04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
7 NİSAN 2008 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA 17 CHP’de değişim CHP liderliğine aday olacağını açıklayan CHP’nin eski Gençlik Kolları Başkanı Ayhan Yalçınkaya’nın bu hedefine ulaşıp ulaşamayacağı ayrı bir konu, ama gezdiği il ve ilçelerde yaptığı konuşmalarla parti örgütü tarafından kucaklandığı ve coşkuyla karşılandığı bir gerçek. Ne diyor da örgütü bu denli etkiliyor Yalçınkaya? Kardeşlik ve bütünlük, diyor: “Bir soylu düş için yola çıkıyoruz: ‘Kardeşlik ülkesi Türkiye’. Programı; Diyarbakır’da geçerli, Trabzon’da geçerli olmayan; Trabzon’da geçerli, Diyarbakır’da geçerli olmayan partiler Türkiye’yi birleştiremez, bölerler. Çözüm, yeni partilerle Türkiye’nin çağdaş, laik, ilerici unsurlarını bölmek değil, ideolojik özüyle birleştirici olan CHP’ye sahip çıkmaktır.” Anlayış ve sistem değişikliği, diyor: “İktidarın mutlak güçfaşizm taleplerinin arttığı bir dönemde siyaseti genel geçer kurallarla yapma şansı ortadan kalkmıştır. Yeni dönemin siyasi yaklaşımı ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır’ düzlemine oturmuştur. CHP’yi yönetme iddiasında olanlar, bu gerçeği görmelidirler. Günü kurtarmaya yönelik önerilerle CHP’de köklü değişim yaratma olanağı yoktur. Televizyonu propagandanın ana unsuru olmaktan çıkaracağız. Propagandanın ana unsuru örgüt olacaktır. Söylemlerimizde ‘Nasıl bir Türkiye istemediğimizi’ değil, ‘Nasıl bir Türkiye istediğimizi’ anlatacağız. ‘Korku iktidar olmaz; umut iktidar olur’ ana sloganıyla il il projeler hazırlayarak; şimdiden o illerde, yerel yönetimlerde yapacaklarımızı anlatacak, yerel çözümler üreteceğiz. Elitist bir kadro değil, halkçı bir kadro kuracağız.” Galiba en önemlisi, Ayhan Yalçınkaya “Sağın değil, solun zamanıdır” diyor: “İdarei maslahatın değil, devrimciliğin zamanıdır. Teslimiyetin değil, bağımsızlığın zamanıdır. Düşmanlığın değil, kardeşliğin zamanıdır. Korunmanın değil, büyümenin zamanıdır.” SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU Söz yargıda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP’nin kapatılmasını istediği iddianame Anayasa Mahkemesi’nce kabul edildi. Yani, “anayasanın öngördüğü kapatma davası hukuksal süreç içinde başlamış, hukuk dışı söylemler hukuk içine çekilmiş” oldu. Hukukçu dostlarımıza göre, Anayasa Mahkemesi’nin usulüne uygun ve dava olarak kabul etmesi, iddianameyi “asılsız, dayanaksız ve siyasi” görenlere karşı bir hukuksal yanıttı... Ve söz, anayasaya göre ulus adına yetki kullanan bağımsız yargıdaydı artık: “Sadece seçimle oluşan çoğunluğu demokrasi sayıp yargıyı ‘başka yol’, ‘demokrasi dışı yol’ olarak görmekten kaçınılması gerekiyor. Ulusun temsilcisi olduğunu iddia edenlerin, yasama organını tek ve üstün irade olarak görenlerin, temsilcisi oldukları ulusa karşı saygılı ve örnek olmaları, hukuk ve yargıyı belirli birtakım rengi gibi görmemeleri gerekiyor. Anayasanın 138. maddesi, görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz derken, anayasayı değiştirmeyi düşünenlerin, varlıklarını ve meşruiyetlerini aldıkları anayasayı ihlal etmenin suç olduğunu bilmeleri gerekiyor. Başkaları haklarını ararken hukuku ve hukuksal sınırlamaları hatırlatanların, kendi haklarını ararken de aynı hukuk ve sınırlamalara tabi olduklarını bilmeleri gerekiyor. Demokrasinin sadece seçim olmadığını, anayasanın, kuvvetler ayrılığının, hukuk devletinin ve yargı denetiminin demokrasinin olmazsa olmazları olduğunu bilmeleri gerekiyor.” Yeter ki AB’ye hoş görünmek için federasyona da yeşil ışık yakar, PKK ile el sıkışır, Barzani ile kafa tokuşturur, “hotantoca” yayına bile izin verir, gelmişimize geçmişize okkalı sözler söylenmesine serbestlik tanırız. Değil Afganistan’a, Ay’a bile asker göndeririz. Yeter ki, başımız efendimiz siyasi yasaklı olmasın... Demokrasi Gelse... “Demokrasi, insan suretine bürünüp Türkiye’ye gelse, saçını başını yolar. İnsan hakları, özgürlükler, demokratik haklar adına Türkiye’de tartışılanları görse, kaçacak delik arar!” Haftanın lafı bu. Prof. Hasan Ünal, “Kanaltürk”teki bir programda, Türkiye’deki kakofoniyi bu sözlerle özetlerken tam da şunu düşünüyordum: “Türkiye’ye paraşütlenen bir gözlemci; şu son bir haftada TV kanallarında sabahlara dek izlediğim tartışma programlarını denkleyip bir araya getirse... Ne der?” Bir kanalda bakıyorsunuz, üniversite öğrencisi olduğu söylenen (hem de “Tarih” bölümü öğrencisi!) Aysun Kayacı kızımız “genel oy ilkesini” saati taa 19. yüzyıla dek geri çevirerek sorguluyor. NTV’nin “Haydi Gel Bizimle Ol” programı sayesinde, böylece demokrasinin henüz daha şafağında olduğumuz ortaya çıkıyor. Sonra Sky Türk’ün “Aykırı Sorular” programını açıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, DTP’li Aysel Tuğluk, Enver Aysever’e; İspanya’nın ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde yakalayabildiği bir “demokrasi standardı beklentisi” beklentisini anlatıyor... Bir kesim hâlâ daha 19. yüzyılvari soruların üstesinden gelemezken, bir başka kesim 21. yüzyıl standartlarını düşlüyor. Batı’nın koskoca bir asır boyunca, teker teker tüm bu tartışmaların içinden süzülerek, taş taş, tuğla tuğla oluşturduğu demokrasi birikiminin farklı zaman dilimlerindeki, farklı fasıllarını; kapağı patlayan bir düdüklü tencere misali aynı anda ve bir arada keşfediyoruz başka deyişle... Ama sorun yalnız “kuralların oluştuğu zaman dilimleri arasındaki kopukluklar ve kronolojik farklılıklar”dan, kısaca “çağ farkından” da kaynaklanmıyor. Bir de Batı ile Doğu’nun “değer farkları” giriyor işin içine... “Batı modeli demokrasilerin” bu bambaşka evrelerini, tümüyle kendine özgü bir sistemle düşe kalka denklemeye çalışan ülkede, birileri de habire “kıbleyi” büyük bir Udönüşle ters yöne çevirmeye uğraşıyor... Prof. Dr. Sinan Sönmez, AKP ekonomisinin vesikalığını çekmiş, gösterdi: “Aşırı değerli TL ve serbestlik sayesinde ithalat patladı, ihracat ucuz ithalat sayesinde arttırıldı, ancak genelde düşük katma değer yaratan bir ihracat yapısı oluşturuldu. Yüksek reel faiz ve düşük döviz kuru Türkiye’yi spekülatif sermaye için cennete çevirdi. Borsada yabancı payı yüzde 70’lere ulaştı, yabancı sermayeli şirket sayısı hızla arttı, bankacılık Kırılganlık sektöründe çoğunluk payının yabancı sermayeye geçmesine ramak kaldı, sigortacılık sektörü ise yabancı sermayenin eline geçti...” Fotoğrafın bugünkü durumu da apaçık ortada: “Türkiye’de iç tasarruf oranı AKP döneminde giderek düştü; ekonomi bütünüyle yabancı sermaye ile finanse ediliyor, kırılganlık hızla artıyor. Sanal büyümenin ötesinde işsizlik yayılıyor, iflaslar artıyor, refah düzeyi düşüyor. Kaldı ki uluslararası likiditenin azalması mevcut durum budurTürk ekonomisini derinden sarsacaktır.” Prof. Sönmez uyarıyor: “İktidar, siyasi arenada mağduru oynama ve hâlâ rant sağlama ekonomisini ısrarla sürdürme yerine ekonomideki kırılganlığı azaltabilmenin yollarını aramalı.” Yoksa, gidiş çok fena... Neredeyse ağladı ağlayacak biri yazmış, demiş ki “AKP’ye kapatma davası açmak ve de parti kapatmak ayıptır...” Ayıpçılar bilir, soralım: “Sinsi sinsi Türkiye Cumhuriyeti’ni kapatmak neyin nesi, kimin fesi olur?” Wikipedia ansiklopedisinin en son 6 Mart’ta yenilediği listesinde dünyanın en zengin yöneticileri arasında Recep Tayyip Erdoğan da yer alıyordu. Ansiklopedinin bilgisunardaki aynı adresi 2 Nisan’da bir kez daha yenilendi ve Erdoğan listeden çıkarıldı! behicak?yahoo.com.tr Ayıp Yenileme Türkiye’ye özgü ‘Udönüş’ modeli! Kanaltürk’te Merdan Yanardağ’ın “Türkiye Nasıl Kuşatıldı?” programında Fethullah Gülen’in “derin maceralarını” izlerken, bu Udönüş modelinin aşama aşama nasıl hazırlandığını öğreniyoruz. “Hoca”nın 25 yıl boyunca başyaverliği ve kuryeliğini yapan Nurettin Veren isimli bir şahıs, dudak uçuklatan açıklamalarla izleyicilerin karşısına çıkıyor. “Devletin” dizinin dibinde dal budak saran “cemaatin”, demokrasinin olmazsa olmazı “laik bireyi” yok ediş öyküsü anlatılıyor... Fethullah örgütünün ekonomik gücünün 7.5 milyar dolara ulaştığını açıklayan Veren, dershaneye giden her 4 çocuktan 3’ünün, Fethullahçıların eline düştüğünü söylüyor. Demokrasilerin temeli sayılan “seçmen oylarının” Gülen talimatıyla kitlesel halde parti parti gezişi, transferi özetleniyor... Bu kadarla da kalmıyor. “70’lerde, 80’lerde Türkiye’de bir türban sorunu yoktu” diyor eski başyaver Veren: “Bunu da topluma biz enjekte ettik!” Kanaltürk’ün Gülen programının şokunu üzerimizden atmadan Can Dündar’ın “Neden?” programına yakalanıyoruz... Orda da “Türkiye neden böyle bir kutuplaşma içine düştü?” tartışması yapılıyor. Konuklardan Prof. Eser Karakaş “yüzeysel” (!) bulduğu “laiklik kavgasını”, “imtiyaz kavgasıyla” açıklıyor... Buna itiraz eden Nuray Mert kutuplaşmanın gerçekte “Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi” üzerinde cereyan ettiğini söylüyor. “Kuruluş felsefesinin yeniden revize edilmek istenmesine” bağladığı gerilim için: “Kuruluş felsefesini revize etmek noktasında, gerilmeyen sistem yoktur” diyor: “Bu durumda her sistem tepki verir. Yeryüzünde kuruluş felesefesini demokratik yöntemlerle yenileyebilen bir sistem de görülmemiştir!” Tabloya bakın şimdi. Bir yandan demokratik kavramlar ve kuralların “miladı” tartışılırken, bir yandan demokrasinin antitezi olan derin ve çok geniş çaplı bir “cemaat birey” kapışması yaşanıyor. Cemaat bireyi yutarken; göz gözü görmez bir karambolde “sistemin kuruluş felsefesi” tartışmaya açılıyor. Tartışmayı açanlar, oldubitti havası içinde kendilerinden menkul bir “milli irade demokrasisi” dayatmaya çalışıyor. Bu sırada karşı tarafı da mütemadiyen “darbecilik” ve “antidemokratiklikle” suçluyor, nerdeyse sanık sandalyesine oturtuyorlar. Demokrasi insan suretine girip buraya gelse hakikaten; bırakın saç baş yolmayı, kendini köprüden atar! ÇALIŞANLARIN SORULARI/SORUNLARI YILMAZ ŞİPAL KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK ‘Amele Birliği’nden ‘İşçi Sigortaları’na Türkiye’de ilk sosyal güvenlik kurumu 10 Eylül 1921’de kabul edilen 151 sayılı kanunla kurulan “Amele Birliği”dir. Amele Birliği, “151 sayılı Kanun’un 4. maddesi uyarınca Ereğli Kömür Havzası’nda çalışan işçilere ekonomik ve sosyal yardım sağlama amacı ile kurumuştur”. “Amele Birliği Biriktirme ve Yardımlaşma Sandığı” olarak bilinen bu sandık “tüzelkişiliği haiz”dir. Yasa 1921’de yürürlüğe girmesine karşın o günün koşullarına göre çok sosyal içeriklidir. Yasanın günümüz Türkçesine uyarlanmış yazılımıyla bu açıkça belli olmaktadır. “Madde 1 Maden işlerinde işçinin zorla çalıştırılması ve angarya suretiyle herhangi bir işe gönderilmesi ve maden ocakları içinde on sekiz yaşından küçüklerin çalıştırılması yasaktır.” 1921’de günlük çalışma süresi sekiz saatle sınırlandırılmıştır. “Madde 8 Günlük çalışma süresi sekiz saattir. Bu süreden fazla çalışmaya hiçbir işçi zorlanamaz. İşçi rızası ve onayı ile bu süreden fazlasını çalıştığında iki kat ücrete hak kazanır. Yeraltına giriş ve çıkış süreleri sekiz saatin içindedir.” Seksen yedi yıl sonra bugün bu kurallara uymayan işyeri ve işveren sayısı o kadar çok ki!!! Sosyal güvenliğin Türkiye’de ilk adımı olan, 10 Eylül 1921 günlü 151 sayılı yasayla kurulan kısa adıyla “Amele Birliği Kanunu”ndan sonra ikinci adım, 15 Haziran 1936 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 3008 sayılı “İş Kanunu” ile atılmıştır. 3008 sayılı İş Kanunu’nun “Sosyal Yardımlar” başlıklı 100. maddesi ile: “İş hayatında, iş kazalarıyla mesleki hastalıkları, analık, ihtiyarlık, işten kalma, hastalık ve ölüm hallerine karşı yapılacak sosyal yardımlar”ın devlet eliyle düzenlenmesi ve yönetilmesi öngörülmüştür. 3008 sayılı İş Kanunu’nun 101. maddesi ile de ayrıca “İşçi Sigorta İdaresi” kurulması önerilmiş ve günümüzdeki sosyal güvenlik sisteminin yapısının da temeli atılmıştır. “İşçiler, işyerlerine alınmaları ile beraber kendiliğinden sigortalı olurlar.” Yasada sigortalı olmak hak ve yükümünden kaçınılamayacağı ve vazgeçilemeyeceği vurgulanmıştır. 1936 yılında, 3008 sayılı İş Kanunu’nun 100. maddesinde öngörülen sosyal yardımları sağlayacak “İşçi Sigorta İdaresi”nin kurulabilmesi için, koşullar hiç de uygun değildir. “İşçi Sigorta İdaresi”nin kurulabilmesi için 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi beklenmiş ve 1945’te savaşın bitiminden sonra, 4792 sayılı “İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu”, 9 Temmuz 1945’te kabul edilerek 16 Temmuz 1945 günlü Resmi Gazete’de yayımlanmış ve 1 Ocak 1946’da yürürlüğe girmiştir. Böylece, “İş hayatında türlü hallere karşı ilgili Sigorta Kanunu hükümlerini uygulamak üzere İşçi Sigortaları Kurumu” kurulmuştur. 7 Temmuz 1945 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan, 4772 sayılı “İş Kazalarıyla Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu” yayımlanmıştır. Bu yasa, 3008 sayılı İş Kanunu kapsamındaki “sigortalı sayılanlar” ile “gazeteciler ve gemi adamlarına, iş kazaları, meslek hastalıkları ve analık hallerinde” uygulanmaya başlamıştır. 10 Ocak 1950 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan, 5502 sayılı “Hastalık ve Analık Sigortası Kanunu” da sosyal güvenlik sistemine katılmıştır. 8 Haziran 1949 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan, 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu ile İhtiyarlık Sigortası uygulamasına geçilmiştir. Bu kanunla: “İhtiyarlık aylığından yararlanabilmek için: a) 60 yaşını doldurmuş olmak, b) En az 25 yıldan beri sigortalı bulunmak, c) En az 5000 günlük İhtiyarlık Sigortası primi ödemiş olmak” koşulları getirilmiştir. 13 Şubat 1957 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan 6900 sayılı “Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortaları Kanunu” 1 Haziran 1957’de yürürlüğe girmiş ve 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu’nu da yürürlükten kaldırmıştır. Sosyal güvenlik, günümüze kadar gelen 87 yıl süren yolculuğunda, pek çok aşamalardan geçmiştir. “Amele Birliği”nden “İşçi Sigortaları”na kadar geçen süre, bu uzun soluklu koşunun ilk adımı, ilk aşamasıdır. Yazımızı “Sosyal Güvenlik Reformu” masalından bir alıntı ile bitirelim: “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir de baktık ki, bir çuvaldız boyu yol bile gitmemişiz.” HARBİ SEMİH POROY nilgun?cumhuriyet.com.tr HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN (ÇÖPLÜK ÇOCUKLARI) TAYYAR ÖZKAN www.junkidz.com TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 7 Nisan www.mumtazarikan.com 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1/ Alışverişte 1 çok kâr amacını güden kişi. 2 2/ Türlü renk 3 lerde kareli olan kumaş... 4 “Benim ol 5 muş dilim / Ne 6 desem yâr inci7 nir” (Türkü). 3/ Avrupa’da bir 8 ırmak... Narçi 9 çeği renginde 1 2 3 4 5 6 7 8 9 bir süs taşı. 4/ Kuran’ı 1 Ç A L I B A S A N güzel, yüksek sesle ve L A L E usulünce okuma. 5/ 2 E M İ R Orta Anadolu’ya öz 3 K A R G A R A M K OÇ U gü halay türü bir halk 4 A R oyunu... Fas’ın plaka 5 P O L O A Ç A N İ L AM M İ imi. 6/ Japonya’da 6 K E Ş 1100’lerde ortaya çı 7 H E V E S kan tüccar ve zanaat 8 A B A T M O L A çı loncalarına verilen 9 Y E R E G E Ç E N ad... Küçük mağara... İtalya’nın en uzun ırmağı. 7/ Briçte, atılan bir kâğıtla eşine oynamasını istediği kâğıdı belirtme... Bira yapmak için çimlendirilip kurutularak hazırlanmış arpa. 8/ Lozan Antlaşması’nın yapıldığı saray... Lityum elementinin simgesi. 9/ Kuşbaşı et... İnce kamış. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Armağan, hatıra, andaç. 2/ Tecrübeli, usta... Eskimiş bez parçası. 3/ Argoda kaba saba ve görgüsüz kimseye verilen ad... Bir tembih sözü. 4/ Duman lekesi... Karşılık beklenilmeden yapılan yardım. 5/ Pelerinli bir palto... Bir soru sözü. 6/ Üzerine yazı yazılan tabaklanmış ceylan derisi... Kuzu sesi. 7/ “Durur gibi dallarda kanlı bülbüller” (Ahmet Haşim)... Panama’nın plaka imi. 8/ Vücutça ve ruhça dayanıksız kimseler için kullanılan bir alay sözü. 9/ Dar ve kalınca tahta... İnce ve keskin ses. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle