05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 27 NİSAN 2008 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Maffy trompetiyle yalnız kaldı En az yirmi yıldır ahbaplık ederiz Maffy Falay ile. p Bazen konserlerinden sonra oturup laflarız, bazen bir kafede ya da barda dertleşiriz. Çoğu zaman o telefon eder. “Alooo, ben Maffy…” Sanki tanınmayacak bir sesi varmış gibi mutlaka iki kez tekrar eder. “Maffy, Maffy…” Maffy ile sohbetlerimiz güncel konuların ötesinde hep caz olmuştur. Daha çok da caza adanmış koca bir hayatın muhasebesi. Gençlik yıllarında tepilen fırsatlar, yeni dostlar, giden dostlar, sadakat, vefasızlık vs. Beyni kurt gibi kemiren konular. Hayatla ilgili muhasebe. Bu muhasebenin ortaya çıkardığı, artık üzerinde oynanması olanaksız bir bilanço. Maffy, birkaç hafta önce uğruna İsveç’te kaldığı karısı 56 yaşındaki Kerstin’i yitirdi. Kerstin’in ölümü Maffy’i çok sarstı. İki yıldır tedavisi için koşturup duruyordu. Yorulmuştu ama umudunu yitirmemişti. Görünce âşık olduğu, sahnede flüt çalan, caz şarkıları söyleyen, 20’sine bile gelmemiş Kerstin’i kaybetmek istemiyordu. Sihirli trompet soloları kaderi engelleyemedi. Maffy, caz ile yoğrulmuş anıları ve trompetiyle yalnız kaldı. Ahmet Muvaffak Falay 1930’da Karşıyaka’da doğdu. Kendi deyimiyle cennette dünyaya geldi. Ablaları piyano ve keman çalıyordu. Abisi de mandolin. İlkokul yıllarında, yazları babasının ziraat müdürü olduğu Kuşadası’nda geçiriyordu. Kuşadası bandosunun kuruluşuna tanık oldu. Bando takımındaki müzisyenler ziraat müdürünün yetenekli oğluna trompet çalmayı öğrettiler. 12 yaşındayken bir rastlantı sonucu İzmir Bandosu’nun arasına düştü. “Sen ne arıyorsun burada kerata” dediklerinde, küçük Muvaffak trompeti gösterip “Ben onu çalarım” dedi. Uzatılan trompete kulaklarına nereden yerleştiyse bir caz melodisi üfleyiverdi. Şef Fuat Türkoğlu, “Gel oğlum seni yetiştirelim” STOCKHOLM deyip Muvaffak’ı kadroya aldı. Muvaffak’ın yolu artık belliydi. Komşuları ünlü müzisyen Erdoğan Çaplı’nın yardımıyla konservatuvara hazırlandı. 1947’de Ankara Konservatuvarı’na başladı. OSMAN İKİZ Klasik müzik eğitimi görmekteydi, ama bir akşam gramofondan yayılan müziği duyunca hayatı değişti. Cazı düğünlerde çalınan müzik sandığından Charlie Parker ile Dizzy Gillespie’i duyunca önünde yepyeni bir ufuk açıldı. Dinlediğinde büyülendiği Dizzy 1956’da Ankara’ya geldi. Bu kez büyülenme sırası Dizzy’e gelmişti. Uçaktan inerken kulağına çalınan trompet solo Dizzy’i şaşkına çevirdi. Cazın efsanesi bu ufak tefek Türk’ü çok sevdi. Onu New York’a götürmek istedi. Söylemekte zorlandığı için Muvaffak’ı da Maffy’e çevirdi. Övgülerinde samimiydi. New York’a dönünce herkese Maffy’i anlattı. Metronom dergisi Dizzy’nin sözlerini iri puntolarla verdi: “Türkiye’de bir trompetçi dinledim. Miles Davis ve Roy Eldridge ile aynı düzeyde.” Maffy 1960’ta Almanya’da Köln Radyo Senfoni Orkestrası’na girdi. Daha sonra Kenny ClarkeFrancy Bolland büyük orkestrasında çalmaya başladı. Orkestranın albümlerini Atlantic çıkarıyordu. Plaklardan birinde orkestra elemanlarının geldikleri ülkelerin bayrakları basılmıştı. Diğerinde de her müzisyenin portresi gene kendi ülkesinin pulu gibi hazırlanmıştı. Atlantic’in sahibi Ertegün kardeşlerden Nesuhi, Türk Bayrağı için Maffy’e teşekkür telefonu etti. Maffy, bütün ünlü müzisyenleri çaldı. Düzinelerle plak çalışmasına katıldı. 1960’ların ortasında aşk yüzünden İsveç’e yerleşti. 1968’de ABD’ye gittiğinde Dizzy, New York’a yerleşmesi için çok ısrar etti. Arif Mardin, New York’a yerleşmesi halinde caz dünyasının efsaneleri arasına gireceğini söylüyordu. Maffy’nin aklında ise İsveçli genç aşkı ve yeni doğan çocuğu vardı. İsveç’e gelirken New York’a dönme niyetindeydi. Yapamadı. New York hayalini Dizzy’nin hediye ettiği altın kaplama trompeti üfleyerek yaşatmaya çalıştı. Kerstin gittikten sonra da trompetiyle yalnız kaldı. Haber Müzesi’nin hüzünlü salonu ashington, müzeleriyle övünen bir kent. Beyaz Saray’a giden Pennsylvania Caddesi’nin üzerinde yeni açılan Newseum da (Haber Müzesi) yerel medyanın ilgisi ve ziyaretçi akını devam ettiği sürece bu övgünün bir parçası olacağa benzer. Önden bakıldığında camdan dev bir televizyon kutusunu andıran Newseum, altı katlı bir medya müzesi. Newseum yöneticileri müzeyi “İnteraktif haberlerin müzesi” olarak tanımlamayı yeğlemişler. Yani sadece medyanın tarihsel geçmişi yok. Dünya tarihine geçen önemli olayların fotoğraf, yazı, görüntü, ses ve internet gibi araçlarla geniş bir şekilde işlendiği bir müze burası. Bu önemli olayların başında dünya düzeninin değişmesini tetikleyen Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 11 Eylül saldırıları yer alıyor. Berlin Duvarı’ndan parçaların birkaç blok W oldu. 1837 ve 2007 yılları halinde sergilendiği salona WASHINGTON salonu arasında görevleri uğruna yaşamlarını duvarın inşasından yıkılış yitiren gazetecilerin isimlerinin yer anına kadar resim ve haber aldığı bu salon, diğer bölümlere bültenleriyle tarihsel bir şerit kıyasla sessizliğiyle dikkat çekiyor. yerleştirilmiş. Müzeyi gezenler 11 metre yükseliğinde 24 parçalı cam Berlin Duvarı’nın yıkılışına ELÇİN panelde toplam 1843 gazetecinin ismi kare kare yeniden tanık POYRAZLAR öldükleri yıllara göre sıralanmış. oluyorlar. 11 Eylül saldırıları Cumhuriyet gazetesi yazarlarından da oldukça çarpıcı bir biçimde Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın sergilenmiş. İkiz kulelerin tepesinde iletişim yanı sıra Abdi İpekçi, Hrant Dink, Erol için kullanılan antenin saldırıların ardından Akgün ve Seyfettin Tepe gibi isimler bu yanmış ve ezilmiş hali salonun ortasında hüzünlü salonun cam duvarlarında duruyor. Bir çeşit heykel diyebileceğimiz bu bekliyorlar. Okul çocuklarının gruplar halinde parçanın çevresine saldırı anında kaçmaya gezdiği müzede genç ziyaretçilerin en fazla çalışan dehşet içindeki insanların resim ilgisini çeken bölüm, kameraların karşısına kareleri yerleştirilmiş. Hemen karşısındaki geçip bizzat televizyon muhabiri oldukları duvarda ise dünya gazetelerinin saldırıyı duyuran ilk sayfaları yer alıyor. Müzenin bana salon olmalı. Uzun kuyruklarda bekleyerek en ilginç gelen bölümü “Gazetecileri Anma” kameranın karşısında iki dakikalık bağlantı yapmak için can atan çocuklardan kaçının, bu müze gezisinden sonra gazetecilikte karar kılacağını merak ediyorum. Pulitzer ödüllü resimlerin sergilendiği salonda Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter’ın Sudanlı küçük bir kızın açlıktan ölmesini bekleyen akbaba resminin önünde bir kez daha kanım donuyor. Müzede uğradığım son bölümde Irak, Afganistan, Pakistan, Bosna ve dünyanın diğer yerlerinde işlerini yaparken kaçırılan, öldürülen ya da kendi ülkelerinde özgürce çalışamayan gazetecilerin isimleri ve resimleri var. Sergilenenler arasında bir gazetecinin not defteri gözüme çarpıyor. Defterdeki yazılar kan lekeleri yüzünden okunmaz halde. Özgür basın için feda olan binlerce yaşam bu cam müzenin salonlarında sabırla anımsanmayı bekliyor. Pierre Türkiye’de iş arıyor 968 yılında Namur kentinde dünyaya 1 gözlerini açan Pierre’in büyüyünce “Belçika gündemi beni ilgilendirmiyor, ben (20032004) Edebiyat Fakültesi ve Yabancı Diller Yüksekokulu’nda bir yıl Türkçe dersleri almaya gitmiş Pierre. Bu deneyimini sadece Türkiye ile ilgileniyorum” ise, “Popüler Türk kültürünü daha diyeceğini sanırım kimse öngörmemiştir. yakından tanımaya başladım. Hafta Evine çanak anten taktırıp hem Türkçesini sonları rakımızı, biralarımızı alıyorduk saz geliştirmek hem de Türkiye’de olup bitenleri çalmaya ya da mangal yapmaya farklı kanallardan izlemek gibi kaygıları gidiyorduk. Yani o kahve kültürü, at olacağını da bilemezdi kimse. Hatta izlediği yarışları, futbol falan filan...” diyerek bir programda Türkçe konuşan bir Fransız özetliyor. Pierre birkaç bilimsel makaleyi profesör görünce, “Fransız bayanın Türkçeden Fransızcaya çevirmiş. Şimdilerde mükemmel Türkçesine hayran kaldım ve ise “Pierre Loti ve Oryantalist Söylem” itiraf etmeliyim ki, onun Türkçesini ve adlı kitabı Fransızcaya kazandırmaya cümle kurma yeteneğini kıskandım. Ama çalışıyor. Fransızca kitaplardan ziyade Türkçe bütün bu olumlu unsurlara rağmen belli kitapları okuyor. Örneğin Emre Kongar’ın bir süre sonra Fransız bayanın “Tarihimizle Yüzleşmek” gibi kitapları. konuşmasından rahatsızlık hissetmeye Orta Asya’ya özel ilgisi var. Türk dilinin başladım. Yani ne kadar iyi konuşursa matematiksel yapısı ve sıcaklığı hoşuna konuşsun, ne kadar doğru tümceler gidiyor. Özellikle de atasözleri ve deyimler. kurarsa kursun hemen bir eksiklik Tibet’e yapılan baskılar gündemdeyken hissediliyordu. Benim dinlemeye alışık “Uygur Türkleri”nin özgürlüğüne de kafayı olduğum Türkçedeki sıcaklık takıyor Pierre; oturup bu konuda BRÜKSEL yoktu. Fransız profesörün bir şeyler karalıyor. Son olarak konuştuğu dil Türkçeydi, ama ULB’de düzenlenen ve “Türkiye sanki özünden arındırılmış bir Faşist Kemalist devrimden Türkçe, halk dilinden kopmuş, kurtulmaya başlıyor” gibi sıcaklıktan yoksun ve bana lafların edildiği bir konferansta kalırsa suni ve duygusuz bir söz alarak Atatürkçülüğü savundu dildi” diye yazıyor. Pierre Bastin Pierre. Konferansa dinleyici ERDİNÇ UTKU Felsefe ve Fransız Filolojisi olarak katılan Türk öğrencileri önlisansından sonra Brüksel ULB Türkiye’nin tarihini bilmemekle Üniversitesi’nde psikoloji (uzmanlık alanı ve Atatürk’ü yeterince tanımamakla sosyal psikoloji) lisans eğitimi almış. suçlayınca da birden kendisini bir polemiğin Türkiye’ye ilk defa 1986’da turist olarak içinde buldu. Pierre “Amacım Türk gitmiş. İnsanların misafirperverliği ve sıcak öğrencilere Atatürk’ün ilkelerine ve yaklaşımlarından etkilenmiş. İzleyen yıllarda inkılaplarına sahip çıkmaları gerektiğini Türkiye’de gezmedik yer bırakmamış. hatırlatmak ve Türkiye ile Türk kültürü 1990’larda Türkçe öğrenmeye başlamış ama üzerinden yürütülen Araplaştırma vakti olmadığı için bırakmış. 2000 yılında politikasına direnmelerini teşvik etmekti” Brüksel’de Marie Haps Enstitüsü’nde ciddi diyor. Türkçesi iyi olan Pierre, kendini sinir olarak Türkçe öğrenmeye başlamış. 2001 edenleri en güzel seçme Türkçe küfürlerle yılında Türk kültürünün kökenlerini selamlıyor. Belçika gündemiyle ilgilenmeyen araştırmak için sırtına çantasını takıp tek Pierre’i derneklerinde koordinatörlük yaptığı başına Ortaasya’ya, Kırgızistan’a gidip 1 ay (Belçika Atatürkçü Düşünce Derneği (2005kalmış. “Çoban ailesinde kaldım, onların 2007), Turkish Lady Derneği (20072008)) yurtlarında (yani çadırda, onlar ‘bozuy’ Belçikalı Türkler de bıktırmış gözüküyor. derler, yani bozev)” diyor. “Bir hafta da Son görüştüğümüzde “Türkiye’de iş Bişkek’te dağlarda rastladığım bir Özbek bulabilir miyim” diye sordu. Türkler ailesinde konuk oldum. Hatta aile kızına Türkiye’den Avrupa’ya kapağı atmaya âşık oldum ve onu Belçika’ya davet ettim, çalışırken bizim Pierre Türkiye’ye gitmenin geldi ama olmadı” derken duygularını yollarını arıyordu. gizleyemiyor. Sonra Hacettepe Üniversitesi [email protected] Drake’in yeni maskotu Buddy A BD’nin Iowa eyaletinin Des Moines kentinde düzenlenen 29. Geleneksel Bulldog Güzellik Yarışması her sene Drake Üniversitesi’nin maskotu olmak için yarışan Orta Batı’nın en çirkin ve en güzel bulldoglarına ev sahipliği yapıyor. Geçen pazartesi günkü yarışmaya Ankeny’den katılan ve “En Güzel Bulldog” unvanına layık görülen Buddy, sahibi George DuBois ile poz verirken, tahtını kimseye kaptırmamaya kararlı görünüyor. (Fotoğraf: AP) Ermeni sorununun baş mimarları bugün de aynı rolü oynuyor 1877 OsmanlıRus Savaşı da Rusların bu amaçlarının ürünüdür ve savaşı gerçi Rusya kazanmıştır ama, bu savaş aynı zamanda Balkanlar’daki Rus emellerine de mezar olmuştur. Rusların desteğiyle yaratılan Muhtar Bulgaristan Prensliği Ruslara karşı bir durum almış, bağımsızlığına Rus silahları sayesinde kavuşan Sırbistan bile Avusturya’ya yaklaşır bir tutum içine girmiştir. Böylece Rusların Balkanlar’dan Akdeniz’e inmeleri imkânsız hale gelmiştir. Bu durumda elde kalan tek alternatif, acaba Ermeniler vasıtasıyla Kafkaslar üzerinden Basra Körfezi’ne veya Kilikya üzerinden İskenderun Limanı’na ulaşılamaz mı? İşte Ermeni Sorunu’nun embriyonu böylece yaratılmıştır. Ayrıntısını özetle de olsa göreceğimiz üzere emperyalist Rusya İngiltere rekabeti ve konuya değişik açılardan kendi çıkarları doğrultusunda katılan Fransa ve ABD, bu sorunun baş mimarlarıdırlar. Bugün de aynı rolü oynamaktadırlar, zira Ermenilere ödenecek diyet borçları vardır. Yerlerinden yurtlarından olan ve bu toprakların insanı Ermenileri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek sonu olmaz bir yola sokanlar, bu sorunu sadece 1915 yılında alınan “zorunlu göç” kararına bağlayarak açıklayanlardır ve tam bir suçluluk kompleksi içinde kıvranmaktadırlar. 1915 olayları “Ermeni Sorunu Aysbergi”nin (iceberg) sadece görülen zirvesidir, oysa sorunun kökü çok derinlere gider. Bu anlamda olayların İttihat ve Terakki Partisi ve yöneticileriyle de bir ilgisi yoktur. Kimi Türk ay E dınlarınca da desteklenen ve İttihat Terakki yöneticilerini birer soykırım suçlusu olarak suçlayanlar ve bu görüşe destek verenler, 1915 yılı öncesinde olup bitenleri görmeyen veya görmek istemeyenlerdir ki, bu da tarihe şaşı bakmak olur, bizi gerçeğe ulaştırmaz. Örneğin, 1878 yılında İstanbul’un kapılarına kadar gelip Yeşilköy’e (Ayastefanos) dayanan Rus ordularının komutanı ve Çar’ın da amcası Grandük Nikola’yı ziyaret edip, ondan bağımsız bir Ermenistan kurulması için yardım isteyen Osmanlı tebası Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan’ı anmaz ve bu ziyareti görmezden gelirsek, ekilen tohumları, yeşeren sorunları elbette görmez, göremeyiz. Oysa o günlerde ortada ne bir İttihat Terakki Partisi vardır, zira parti 21 sene sonra 1899’da kurulacaktır, hatta ne de Enver Paşa vardır. Enver Paşa henüz dünyada bile değildir ama Ermeni so mperyalist Rusya İngiltere rekabeti ve konuya değişik açılardan kendi çıkarları doğrultusunda katılan Fransa ve ABD, bu sorunun baş mimarlarıdırlar. Bugün de aynı rolü oynamaktadırlar, zira Ermenilere ödenecek diyet borçları vardır. runu Osmanlı Devleti’nin gündemindedir. Gerçekten de örneğin ihtilalci birer parti olarak kurulan ve Anadolu toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan kurmak için sonuna kadar savaşacağını, amaca ulaşmak için ise başvurulacak yöntemin terör olacağını açıkça kuruluş tüzüğünde ilan eden Hınçak Partisi 1887’de Cenevre’de kurulduğu zaman, Talat Paşa henüz 13 yaşında bir çocuk, Cemal Paşa ise 15 yaşında bir gençtir, muhtemelen her ikisinin de yaklaşan tehlikeden haberleri bile yoktur. Mutlak görülen odur ki, İttihat ve Terakki Partisi daha kurulmamışken, sonradan yöneticisi olacak olanların bir kısmı daha dünyada bile değilken, kimi yöneticileri ise birer çocukken Ermeni Sorunu vardır ve devletin güvenliğini ve bütünlüğünü ciddi şekilde tehdit etmektedir. Anlaşılan odur ki 1915 yılında bir zorunlu göç olayı yaşanmasaydı bile, Osmanlı Devleti benzeri bir kararı almak zorunda kalacaktı, zira Ermeniler Osmanlı Devleti’ni zecri tedbirler almak yolunda sürekli zorlamaktaydılar. 35 senedir süren ve tüm Anadolu’yu kana bulayan isyanlar bunun kanıtıdır ve esasen buraya kadar anlatılanlar birer tarihi gerçek olarak ortadadırlar ve hiç kimse tarafından da bir itirazla karşılanmazlar. Oysa o günlerde devleti yönetenler ise doğal olarak ülkenin bütünlüğünü ve güvenliğini sağlamak çabasındadırlar. Doğal olmayan dış müdahalelere rağmen. İşte Ermeniler, muhtar bir Ermenistan devleti kurmak hayaliyle ve fakat aslında bir sıçrama tahtası görevini farkında olmadan üstlenmek üzere Ruslar tarafından böylece isyana teşvik edilmişler ve kullanılmışlardır. Bu oyunu gören İngiltere, Akdeniz’e inen ve Hindistan yolu için son derece hayati bir yere ulaşan Rusya’nın kendisi için ne denli tehlike olacağının bilinciyle karşı tedbir almaya çalışmış, bu meyanda, Hindistan yolu için son derece önemli bir stratejik konumu olan Kıbrıs’ı Rusya’ya karşı müştereken korumak önerisi ile Osmanlı Devleti’ne başvurmuştur. Savaştan henüz çıkmış olan Osmanlı Devleti bu öneriyi kabul etmek zorunda kalmış ve İngiltere bu maksatla 1878’de Kıbrıs’a çıkmıştır. Bunun karşılığında İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile imzaladığı Ayastefanos Anlaşması’nı hükümsüz kılmış, konuyu Berlin Kongresi’ne taşımış ve Osmanlı toprakları üzerindeki İngilizRus rekabeti farklı bir boyuta SÜRECEK C MY B C MY B ulaşmıştır. O ana kadar, takriben 100 senedir izlediği dış politika ile Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma siyaseti güden İngiltere, artık görmüş ve anlamıştır ki, Osmanlı Devleti’nin sonu gelmiştir ve ne yapılırsa yapılsın onu ayakta tutacak güç artık yoktur. Bu durumda Rusların güneye inmesini engellemek üzere arada tampon devletler kurmak gereklidir, o halde Kafkaslar’ı ve Doğu Anadolu’yu içine alacak büyüklükte bir Ermenistan kurulmalı, bu kuruluş İngiliz desteğinde olmalı, böylece kurulacak Ermenistan bağımsızlığını Rusya’ya değil, İngiltere’ye borçlu olmalıdır. Birer Türk dostu olan Palmerston, Salisbury, Disraeli gibi hükümetlerin dönemi artık geride kalmıştır ve şimdi Gladstone yepyeni bir politika ile Osmanlı’nın karşısındadır. Kısacası “bağımsız bir Ermenistan kurmak için” şimdi iki ülke yarış halindedirler ve işin aslı, Rusya muhtar bir Ermenistan’dan yana değildir; zira Ermeniler bu kozu İran Ermenistanı’nda Ruslara karşı kullanacaklardır. Rusya, Doğu Anadolu toprakları üzerinde bir Ermenistan’dan yanadır, kendi topraklarında değil. Böylece Osmanlı Devleti’ne başkaldıran Ermeniler, özellikle 18781914 yılları arasında müteaddit defalar Anadolu’nun çeşitli yörelerinde ayaklanmalar çıkarmışlar, büyük katliamlara girişmişler, bunu engellemek üzere üstlerine gönderilen meşru güvenlik kuvvetleriyle çatışmışlar, alınan her tedbiri “Türkler bizi katlediyor” şeklinde dış dünyaya yansıtmışlardır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle