyor... Oysa ulusal bilinç gelişseydi, Sünni-Şii kavgası yerine milli birlik ve beraberlik düşmana karşı direnişin itici gücünü yaratacaktı... Evet, burnumuzun dibinde yaşanan olayın öyküsü okulda belletilecek bir ders kitabı gibi... Belli ki Irak’ta Arap yok.. Sünni var.. Şii var.. Oysa Avrupa’da İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, vesaire var... Mezhep savaşları Avrupa’nın tarihinde solmuş yapraklar... Ümmet toplumu ise İslam dünyasında ağır basıyor... Peki, Batı’da tarihe gömülmüş ümmet toplumunu Türkiye’de hortlatmak için Amerikancı emperyalist güçlerle iktidar partisi AKP’nin işbirliği ne anlama geliyor?.. Dışa bağımlı dincilik Türkiye’de ulusalcılığı püskürtüp iktidara geçtikten sonra Sünni mezhebine dayalı tarikatçılık ve cemaatçilik aldı başını gidiyor; bunlar devlet ve belediyelerde de egemenleşince bütün para musluklarını ellerine geçirdiler... Bush yönetiminin “Ilımlı İslam Devleti Modeli” adı verilen tasarımı, AKP’yi iktidara geçirdi... Irak’ı parçalayanlar, Türkiye’de benzeri yöntemleri uyguluyorlar... Ulusal bilinç tu kaka!.. Dünkü yazımın başlığı “Na To Kafa, Na To Mermeri” idi... Düzeltme’den dediler ki: - Nato bitişik yazılır... Boş verdim, hecelerin ayrı ayrı vurgusu aklımızın başımıza gelmesine belki yardımcı olabilir diye düşündüm... Irak burnumuzun dibinde tarihsel, siyasal ya da toplumsal bir ders kitabı gibi... Cumhuriyet’in köşe yazarları her gün bu ders kitabından sayfaları bizim topluma yansıtıyorlar, sunuyorlar... Gerçekler “2 kere 2 dört” gibi açık seçik... Peki, her şey bu kadar açık seçikken başımızdaki ümmetçi iktidara karşı ulusal güçlerimiz birleşemeyecekler mi?.. (4 Ocak 2007 tarihli yazısı) G ünümüz dünyasõnda uzman- lõk, hemen her alanda eskiye göre daha çok arzu edilen ve öne çõkarõlan bir özellik hali- ne geldi. Bilim ve teknoloji- deki hõzlõ gelişmeler, bilginin hõzla artma- sõ ve yayõlmasõ, öğrenmeyi kolaylaştõr- mak için bilgilerin sõnõflanmasõ gereğinden dolayõ, günümüzde uzmanlõğa olan ihtiya- cõ arttõrmõş durumda. Yaşamõn giderek daha karmaşõk hale gelmesi, üretim ve tüketim ilişkilerinin çeşitlenmesi uzmanlõğõn daha da ön plana çõkarõlmasõna neden olmuştur. Neredeyse çağõmõza “uzmanlar çağı” diyebiliriz. Günümüzdeki bu artmõş uzmanlaşmanõn mahsurlarõ yok mu? Tabii ki var. Ömrü- müzün büyük kõsmõ mesleğimizi uygula- yarak geçiyor. Düşüncelerimiz kolaylõkla işimiz çerçevesinde biçimlenebiliyor. Ne ya- zõk ki yaşamõ meslek alanõyla sõnõrlõ tutan kişiler, olaylara tek yönlü bakabiliyor. Ya- şamõn derinliği kaybolup gidiyor. Ömrünü belli bir alana vakfederek zirveye çõkan insanlarõn öykülerini hepimiz oku- muşuzdur. Tatil yapmadan yõllarca işinin ba- şõnda olduğunu ve çalõşmaktan büyük mut- luluk duyduğunu söyleyen iş sahiplerini he- pimiz biliriz. Bu ifadeler toplumda büyük övünç kaynağõ olmakta, kimi zaman in- sanlarõn hayranlõk duyduğu özellikler ola- rak karşõmõza çõkmakta. Peki bunlar doğru mu? Yaşam yalnõzca bir alana sõkõştõrõlabilecek, mesleki sõnõf- lamalarla anlaşõlabilecek kadar dar ve ba- sit mi? Bir alana ömrünü vakfetmek, bel- ki bir yönüyle yararlõ olmuştur, ama öte yan- dan bazõ alanlarda eksik ve güdük kalma- nõn da göstergesi olamaz mõ? Tüm faaliyetlerimiz sonuçta beyinsel gücümüzün bir ifadesidir. Bugün yeryü- zünde 4 bin civarõnda dil konuşulabilmek- te. Bu demektir ki beynimiz 4 bin, belki de çok daha fazla dili konuşabilecek kapasitede ama bizler yalnõzca bir ya da birkaç dili ko- nuşabiliyoruz. Bu şu anlama geliyor: Da- ha küçük yaşlardan itibaren beyinsel kapa- sitemizi sõnõrlamaya başlõyoruz. Hangi di- le maruz kalõrsak onu ifade ediyoruz. An- cak o dilde konuşabiliyoruz. Beyinsel ka- pasitenin sõnõrlanmasõ yalnõzca dil alanõn- da değil, yaşamõn her alanõnda kendini gös- teriyor. Neyi almõşsak onu ortaya koyuyo- ruz. Yeni fikirlermiş gibi sunulan birçok dü- şünce bize verilenin, bir anlamda ezberi- mizin değişik şekillerde ifadesindan başka bir şey değil. Hemen her tartõşmada mev- zilerimizi almakta, düşüncelerimizi tek doğrularmõş gibi savunmaktayõz. Aslõnda çoğu zaman bu tartõşmalarda söyledikleri- miz, Bertrand Russel’õn söylediği gibi bi- ze öğretilenlerin değişik kelime ve cümle- lerle yeniden ifadesindan başka bir şey de- ğil. Sokrates ne demişti? Dünyaya yeniden gelseler yine aynõ mes- leği seçeceklerini söyleyen insanlar pek de az sayõlmaz. Bu da aslõnda yaşamõ bu yö- nüyle görüp tanõmõş, başka meslekler ko- nusunda fikri olmayan, yaşama kendi mes- lek aynasõndan bakan insanlarõn, alõşkan- lõklarõna devam etme isteğinin bir göster- gesidir. Zaman zaman uzmanlõğõn kişinin toplum içinde kendisini imtiyazlõ hissetmesinin aracõ olarak kullanõlabildiğini de görebili- yoruz. Meslek jargonunun yerli yersiz kul- lanõlmasõyla bu daha da pekiştiriliyor. San- ki bir alanda bilgi birikimine ulaşmakla her şey biliniyormuş gibi. Halbuki Sokrates ne güzel söylemiş: “Tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” Bu yönüyle baktõğõ- nõzda bildiğini, kendine aşõrõ güvenle tek doğruymuş gibi sunan insanlarõn aslõnda ne denli yaşam cahili olduklarõnõ hisseder gi- bi oluyorsunuz. Beyinsel kapasitemiz, böylesine çok yönlü potansiyele sahipken onu sõnõrlan- dõrmak, belli bir alana yöneltmek ne dere- ce insan doğasõna uygun? Bireyi, toplumun dişli çarkõnõn yalnõzca tek bir dişine, zincirin bir tek halkasõna indirmek ne kadar doğru? Yaşamın bir parçası Günümüz dünyasõnda teknolojiden vaz- geçemeyeceğimize göre uzmanlõklar da olacak. Burada önemli olan uzmanlõğa ya- şamõn içindeki pay kadar değer vermek. Bi- linçleri bu şekilde geliştirmek. Bu noktada ilkokul, hatta okul öncesinden başlayan eği- tim sistemi büyük önem kazanõyor. Uz- manlõğõn esas olarak verildiği yer üniver- site ve yüksekokullar olduğuna göre bura- daki eğitimin payõ büyük. Yapacaklarõ işin yaşamõn yalnõzca bir parçasõ olduğu duy- gusunu öğrencilere vermek çok önemli. Ya- şamõn yalnõzca meslek olmadõğõ, mesleğin bazen büyük resmin farklõ yönlerini görmeyi engelleyen bir faktör bile olabileceği öğ- retilmeli. Meslek bilgileri yanõnda genel fel- sefe ve meslek felsefesi verilmeli, sanat ve edebiyat anlayõşõ oluşturulmalõ. Mesleği ya- şamõn diğer alanlarõna bağlayan özellikler, yaratõcõ düşüncenin yerleşmesini sağlaya- cak yönde geliştirilmeli. Tabii tüm bu düzenlemeler hayali ve na- if gelebilir. Hele insanõn değil de kazancõn odak alõndõğõ bir dünya sisteminde, üretmek ve tüketmek hõzõnõn alabildiğine fazla ol- masõnõn arzulandõğõ bir düzende bunu ya- pabilmek bugünden yarõna olabilecek şey- ler değil. Çünkü kazanç merkezli bir sistem, bireyin diğer düşünsel ve ruhsal faaliyetle- rini göz ardõ ederek işine odaklanmõş in- sanlarõn bir an önce yetişmesini ister. O yüz- den eğitim sistemindeki değişikliğin dünya ekonomik sistemindeki değişiklikten ba- ğõmsõz gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Daha rasyonel, merkezinde insanõn ol- duğu bir dünyada teknolojik gelişme ve çe- şitlenme mekanik anlamda belki daha ya- vaş işliyor gibi görünebilir, ama böyle bir dünyada insan, doğasõna daha uygun ve da- ha mutlu yaşar. Aslõnda yaşamõn amacõ da bu değil midir? Bireyler sistemin yürüme- si için tek boyutlu düşünen insanlar olarak yetiştirilmemeli, meslekler insan mutlulu- ğunun aracõ haline getirilmelidir. Tek Boyutlu İnsan İstemiyoruz Prof. Dr. Coşkun TECİMER Daha rasyonel, merkezinde insanõn olduğu bir dünyada teknolojik gelişme ve çeşitlenme mekanik anlamda belki daha yavaş işliyor gibi görünebilir, ama böyle bir dünyada insan, doğasõna daha uygun ve daha mutlu yaşar. Aslõnda yaşamõn amacõ da bu değil midir? Bireyler sistemin yürümesi için tek boyutlu düşünen insanlar olarak yetiştirilmemeli, meslekler insan mutluluğunun aracõ haline getirilmelidir. ‘Okumuş zümre’ sar- sak olmadõ bu denli hiç,bu denli ruhsuz, onur- suz, ürkek, yardakçõ, sümsük… Arsõzlaşmadõ beyin bu denli hiç, yitirip utanma duygusunu… Nihat Behram Nobel ödüllü Porte- kizli yazar José Sara- mago, “Körlük” adlõ ro- manõnda, körlük olgusu- nu metafor olarak kulla- narak, bir ülkede rejimin nasõl fark edilmeden de- ğiştirildiğini anlatõr. Kör- lerin değil, çeşitli kör- lüklerin var olduğunu an- latan kitap, sonunda, kör- lükten kurtulmanõn bir zaman sorunu olduğunu vurgular. Roman kahra- manõ, “neden kör ol- duk, bilmiyorum” der. “Sonradan kör olma- dığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü (baktığı) halde görme- yen körler…” Uzunca bir süreden be- ri Türkiye’de derin bir ironi yaşanõyor. Bu ül- keye cumhuriyeti, de- mokrasiyi, özgürlükleri getirenler “laik orta sınıf muhafazakârı”; yetiş- me biçimleri, eğitimleri, kültürleri, anlayõşlarõ ve inançlarõ gereği demok- rasiyle ilgisi olmayanlar ise “özgürlükçü ve de- mokrat” olarak tanõtõlõ- yor. Bu sanal gerçekliğin yaşanmasõnda, kimi sol eğilimli ‘aydınların’ pa- yõ olduğu biliniyor. Bu durum, aymazlõğõn kör- lük derecesine ulaştõğõnõ gösterdiği için Türki- ye’de bir “aydın kör- leşmesi” yaşandõğõ şek- linde nitelendiriliyor. Bilindiği üzere aydõn- lanma; Rönesans, reform hareketlerinin sonucunda ortaya çõkmõş ve Fransõz Devrimi’yle taçlanmõş, çok boyutlu etkileri olan felsefi bir harekettir. Akõl çağõ olarak da adlandõrõ- lan aydõnlanmanõn siya- sal sonucu özgürleşme- dir. “Özgürlüğün siya- sal kurumu ise cumhu- riyettir.” Aslõnda, bugünün cum- huriyet karşõtlarõ da bu bilgiye fazlasõyla sahip- tir. Ancak özgürlük ve demokrasiyi sadece ken- di açõsõndan algõlayan ikiyüzlü aydõn profili, dalkavukluk ve kurnaz- lõkla elde ettikleri statü- lerini özgürlük ve demo- kratlõk, cumhuriyeti ise despotik bir yönetim bi- çimi olarak topluma em- poze etmekten geri dur- muyorlar. Bu ‘aydınlar’, son günlerde yaratõlan yapay tartõşma ortamõ- nõn demokrasi ve hukuk devletinin gelişimine de- ğil, iktidarõn amacõna bağlõ olarak ortaya çõktõ- ğõnõ bir türlü göremiyor ya da görmezden geli- yorlar. Bilindiği üzere, cumhuriyetin temel fel- sefesini özgürlük, eşit- lik ve kardeşlik ilkeleri oluşturur. Siyasal anla- mõyla cumhuriyet, bir öz- gürleşme projesidir. An- cak cumhuriyetin özgür- lük anlayõşõyla liberal öz- gürlük anlayõşõ arasõnda nitelik farkõ vardõr. Li- beral anlamda özgürlük negatif bir anlam taşõr ve karõşmama, müdaha- le etmeme anlamõnda bir serbestiyi ifade eder. Cumhuriyetçi anlamõyla özgürlük ise, negatif bir biçimde, yani sadece mü- dahalesizlik olarak de- ğil, herhangi bir maddi ve manevi baskõ (tahakküm) altõnda olmamayõ, keyfi müdahale kapasiteleri- nin yokluğunu da kapsar. Özgürlük, cumhuriyetçi gelenekte ancak sağlam bir hukuk rejiminde var olan bir statü olarak gö- rülür. Yasalar yönetici- lerin elinde bulundurdu- ğu yetkeyi yarattõğõ gibi, yurttaşlarõn paylaştõğõ öz- gürlüğü de yaratõr. Bu bakõmdan cumhuriyetçi- ler, yasa yapõcõlarõn özgür olmalarõnõ ve özgür bir politik toplumun yaratõl- masõnõ çok önemserler. Bu nedenle, her türlü baskõdan ve korkudan arõnmõş bir özgürlük, an- cak kurumsal olarak var olabilir. Kandaki anti- korlarõn yarattõğõ bağõ- şõklõk gibi, tahakküm- süzlük özgürlük de ancak kurumsal düzenlemeler- le başarõlabilir. (Philip Pettit, Cumhuriyetçilik, Ayrõntõ Yayõnlarõ, 1998) Cumhuriyetin bu nite- liği liberal “aydınlar” tarafõndan özellikle göz ardõ edilir ve cumhuriyet despotik bir yönetim gi- bi gösterilir. Oysa cum- huriyetçi özgürlük anla- yõşõnda, özgürlüğün yurt- taşlara “eşit özgürlük” olarak yansõmasõ düşü- nüldüğü için kurumsal ve düzenleyici olmasõ gereklidir. “Cumhuri- yet, özgürlüğün sadece tanınmasını değil, eşit bir biçimde kullanıl- masını da kendisine dert edinir.” Bu neden- le özgür bir birey olmak ancak cumhuriyetçi nite- liğini yitirmemiş, demok- ratik bir siyasal toplulu- ğun üyesi olmakla müm- kün olabilir. Bugün Türkiye, yok- sulluk ve cehaletten bes- lenen, kamusal değerleri yok ederek, sadaka dev- leti inşa etmeyi neredey- se tamamlayan, demok- ratik görüntülü tek adam despotizmi tarafõndan yö- netiliyor. Türkiye’yi yö- neten bu siyasal anlayõş, yasama ve yürütme or- ganlarõnõ teslim almõş, bununla yetinmeyerek, şimdi, yargõyõ da deneti- mine almanõn peşinde- dir. Meclis Başkanõ’nõ dahi esas duruşta iste- yen aynõ anlayõş, yine ironik bir tutumla, as- kerlerden demokratlõk bekliyor. Kõsa bir süre önce genel kongresini yapan siyasal anlayõşõn iktidar partisi, 17 mad- delik gündemini, seçim- ler dahil sekiz saatte ta- mamlamõş, genel başka- na tek bir aykõrõ oy dahi çõkmamõştõ. “Aydın kör- lüğü” hastalõğõna tutul- muş olanlar demokratik- lik bakõmõndan elbette bunlarõ göremezler. Bilim kurgu yazarõ Arthur C. Clark’õn de- diği gibi, “Venüs’ten ge- len küçük yeşil adam- lara inanan insanlarla, bilgiye dayalı bir de- mokrasi inşa edemezsi- niz. Kanıtlanmamış ifa- deleri kabul etme yat- kınlığı demagoglar ve diktatörlerin başyar- dımcısıdır”. Türkiye’de yaşanan budur. Bu açõdan “körlükten” kurtulma, bir zaman sorunu gibi gözüküyor. Fazla uzun sürmeyecek bir zaman sorunu… Çünkü herkesi, her zaman, aldatmak mümkün değildir. Son sözü, Nihat Beh- ram’õn kitabõna adõnõ ve- ren “Çıkmak İçin Bu Karanlıktan” adlõ şii- rinden alõnan iki dizeye bõrakalõm: “Ötesi yok; ötesi: isten, küften ve salyadan zifiri bir ba- taklık.” Körlük... Başar YALTI Avukat GÜNEY Belçika’nın Mons kentinden Kuzey Fransa’nın Lille kentine uzanan topraklarda Avrupa’nın önemli taşkömürü rezervleri yatar. Ama artık işletilmiyor bunlar. Çünkü Almanya’da hatta bizde de olduğu gibi böyle azalan yatakları işletmek, uzak ülkelerden kömür alıp taşıtmaktan daha pahalıya geliyormuş. Dolayısıyla, kurşuni gökyüzü, puslu havası ve sık yağmurların ıslattığı topraklarıyla zaten kasvetli olan o kuzey bölgeleri şimdi işsiz bırakılıp emekliye ayrılan insanlarıyla daha da hüzün verici olmuş. Buna bir de madende çalışmak için Türkiye’den gelip oralara yerleştikten sonra şimdi kalakalanların pek dışa vurmadıkları derin hüznü ekleyin. Hensies (Hansi) kasabasında Hataylı Osman’ın yeni açtığı küçücük lokantada bayram kutlanıyordu geçen gün. Emile Zola’nın ünlü “Germinal” romanı filmleştirilirken Etienne Lantier’i canlandıran aktörden de anlamlı bakan bir Bekir Şahbaz, duygularını sazının yedi teline vura vura bir türkü çığırmakta: “Ben sana hayranım dilim dolaşır/Yad eller ayırmadan sar beni beni”. Dinleyenler, yad ellere gelmişler ama ülkelerine sarılmayı bırakmamışlar. Hüzünlerini attıran belki de bu, vatanlarındaki “gidişat”. Çoğu, Zonguldak’ın EKİ’sinden, yani eski Ereğli Kömürleri İşletmesi’nden gelme. Fransa-Belçika karması bir yabancı şirketin ocaklarını “milli”leştirerek kamu işletmesini kuran Cumhuriyetin ilk başarılarını doya doya yaşamışlar o “havza”da. Ama şimdiki durumdan endişeliler. İçlerindeki yerel hüzne bu endişe de eklenince moral bulmak için Atatürkçü Düşünce Derneği’nin oradaki şubesine sarılmışlar. Erzincan’ın Kemahı’ndan Ali Koçer, geçim derdiyle önce Zonguldak’ın Kozlusu’na, oradan Belçika’nın bu köşesine gelerek çalışıp çocuklarını iyi okutabilmiş; birkaçı üniversite doçenti ve mühendis. Kendisi, “CHP kapanmasa hâlâ çalışabilirdik” diyor. Rastlantıya bakın: Ocakları kapatıp insanları işsiz bırakan işletme, baş harfleriyle CHP diye biliniyor: “Charbonnages de Hensies- Pommerol”. Emile Zola’nın romanına konu olan işletme de buymuş. İster istemez, Türkiye’yi düşünüyorsunuz; ülkenin endişe verici gidişini önlemeye çalışan cumhuriyetçi kesimdeki dağınıklığı. Ortalıktaki parti, dernek, vakıf, platform gibi çeşitli kuruluş kalabalığının kurucuları ya da üyeleri, neredeyse büyük çoğunlukla, hep CHP kökenli, oradan kalanlar. O halde? Maden mi bitti? Yerli düşünceyi işlemek daha mı pahalılandı? CHP’nin küstürdüğü, dışladığı, ayrılmaya zorladığı insanları Kemalizmin temel ilkeleri çevresinde bir araya getirip bir “cumhuriyetçi cephe” kurmak çok mu olanaksız? “Kapımız her zaman herkese açık” demek, yakın geçmişin kurumsal yaralarını onarmaya yetiyor mu? Germinal’de sözü edilen “yerküreyi patlatacak” düşünce tohumu Anadolu’da yeşerir gibi olmuş ve sonra kurutulmamış mıydı? Hep birlikte yeniden sulanması gerekmez mi? [email protected] AÇI MÜMTAZ SOYSAL CHP’den Kalanlar
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle