18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B GÖRÜŞ AHMET TAN Tayip Bey’in Aşı Kaşıntısı... MERİÇ VELİDEDEOĞLU Başbakan R. T. Erdoğan, “10 Kasım” günleri Anıtkabir’de “sap gibi” ayakta durmaya alıştı artık. Ne demişti: “Ata’ya saygı duruşunda ‘sap gibi’ ayakta durmaya gerek yok!” 2002 yılından bu yana ise, “tövbe ettim!”; “gerekirmiş”; “değiştim”; “ıslah oldum” diyor ve duruyor. Bu “takıyye” bakalım ne kadar sürecek. Ama “10 Kasım” için söyledikleri yalnızca “sap” olmakla sınırlı değil; anma etkinliklerini işaret ederek: “Her ‘10 Kasım’ günü ‘yaygara’ koparılıyor!” da diyordu. Oysa yedi yıl sonra kendisi, halkı ayağa kaldırırcasına, daha büyük bir “yaygara” kopardı. İnsanların düştüğü bu durumu, halkımız “iki” sözcükle anlatıverir: “Tükürdüğünü yalamak!” Son kerte açık seçik ve somut bir anlatım; ayrıca bu tutumun sağlık bakımından da ne denli çekinceli (tehlikeli) olacağının bir uyarısı. Neden derseniz, Tanrı korusun, “yalaya”, “yalaya” diller “dil”likten çıkıp görevini yapamaz bir duruma gelebilir. Öyle değil mi? Başbakan’ın dilinin başına gelenlerden “örnek”ler verelim, demek isterdim; ne ki, örnekler pek çok, “hangilerini seçelim” dersek bu da zor; başka bir söyleşiye. Bu “10 Kasım”da başlattığı “yaygara”nın üçüncü günü kürsüye çıktığında, bunu bir “kıyamet”e çevirme kararlılığı, yüzünden, duruşundan okunuyordu. Bu, onun “yol”uydu, “yöntemi”ydi; başka bir “yol” denemesine, yapısı da uygun değildi, “donanımı” da yeterli değildi. Erdoğan söze, halkın tanımladığı “durum”a düşmeyi bir kez daha göze alarak, Atatürk’e övgüyle girdi; yavaş yavaş da “Atatürk”e sığınmaya başladı. Türlü kuşlar, “renk”, “renk” çiçekler söylemiyle Meclis’i, TV’ler karşısındaki milyonları yeşil kırlara, bayırlara çıkararak -kendisi karanlıklara dalarak- Atatürk’ün yarattığı “İlk Meclis”e götürmeye kalkıştı. Demek istiyordu ki, o “İlk Meclis” işte böylesine “renk”liydi; çünkü ülkenin her bir yöresinden gelen temsilcilerin bir araya getirilip kucaklaşmasından oluşmuştu. Dolayısıyla günümüzün TBMM’si de bu “İlk Meclis”i örnek almalıdır; onun gibi olmalıdır. Bir bakıma doğru, ama eksik hem de çok eksik, bunun için de yanıltıcı. Erdoğan’ın “İlk Meclis”te gördüğü bu “renklilik”, aslında bu Meclis’in oluşmasına neden olan, ülkenin “parçalanma”sının önüne geçilmesi, “birliğin”, “bütün”lüğün kurulması, “korunma”sı, “istem”i ve “ilke”sinde “erimiş”tir. Bu tıpkı gökkuşağı reklerinin bir arada eriyip, “tek” renge dönüşerek güneş ışığında buluşması gibidir. “İlk Meclis”te de bu “ışık”, “Mondros”, ardından gelen “Sevr” ile Anadolu’nun “parçalanması”nın karşısına dikilen -ilkin 140 daha sonra 350’ye varan- milletvekillerinin tümüyle oluşturulmuştur. Bilindiği gibi, “İlk Meclis”in içinde sayısı 72’ye varan Kürt asıllı milletvekili bulunuyordu. Kürt yurttaşların yöresi olan Dersim sancağını temsil eden altı milletvekili de vardı aralarında. Ve bu temsilciler ne tek tek, ne de bir parti gibi gruplaşarak, Güneydoğu’da bir “Kürdistan” kurulsun isteği doğrultusunda çalışmadılar. Dahası “İlk Meclis”in görevini sürdürdüğü “11 Ağustos 1923” tarihine dek, Anadolu’nun “özerk” birimlere, eyaletlere ayrılmasını isteyen bir öneride de bulunmadılar. Kayıtlara geçtiği kadarıyla bu milletvekilleri, Anadolu’da bir Kürdistan için örgütlenen “bölücü”, “Kürt Teali Örgütü”nün ne destekçisi, ne koruyucusu ne de “sözcü”süydüler. Ne de onun varlığını Meclis’e yansıttılar. Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşıp da, top sesleri Ankara’dan duyulmaya başlayınca, önlem olarak Meclis’in Kayseri’ye taşınması kararına, ilk olarak Dersim Milletvekili Diyab Ağa karşı çıkar. Kürsüye fırlar: “Biz buraya bunun için mi geldik? Hiçbir yere gidilmeyecektir, gitmiyoruz!” diye haykırmasının, Meclis’in, Ankara’da kalıp görevini sürdürmesinde katkısı büyüktür. Oysa, Yunanistan amacına ulaşabilseydi Güneydoğu’da Kürdistan kurulabilecekti. Ne ki, Diyab Ağa gerek bu tutumu, gerekse Atatürk’e yakın duruşu nedeniyle “ayrılıkçı”larca dışlanmıştı. Bu dışlama bugün de sürüyor sanırım. Başbakan ona “Kerkük” milletvekili dediğinde, DTP’liler hiç ses çıkarmadılar. Burada keselim; bu yazılanlar bile büyük çoğunluğu AKP’nin oluşturduğu 23. Dönem TBMM’nin 89 yıl önceki “İlk Meclis” gibi olmasını engeller. Başbakan Erdoğan bu Meclis’in “renk”liliğinden söz ederken “algı”ladığı, milletvekillerinin türlü biçim ve renkte başlarına giydiklerinin renkliliğidir, dolayısıyla “nahif” bir algılamadır. Yine ‘Sap Gibi’ Durdu! [email protected] 20 KASIM 2009 CUMA CUMHURİYET SAYFA 17 FBI Başkanı Ankara’ya niye geldi? Kürt açılımı ve telekulak ayarı yapmaya! Metrobüs Zekai Buluç: “Ortam dinlenmesi İstanbul’un metrobüslerinde yapılarak, halkın iktidara ettiği dualar(!) yandaş medyaya servis edilsin!” Ağlamacı Engin Balım: “Zamlardan anası ağlayan çiftçiye ‘Ananı da al git’ diyen Recep’in ‘Analar ağlamasın’ lafı ne kadar samimidir!” Maaş Necati Cebe: “Celal Talabani’nin aylığı 1 milyon dolarmış. İşbirlikçinin böylesine az bile!” YağmurDeniz Ertuğrul Günay’dan George Müslim’e SOSYAL demokrat bir partinin genel sekreterliğinden, laiklik karşıtı eylemlerin odağı bir partinin milletvekilliğine dönüşerek dünyanın en büyük siyasi döneği unvanını kazanan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Tunceli’nin adının Dersim olması konusunda demiş ki: “Bence hiçbir sakınca yok. Tunceli adı zaten bir harekâttan sonra konulmuş.” Kültür Bakanı ama Tunceli adının 25 Aralık 1935 tarihli yasayla verildiğini, Dersim İsyanı’nın 21 Mart 1937’de başladığını bilmiyor! Ertuğrul adı biliyorsunuz yaban kuşu “doğan”dan ve “erkek doğan” anlamında öz be öz Türkçe “Erdungrıl”dan geliyor... Sosyal demokrasiden gelip İslamcılıkta karar kıldığına göre Ertuğrul adının da değiştirilmesinde bence bir sakınca yok valla; Ertuğrul adı kendisine zaten civan padişahı Fatih Sultan Recep’in veziri olmadan önce konulmuştu. Bu vesileyle Ertuğrul Günay’ın yeni adı için öneriler: Tayyipeddin... Recepullah... El Beşir vel Hikmetyar... Hamaseddin Halid Meşal... Abdülhamid... Vahideddin... Ebu Şeyh Sait bin Seyit Rıza... George Müslim... John İslam... Barack Mümin... Hangisi hayırlıysa Allah onu nasip etsin! Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” İSTANBUL Barosu’nun düzenlediği ve 46 baronun desteklediği “Yargıya ve Ülkene Sahip Çık” yürüyüşüne katılan avukatlar Taksim Meydanı’na geldiğinde, beş yıldızlı otellerden birinin penceresinden pankart sallandırılmış: “Darbeci Baro Taksim’e Hoş Geldin.” “Genç Siviller” sallandırmış pankartı... Polis, lüks otelde oda tutup eylem yapan iki kişiyi gözaltına almış. Alsa ne olur almasa ne olur; iktidarın yan örgütü gibi çalışanlara kim ne yapabilir ki! Avukatlar, iktidarın yasadışı telefon dinlemelerine karşı yürüyüş yapıyor; kendisini “demokrasi havarisi” sanan zibidiler de İstanbul Barosu’na “darbeci” damgası vurmaya çalışıyor... Bu ülkede son askeri darbe ne zaman oldu? 12 Eylül 1980’de. Genç zibidiler acaba o tarihte neredeydi? Cola ve hamburgerle Amerikan zibidileri gibi ayaküstü beslenerek midelerini doyuran gençlerin beyinlerini de ayaküstü bilgilerle doldurduğunun en somut kanıtıdır Taksim’e asılan pankart. Kenan Evren’in ve ardından gelen Turgut Özal’ın hayalini kurduğu “depolitize” edilmiş yarı cahil gençlik tipidir bunlar. İstanbul Barosu’nun resmi internet sayfasında “Tarihçe” bölümüne girince görürsünüz; 12 Eylül yönetiminin İstanbul Barosu’nun efsanevi Başkanı Orhan Apaydın’ı; hukuk, demokrasi, insan hakları, barış savunucusu bir güzel insanı nasıl öldürdüğünü! Orhan Apaydın, bugünkü İstanbul Barosu Başkanı Muharrem Aydın gibi “Çağdaş Avukatlar Grubu”nun adayı olarak 1976 yılında başkanlığa seçilir. Ölüm tehditleri altında, ödün vermeden çalışır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra “Barış Derneği Davası”ndan tutuklanır; yaklaşık 2.5 yıl cezaevinde yatırılır; 1983 yılında darbeciler tarafından Adalet Bakanlığı marifetiyle Baro Başkanlığı görevinden alınır. Cezaevinde akciğer kanserine yakalanır; hastalığı ağırlaşınca hapisten çıkartılır. O yıllarda Türkiye’de tedavi olanağı yeterli olmadığı için ailesi tedavisini yurtdışında yaptırmak ister fakat darbeciler yurtdışına çıkmasına izin vermez! Hastalığı giderek ağırlaşır. Ölmek üzereyken darbeciler pasaport almasına izin verir, ne var ki artık hasta yatağından kalkacak durumda değildir ve 28 Şubat 1986’da 60 yaşında aramızdan ayrılır. Sen tut, Orhan Apaydın’ın barosuna “darbeci” de... Seni gidi faşist özentisi zibidi seni! Genç Zibidiler SESSİZ SEDASIZ (!) KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ [email protected] HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN [email protected] (ÇÖPLÜK ÇOCUKLARI) TAYYAR ÖZKAN www.junkidz.com BULMACA SEDAT YAŞAYAN SOLDAN SAĞA: 1/ Tropik ve õlõk de- nizlerde yaşayan, geniş resifler oluş- turan, kõrmõzõ kalker iskeletli hayvan... Suudi Arabistan’õn plaka imi. 2/ Oyun- da cezalõ çocuk... Kõrgõzlarõn ünlü destanõ. 3/ Atlarõn koşum takõmlarõna yapõlan süsleme... Yeniçeri kõşlasõ. 4/ Boğa güreşinde, bo- ğayõ şaşõrtmak için kulla- nõlan kõrmõzõ kumaş par- çasõ. 5/ Bir kimsenin dinin buyruklarõnõ yerine getir- mek için yaptõklarõ... Ta- vana yakõn küçük pence- re. 6/ Sodyum elementinin simgesi... Yunan abece- sinde bir harf... İlkel bir si- lah. 7/ Bir müzik sesini be- lirtmeye yarayan işaret... Büyük Sahra’da kumul- larla örtülü bölge. 8/ Açõk saman renginde bir tür ipek ku- maş. 9/ Yürürken dayanmak için kullanõlan kalõn sopa... Konya’nõn Ereğli ilçesinde, yüzlerce kuş türünü barõndõ- ran ve “tabiatõ koruma alanõ” kapsamõna alõnan bir göl. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Eti lezzetli bir balõk... Nazi partisinin hücum kõtasõnõ sim- geleyen harfler. 2/ Nine... Tarõm bitkilerine ve orman ağaç- larõna büyük zarar veren bir böcek. 3/ Penye konfeksiyo- nunda zincirli dikiş yapan bir aygõt... Evin bölümü. 4/ Por- tekiz’e özgü bir tür balõkçõ teknesi. 5/ İshal... Duvar için- deki kapaksõz küçük dolap. 6/ Olumsuzluk belirten bir önek... Derebeylik Japonyasõ’nda en aşağõ sõnõfõ oluşturan halk... Yön göstermek için belli yerlere konan işaret. 7/ Bir devletin başka bir devlete yaptõğõ bildiri... Fizikte kulla- nõlan iş birimi. 8/ Bir tür kaba ipek ipliği. 9/ Fotoğraf du- yarlõğõnõ belirtmekte kullanõlan sayõsal değer... Sakarya’nõn Ferizli ilçesinde bir göl. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 A N U Ş A B U R L Ü L E A R A F Y A R U Z F A A K Ş E H İ R Ç N O M U L E T A A K R E D İ T E K A A T K İ R A İ M M A N A T E N A Y İ A S A 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Son beş günü hastane koridorlarında ve doktor muayenehanelerinde geçiren ve konuşulanlara kulak verenler, TBMM’nin genel kurul salonundan da siyasi parti kulislerinden de zengin bir bilgi ve haber birikimine sahip olur. Güncel siyasetin tomografisini, ultrasonunu ve MR’ını çok daha net ortaya çıkartır. - Doktor Bey affedersiniz, bağışlayın beni. Siz ve aileniz domuz gribi aşısı olacak mı? - Efendim, burası devlet hastanesi. Bir şey söylemem, siyaset yapmak olur. - Niye ki? Ben size siyasi değil, tıbbi bir soru sordum… - Aşı sorusu artık tıbbi olmaktan çıktı. - Neden? - Hastanemiz Sağlık Bakanlığı’na bağlı. Sağlık Bakanlığı da torunuma bile aşı yaptırmam diyen Başbakanlık’a bağlı.. - Yani? - Yanisi şu: Ben size aşı konusunda bir şey söyleyemem! Hasta boynu bükük dışarıya çıkıyor. Kapı önünde bekleyen arkadaşına doktorun söylediği sözleri aktarıyor. Arkadaşın yanıtı: - Bunda şaşacak ne var? Doktor sana açıkça muayenehaneme gel demiş. - Ya?.. - Doktor, Başbakan’ın iradesine aykırı tıbbi beyanda bulunacak kadar enayi mi? Burası devlet hastanesi... - Yani?.. - Aşı işini fazla kaşıma! Olacaksan ol. Olmayacaksan da bunu mahallende sağa sola açıkça ilan et. Ki, iktidar ileride bir nimet dağıtacaksa ondan istifade edebilesin! Başbakan ile Sağlık Bakanı arasındaki aşı çatışması üzerinde 72 milyon kafa patlatıyor. Başbakan doktor moktor değil. Küçükken doktorculuk oynadığı bile şüpheli... Çünkü küçüklüğünde oyun oynamak yerine simit sattığını biliyoruz. Askerde ise kantin subayı idi. Belki Aspirin, yara bandı markaları konusunda bir bilgisi var, ama aşılar konusunda bir sıhhiye onbaşısı kadar bilgi sahibi olduğu kuşkulu. Ama yine de H1N1 aşısı konusunda, en nihai tıbbi mütalaayı o veriyor. Neden? Hastane koridorlarında dillendirilen iki olasılık var: - Malum rahatsızlığı yüzünden sürekli olarak kullandığı ilaçlar var. Bu ilaçların çapraz yan etki yaratacağını düşünen doktorları, kendisine aşı yaptırmamasını önerdiler. O da bunu perdelemek istiyor. - İkinci neden ise hem siyasi hem polisiye. 43 milyon birimlik aşıyı getiren aracı şirketin ortakları arasında AKP’liler de varmış. Bu söylenti bütün yurda yayılmış durumda. Başbakan, bu aşı işini bir anlamda sabote ederek, bu ortaklıkla ilgisi olmadığını ispata çalışıyor. Siyasetin en şaşmaz kuralı, “Şuyüu vukuundan beterdir!”dir. Yani bir şeyin dedikodusunun çıkması, o lafın doğru olmasından daha kötüdür... Bir Başbakan kendi bakanını, hem de kamuoyunun önünde neden azarlar? Azarlarsa bunun tıbbi olmaktan öte derin bir anlamı da olması gerekir. Sayın Başbakan, dünya çapında bir hastalık salgını söz konusu iken ve bu salgına karşı ülke ölçeğinde bir aşı kampanyası yürütülüyorken, durup dururken bu kampanyayı neden ve hangi gerekçeyle sabote etmek ister ve sabote eder? Bu soruların yanıtı verilmediği sürece, aşıyla ilgili vurgun veya yan etki söylentileri hastane koridorlarından okul koridorlarına, oralardan da sokaklara ve kentlere ve bütün ülkeye yayılacaktır. Başbakan’ın “Torunlarıma bile aşı yaptırmayacağım!” demesi, Ak Partisi’nin yüzüne gözüne bulaştırdığı aşı işini aklamaya yetmeyecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle