Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 13 AĞUSTOS 2008 ÇARŞAMBA
2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Tehlikeli Belirtiler
KAFKASYA’DA olanlar bir kez daha göster-
di ki, yeryüzünün bu köşesi çok netamelidir. Ta-
rihsel hınçların yaşandığı, azgın hırsların çatıştığı,
büyük hesapların yapıldığı bir köşe. Bu coğraf-
yanın göbeğinde duran bir ülkenin son derece
donanımlı bir kadroyla yönetilmesi gerekmez
miydi?
Tarihten ders almayı bilen, çevresinde dönen
oyunları sezen, bunlara karşı her bakımdan güç-
lü, bütünleşmiş bir toplum yaratmaya yönelik bir
kadro.
Oysa ne görüyoruz?
Bırakın tarihten ders almayı, henüz birkaç gün
önce kıyısından döndüğü bir badireden bile ders
çıkarmaktan uzak bir yöneticiler topluluğu.
Laiklik karşıtlığı eylemlerin odağı olduğu on bir
üyeli bir mahkemenin on üyesince kesin hük-
me bağlanmışken “odak değiliz” diyebilen bir
başbakan.
“Hiç olmazsa şimdi YÖK’ten gelen rektörler lis-
tesini onaylayarak uyum havası yaratır” diyen-
leri hayal kırıklığına uğratan bir devlet başkanı.
Bunlar, hukuku hiçe sayışın, fütursuz ama çap-
sız bir meydan okuyuşun belirtisi değildir de ne-
dir? Çevresindeki büyük oyunların tehdidi al-
tındaki bir ülkeyi yönetenler, “Yargı da bize diş
geçiremez, paşaları da tutuklatırız” gibi küçük
övünçlerin seline kendilerini bırakma lüksüne sa-
hip olabilirler mi?
Şu sırada, bu konjonktürde?
Hıyanetten söz etmiş olmamak, ancak şöy-
le bir açıklamayla mümkün olabilir: Bu ül-
keyi yönetenler herhalde tarih bilincinden öy-
lesine yoksunlar ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin na-
sıl müthiş bir sürecin ürünü olduğunu, insanlık
tarihi için ne anlama geldiğini, hatta İslam
dünyasının çağdaşlaşmasına nasıl bir katkı
getirmiş olabileceğini idrak edememiş durum-
dalar galiba. Bir yabancı devlet adamının Anıt-
kabir’e gitmeyi reddetmiş olması yüzünden
ziyaret programını değiştirmeyi “ayrıntı” saymak
ancak böyle bir cehalet özürüyle izah edilebi-
lir.
Bu ayrıntıysa, esas olan nedir? Atatürk’ü yok
saymak mı? Cumhuriyetin inkârı mı? Bunca
yaşanmışlığın, “yedi düvel”in emperyalizmine
başkaldırışın, son toprak parçası için feda edi-
len canların anısını silmek mi?
Öyleyse ne kalıyor geriye?
Bugünkü beylerin ve hanımların haşemalı ve
tesettürlü saltanatı mı?
Son bir yılın olayları öylesine büyük bir hızla
üst üste yığıldı ve bunlar karşısında cum-
huriyetçi bilinen kurumların gösterdiği tepkisizlik
öyle bir uyuşukluk yarattı ki, bütün bir toplum
olarak nasıl bir tarihsel dönemeçten geçip
hangi karanlıklara yöneldiğimizi henüz anlamış
değiliz.
Anladığımız zaman çok geç kalınmış olabilir.
Böyle olduğu içindir ki, önümüzdeki aylarda
bütün cumhuriyetçi kurumlara, partilere, üni-
versitelere, orduya, yargıya, basına düşen
ödevlerin yerine getirilmesinde hiç geç kalma-
mak gerekecektir.
mumtazsoysal@gmail.com
PENCERE
Türkler Gerçekten
Aptal mı?..
Aziz Nesin giderayak ortaya bir laf atmıştı:
“- Türkler aptaldır...”
Anımsadığıma göre kıyamet kopmuş; sanırım
bunun üzerine laf birazcık budanmıştı:
“- Türklerin yarısı aptaldır...”
Yarısı mı, tümü mü, yüzde 70’i mi, oturup bir
karar verelim...
Rusya Gürcistan’a girdi...
Nasıl girdi?..
Amerika Irak’a nasıl girdiyse, öyle girdi...
Şimdi olay üzerine bin bir yorum yapılıyor, ma-
şallah dış politikada çokbilmişlerimiz, diploma-
si alanında mangalda kül bırakmayanlarımız, hal-
kımızı inceden inceye tıraş etmekte birebirler...
Ama olayın gerçeğine dokunan yok gibi...
Dünkü gazetelerde iki başlık, ‘manşet’ ile
‘sürmanşet’ üzerine gazetelerin birinci sayfala-
rını kaplamışlardı...
Bunlardan biri PKK üzerineydi...
“Terör örgütünün tuzağına düşen askerimiz 9
şehit vermişti...”
Sonra?..
“Rus ordusu Gürcistan’a girmiş, ilerliyordu...”
Putin, Başkan Bush’a ne demişti:
- Dur bakalım!..
Bir dünya savaşı çıkar mıydı?..
Olur mu olurdu...
Çünkü Kuzey Irak’a yerleşmiş Amerika, Güney
Kafkasya’ya da el atmıştı...
Hem de kimin marifetiyle?..
Türkiye’nin...
Lafı uzatmaya gerek yok...
Amerika hesabına Kafkasya’da iş tutmak, ta-
şeronluk yapmak, siyaset yürütmek, askeri gi-
rişimler yapmak stratejisine geri zekâlılıkla kal-
kışmış olan bizimkilerin haline bak, yeme de ya-
nında yat!..
Petrol coğrafyasında oyun oynamaya kalkışan
ılımlı İslamcı ve de Amerikancı iktidarı başında
tutan Türkler akıllı mıdır?..
Aptal mıdır?..
Terör örgütünün Erzincan’da tuzağına düşen
ve 9 şehit veren Türk, Gürcistan’da Amerikan ta-
şeronluğuna soyunuyor...
Ama, bir yanda bu sivri akıllılığa özenirken öte
yanda terör örgütünü tedip için Kuzey Irak’a ka-
radan giremiyor...
Amerika Türk’ü kulağından tutmuş, Gürcis-
tan’da kullanıyor...
Kuzey Irak’taki terör örgütü üslerini de ne olur-
sa olsun koruyor...
Türkiye Gürcistan’a silah milah satarken ken-
di ulusal davalarına Amerika hesabına ihanet et-
tiğinin farkında mıdır?..
Yazının sonuna geldik...
Şimdi karar verelim:
Akıllı mıyız?..
Aptal mıyız?..
G
erçekten, son seçimlerde ka-
zandõğõ Meclis’teki çoğunluğu-
na dayanarak AKP’nin yeni bir
anayasa hazõrlamaya kalkõşma-
sõ üzerine başlayan ve kapatma
davasõyla iyice yoğunlaşan “Yüzde 47 oy al-
mış bir iktidar partisini kapatmaya kal-
kışmak ulusun iradesine saldırı değil midir?
Parti kapatmak demokrasi ile bağdaşır mı?
Anayasa Mahkemesi Meclis’in üstünde
bir kurum mudur? Meclis isterse Anaya-
sa Mahkemesi’ni kapatamaz mı? Anaya-
sada değiştirilmesi teklif dahi edilemez
maddelerin bulunması, egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir ilkesini zedelemiyor
mu?” şeklindeki tartõşmalarda temel veri
olarak ele alõndõğõ gibi “Anayasa” tõpkõ Ce-
za Yasasõ, Ticaret Yasasõ gibi bir yasa; Ana-
yasa Mahkemesi de Danõştay, Yargõtay gibi
yargõ erkini oluşturan bir mahkeme midir?
Yoksa tartõşmanõn böyle kör dövüşüne dö-
nüşmesi de, anayasa ve Anayasa Mahkeme-
si deyimlerinin içindeki “yasa” ve “mahke-
me” sözcüklerinden mi kaynaklanmaktadõr
acaba?
Yani, birleşik adõn içindeki “yasa” sözcü-
ğü ile tamlamadaki “mahkeme” sözcüğü
mü anayasanõn da Meclis’in yetkisi içinde öte-
ki yasalar gibi bir yasa olduğu yanõlgõsõna dü-
şülmesine ve Anayasa Mahkemesi’nin yargõ
erkinin parçasõ bir mahkeme olarak değer-
lendirilmesine neden olmaktadõr?
Bilindiği gibi, anayasa kavramõ da yaşa-
mõmõza ilk kez 1876 yõlõnda, Sultan Abdü-
laziz’in Avrupa gezisi sõrasõnda tanõk olduk-
larõ olağanüstü gelişmişliğin parlamentolu
krallõk yönetiminden kaynaklandõğõ kanõsõy-
la Osmanlõ aydõnlarõnõn Kuran’õn Âli İmran
Suresi’nin 159. ayetindeki “meşveret” söz-
cüğüne dayanarak Sultan Abdülhamit’e ilan
ettirdikleri Kanun-i Esasi ve “padişaha ça-
lışmalarında yardımcı olması” için açtõr-
dõklarõ tõpkõ İngiltere’deki gibi iki kamaralõ Os-
manlõ Meclis-i Mebusan’õ ile girmiştir.
Ama İngiltere’deki bu düzen ta 1215 yõlõnda
imzalanan ilk Magna Carta ile başlayõp yüz-
yõllar boyu sürmüş kanlõ savaşõmlar sonucu
tam 44 Magna Carta imzalanõp, Katolik kili-
sesinin yerine yeni bir kilise oluşturularak ku-
rulmuştur. 17. yüzyõlda gerçekleştirilen dev-
rimlerle kabul ettirilmiş “Instrument of Go-
vernment”, “Toleration Act”, “Declarati-
on of Rights” adlõ sözleşmelerle meşruiyeti-
ni kutsal güçlerden alan “teokratik devlet”
sona erdirilip, egemenliğin parlamento ara-
cõlõğõyla halka devredildiği ve meşruiyeti
halktan kaynaklanan yeni tür bir devlet “se-
küler” (laik) devlet kurulmuştur.
İki devlet türü
Yani, halen insanlõğõn bilebildiği iki devlet
türü vardõr yeryüzünde. Meşruiyetlerini kut-
sal güçlerden kazanan devletlere teokratik, ege-
menliğin ve yasamanõn kayõtsõz şartsõz halk-
ta olduğu devletlere de laik (veya seküler) de-
nilmekte, üçüncü bir devlet türü de henüz bi-
linmemektedir. Laik (seküler) devletler de, ay-
dõnlanma tarihinden çok iyi bilindiği gibi ya-
salarla, seçimle, halkoylamasõyla filan değil,
bir devrimle kabul edilmiş Constitution
Act’lerle (sözleşmelerle) kurulmuşlardõr ve an-
cak karşõdevrimlerle yõkõlabilmektedirler.
Monarşi, oligarşi, demokrasi, demokratik
krallõk, cumhuriyet vb. gibi terimler ise, dev-
letin yapõsõ ile değil, yönetimiyle ilgilidir. Bu
nedenle devlet kavramõnõ da, yapõsal (rejim)
ve yönetsel (politika) olmak üzere iki ayrõ düz-
lemde ele almak gerektir. Bilindiği gibi teo-
kratik devletlerde yönetim, bir din kurumu ve-
ya o kurum adõna bir kral tarafõndan yürütül-
mektedir ve “mutlaktır”. Bütün siyasal erk-
ler tek bir elde toplanmõştõr. Laik (seküler) dev-
letlerde ise, siyasal erk Thomas Hobbes, John
Locke, David Hume gibi düşünürlerin gene
aynõ yüzyõllarda kuramsallaştõrdõğõ “din ku-
rumlarına karşı bağımsızlık, kuvvetler ay-
rılığı vb.” gibi ilkeler doğrultusunda gerçek-
leştirilen seçimle oluşturulmuş parlamentodaki
siyasal partiler aracõlõğõyla kullanõlmaktadõr,
demokratiktir. Nitekim, İngiltere’deki düze-
nin kuruluşunda aynõ anda bir de Toleration
Act’in imzalanmõş olmasõndan da anlaşõlaca-
ğõ gibi, laik devletin belkemiğini de teokratik
devletlerde olduğu gibi “bağışlama” ilkesi-
ne dayalõ “hoşgörü” değil, “bütün insanla-
rın ve inançların birbirlerini kendilerinin
eşiti kabul ederek bir arada yaşamaya
katlanmaları” anlamdaki “eşitlik” ilkesini te-
mel sayan “tolerans” kavramõ oluşturmak-
tadõr.
Ve laik devlet türüne özgü bu demokratik
yönetim biçimine de Batõlõlar “Constitution
Government” demektedirler.
Ama ne yazõk ki, bu kavramlarla Sultan Ab-
dülaziz’in gezisi sõrasõnda tanõşan Osmanlõ ay-
dõnlarõ güya İngiltere’deki bu demokratik
parlamenter düzeni ülkeye taşõrken, yasama
yetkisinin Kuran’la Sultan’dan alõnõp Meclis’e
devredilmesini ve yürütme, yasama, yargõ erk-
lerinin bağõmsõzlaştõrõlmasõnõ akõllarõndan bi-
le geçiremedikleri için, “Constitution” kav-
ramõnõ hile-i şer’iye ile sanki bir yasa adõymõş
gibi “Kanun-i Esasi” diye Osmanlõcalaştõr-
mõşlardõr.
“Constitution Government” tamlamasõ
için ise, karşõlõğõ başka hiçbir dilde bulun-
mayan, Arapça şart kökünden şartlõ yönetim
anlamõnda “Meşrutiyet / Meşruti idare” di-
ye bir sözcük uydurmuşlardõr.
İlginçtir Osmanlõ aydõnlarõnõn bu çarpõt-
masõnõ Batõlõlar da, reddetmek şöyle dursun he-
men benimseyip, 20. yüzyõlda Ortadoğu’yu sö-
mürgeleştirirlerken işbirlikçilerini o ülkeleri-
nin kralõ, şahõ yapmakta meşruiyet kaynağõ ola-
rak kullanmõşlardõr sanki.
Kanun-i Esasi kavramı
İngilizler Birinci Dünya Savaşõ’ndan son-
ra da, 1923 yõlõnda 1. maddesinde “ırsi kral-
lıkla ve şeriat hükümleriyle yönetilen bir İs-
lam devleti olduğunun” belirtildiği bir Ka-
nun-i Esasi’yi yürürlüğe sokarak Fuat’õ Mõ-
sõr kralõ yapmõşlar; 1924 yõlõnda da ülkesinin
İngiliz mandasõ olmasõnõ sağlayan Haşimi ai-
lesinin emiri I. Faysal’õ, gene aynõ şekilde 1.
maddesinde “ırsi krallıkla yönetilen bir İs-
lam devleti olduğunun” belirtildiği bir Ka-
nun-i Esasi ile Irak kralõ ilan etmişlerdir.
Öyle ki, 1926 yõlõnda da “Hicaz Kanun-i
Esasisi” ile de Suud’lar önce Hicaz, sonra da
Suudi Arabistan Kralõ yapõlmõşlardõr. Yani, tam
bir teokratik devlet olan Suudi Arabistan’õn bi-
le bugün bir Kanun-i Esasi’si vardõr. Bu ne-
denle Kanun-i Esasi kavramõ üzerinde ger-
çekten sil baştan ciddi ciddi düşünülse gerektir.
Gene, bilindiği gibi seçimle iktidara gelen Hit-
ler ve Mussolini’nin rejimi değiştirip dünyayõ
ateşe vermeleri üzerine Batõlõlar da İkinci Dün-
ya Savaşõ’ndan sonra demokratik düzenlerin
geleceğini güvence altõna almak için siyasal
partilerin rejime yönelik girişimlerde bulun-
malarõnõ önlemek amacõyla onlarõ sürekli de-
netleyecek “Supreme Court” adõyla yeni bir
üst kurul oluşturmuşlardõr. 27 Mayõs Anaya-
sasõ ile de bu kurul, “Anayasa Mahkemesi”
adõyla ülkemizde de oluşturulmuştur. Görül-
düğü gibi Anayasa Mahkemesi de kesinlikle
yargõ erkinin bir parçasõ değil, devletin reji-
minin güvencesi, bir üst kuruldur.
Kõsacasõ ne “Anayasa”, yürütmeyle ilgili
yasalar gibi bir yasa olarak değerlendirilebil-
se gerektir, ne de “Anayasa Mahkemesi’ yar-
gõ erkinin mahkemelerinden biridir... Aydõn-
larõmõz “sözleşme” ve “yasa” kavramlarõ üze-
rinde de bugüne dek pek durmamõş oldukla-
rõ için galiba, “Anayasa” ve “Anayasa Mah-
kemesi” konularõnda da kolayca yanõlgõya dü-
şebilmektedirler.
‘Anayasa’ Bir Yasa, ‘Anayasa
Mahkemesi’ de Bir Mahkeme midir?
Demirtaş CEYHUN
Ne “Anayasa”, yürütmeyle ilgili yasalar gibi bir yasa olarak değerlendirilebilse
gerektir, ne de “Anayasa Mahkemesi” yargõ erkinin mahkemelerinden biridir...
Aydõnlarõmõz “sözleşme” ve “yasa” kavramlarõ üzerinde de bugüne dek pek
durmamõş olduklarõ için galiba, “Anayasa” ve “Anayasa Mahkemesi”
konularõnda da kolayca yanõlgõya düşebilmektedirler.
Y
õllardan beri büyüyerek de-
vam eden “Fındık Soru-
nu” yine gündemde. Rekor
düzeyde olduğu bütün kesimlerce
kabul edilen 2008 ürünü pazarlara
inerken bölgede sorunun daha da
büyüyeceğine yönelik endişeli bir
bekleyiş var. Zira, her kampanya
dönemi başlangõcõnda sorunlara
çözüm getirmek için yapõlan top-
lantõlarda asõl amaç kalõcõ çözüm-
ler üretmek olmakla beraber, ürün
pazara inmeye başlayõnca politi-
kacõlar devreye girmekte ve geçen
40 yõlda olduğu gibi “oy” amaçlõ
fiyatlar belirlendikten sonra top-
lantõlar sona ermektedir. Ta ki,
gelecek kampanya döneminin baş-
langõcõna kadar...Kuşkusuz fõndõ-
ğõn sorunlarõ “Ekonomik sorun-
lar” olup, çözüme de ancak eko-
nomi bilimi ile uyumlu uygula-
malarla ulaşõlabilir. Ne yazõk ki, so-
runa bu açõdan yaklaşanlar 40 yõl-
lõk alõşkanlõktan vazgeçilemeye-
ceğini her yõl görerek ümitlerini yi-
tirmektedirler...
Oysa soruna, ekonomi biliminin
kurallarõ çerçevesinde çözüm aran-
sa sektördeki karamsarlõk sona er-
dirilebilecektir.
Bu bakõmdan, fõndõkta uygula-
nacak fiyat politikalarõnõn;
- Ülkemiz ve rakip ülkeler üretim
ve tüketim trendlerinin seyri,
- Üreticileri desteklemek için
verilen yüksek fiyatlarõn hangi so-
nuçlarõ doğurduğu,
- Üreticileri desteklemenin ayrõ
bir konu, yüksek fiyat ödemenin
ayrõ bir konu olduğu,
- Devlet tarafõndan verilen fi-
yatlarõn, verimin yüksek olduğu
bölgelerde düşük maliyetle elde
edilen düşük kaliteli fõndõk üreti-
mini teşvik ettiği, bilinci ile konu-
lar ele alõnsa çözüme ulaşmak çok
daha kolay olacaktõr.
Fõndõk, Doğu Karadeniz’de, de-
nizle yüksek tepeler arasõndaki
dar bir alanda üretilmektedir. Bu-
radaki doğal ekolojik yapõ aynõ za-
manda dünyanõn en kaliteli fõndõ-
ğõnõn yetiştirilmesinin de nedenidir.
Hal böyle iken, yanlõş politikalar
yüzünden fõndõk üretimi zamanla
her türlü yaş meyve, sebze, pirinç,
ayçiçeği vb. gibi ürünlerin yetişti-
rildiği geniş ve verimli topraklara
taşmõştõr.
Doğal ekolojik bölgesine oran-
la birkaç kat yüksek verimle, do-
layõsõyla birkaç kat düşük maliyetle
ve düşük kalitede elde edilen fõn-
dõğõn yarattõğõ haksõz rekabet, Dev-
let Destekleme Alõmlarõ ile asõl ko-
runmasõ amaçlanan fõndõğõn eko-
lojik bölgesindeki üreticilerin fa-
kirleşmesine yol açmõştõr. Şimdi de
GAP Bölgesi’nde de fõndõk üreti-
leceği haberleri gelmektedir...
Ülkemizin 805 bin ton olan
2008 rekoltesine (resmi tahmin)
310 bin ton rakip ülke rekolteleri-
ni ve 300 bin ton (büyük bölümü
825 bin ton olarak gerçekleşen
2006 rekoltesinden devir) TMO
stoklarõnõ eklediğimizde 2008/2009
ihracat sezonuna 1 milyon 415
bin ton kabuklu fõndõkla girile-
cek. Dünya tüketimi ise, kabuklu
fõndõk olarak 800 bin ton civarõn-
dadõr. Kaldõ ki, ülkemizin açtõğõ
yüksek fiyat şemsiyesi, rakip ül-
kelerin üretiminin de hõzla artma-
sõna neden olmuştur.
Diğer taraftan bir gerçek de şu-
dur: En fazla fõndõk ihraç ettiğimiz
Almanya, ülkemiz dõşõndaki ülke-
lerden ithal ettiği fõndõğa gümrük
vergisi uygulamadõğõ için, daha
ucuz fiyatla satõn aldõğõ rakip ülke
stoklarõ tükendikten sonra Türk
fõndõğõnõ talep etmektedir. Bu du-
rumda bir sonraki ihracat sezonu-
na devredecek olan yaklaşõk 615
bin ton/kabuklu fõndõğõn ülkemiz
elinde kalmasõ da kaçõnõlmazdõr...
Bu trend devam ettiği sürece, arz
fazlasõnõn devlet tarafõndan satõn
alõnarak Hazine’ye zarar kayde-
dilmesinden başka seçenek yok-
tur... 2008 ürünü için bu zararõn 3
milyar YTL civarõnda olacağõ da,
altõ çizilecek, önemli bir gerçektir.
Sonuçta, TBMM’de onaylanarak
kanunlaşan Beş Yõllõk Kalkõnma
Planlarõ’ndaki hükümleri umursa-
mayarak “Bize plan değil pilav ge-
rek” düşüncesi ile hareket etmenin
faturasõnõ, yakõn bir geçmişe kadar
ihraç etmekte olduğumuz ürünle-
ri, milyarlarca dolar karşõlõğõnda it-
hal ederek ödemekteyiz!.. Başka bir
deyişle, 40 yõldõr sürdürülen hata-
lõ politikalarla gelinen bu noktada,
ürettiğimiz fõndõğõ satamazken,
üretebildiğimiz ürünleri de dõşarõ-
dan satõn almak zorunda kaldõk...
Bu yüzdendir ki, ülkemiz insanõ,
içinde bulunduğumuz yõlda, pe-
şinden gittiği politikacõlar dahil, pi-
lav yapacak pirinci bulmakta zor-
landõ...
Fõndõk Sorunu
Ahmet TUNAVELİOĞLU İktisatçõ Yazar