23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 NİSAN 2008 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Yürekten mi Severiz Yoksa Beyinden mi? Prof. Dr. Cengiz KUDAY Yalnız Olmak Yok! “Bir yalnızlıkta duymak kendini...” Bir dize mi, bir çığlık mı? Yaşlanmak diye bir şey varmış! Bunu önceden biliyor muyduk? Zaman dalgalarında arada bir anımsasak da, çoğunlukla unutuyor olmak işimize mi geliyordu? “Yalnızlık Bana Yasak” demiştim. Bir kitabımın adıydı... Önce bunu bir ad olarak yaşattım. Gerçek dışı bir düş, bir şiirmiş gibi! Zaman olanca ağırlığıyla bir kez üstümüze üstümüze çöktü mü, şaşkınlık, bezginlik, umutlardan kopuş başlarsa!.. Cahit Sıtkı’nın dediği gibi: “Hayata beraber başladığımız / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir / Gittikçe artıyor yalnızlığımız” mı? Yollar, yazgılar değil yalnız, hastalıklar, ameliyatlar, sağlıklar, gözle görülen görülmeyen engeller... Kapatılmıştır duvarların ardına biri... Gitmişsindir, tellerin ardından hayal meyal görmüşsündür. Birlikte olmak istemişsindir. Gözyaşlarını tutmuşsundur, tutamamışsındır. Geçer gider mi, geçmiş, gitmiştir... İyi günler gelecek demişsindir. Gelebilmiş midir? Yılları saymak gerekmez! Kendi yaşadıklarını say, o yaşamın içindeki yerlerini, anlamlarını düşün... İşte İlhan, şu günlerde bir ameliyat masasında mı, kalplerdeki ince bağlar ne istemiş? Yoksa beyindeki sapasağlam, aydınlıklar içindeki bir dünya mı direniyor? Doğru için, güzel için... İlhan’ı düşündüm, Sami’yi, Naim’i, Naci’yi... Selçuk’u, Karaören’i, Tirali’yi, Fethi’yi!. Yarım yüzyıllık tanışları, dostları, kardeş bildiklerimi... Hepsi tek başlarına savaş vermekteler köşelerinde, yataklarında, evlerinde, hastane koğuşlarında... Daha başkaları da var, bildiklerim bilmediklerim... Bir yaşamın hesabını vermek zorunda olanlar... Cerrahpaşa, Çapa, Amerikan, Yücelen Hastanesi yataklarındaki kendimi zaman zaman yaşatırım, yaşarım. O anlarda kafamdan geçenleri... Ameliyat öncesi, sonrası. Köye gitmeliydim, gitmek özlemindeydim. Kopacağımı sanarak, beni dünyaya bağlayan o incecik tellerden! Ki onlara yaşamın günleri, dakikaları, anları diyoruz. Biri kopuverse diye içimiz titreyerek, ama onurla, şimdiki kendi varlığımıza güvenerek, sanki bir sonsuzluk bizi beklermiş gibi!.. Bak, İlhan Selçuk’u öldüreceklermiş! Hesaplamışlar, bedelini bile ayarlamışlar! Üçbeş kişidir onlar, aydınlığı karartmakla görevli sayan kendini... Uğur’u da, Cavit’i de, Kışlalı’yı da, Sabahattin Ali’yi de bilerek, isteyerek, parayla, parasız yok etmediler mi? Daha nicelerini... Daha da doymadılar, gizli hücrelerde, bataklarda, meydanlarda, toplantılarda, gizliaçık söyleşilerde, ölümü; öldürmeyi düşünenler hep vardı, hep de var olacak gibi... İlhan Selçuk, Sami Karaören, Naim Tirali, Fethi Naci, daha kimler yaşam savaşının kargaşasında! Ben de o umutla umudun çarpıştığı dönüm yerinde... Beklemek, ummak, düşlemekte... “Selam, sonsuzluğun aydınlık bahçesinden Selam, senelerce senelerce öteye... Hatırası, kalbe ışıklarla dökülen En sevgiliye, en iyiye, en güzele” diyen Ahmet Muhip Dıranas’ın dizelerinde yaşam direncini, özlemini, gücünü bularak... Y üzyıllar boyunca insan, zihni ve onun beyinle olan ilişkisi, hekimleri olduğu kadar filozofları ve şairleri de ilgilendirmiştir. Bu konuda bir nöroşirürjiyenin bakış açısı ise doğal olarak beyin hastalıklarının teşhis ve tedavisi ile dolu geçirilen her bir günün zaman içinde oluşturduğu bireysel deneyimlerin ışığında olacaktır. Her yeni günü hep yeni hastalar anlamına gelen rutin pratiğimiz boyunca bilinç seviyesinin çeşitli derecelerde bozulduğu sayısız durumla karşılaşırız; beyin ve zihnin hastalıkta olduğu kadar iyileşme sürecinde de nasıl birbirine paralel durduğuna hep tanık oluruz. Fakat beynin hangi yapısı, hangi bölgesi zihnimize aittir ve bütün zihinsel fonksiyonlarımızdan sorumludur, işte bu soruya bugün henüz mutlak bir yanıt verilebilmiş değildir. Hareket, görme, işitme, dokunma, konuşma ve başka birçok beyin merkezinin yerlerini biliriz, ancak bütün bunların mükemmel bir koordinasyonu tam olarak nerede oluyor ve belleğimizle işbirliği içinde bizim zihnimizi oluşturuyor, bunu henüz gösteremiyoruz. Sözünü ettiğimiz merkezler tanımlanmış fonksiyonların ortaya konmuş yapılarıdır, ne yazık ki zihnimiz söz konusu olunca varlığından hiç kuşkumuz olmayan bir işlevin hayat bulduğu yapı bu denli ortaya konamamaktadır. Tarih boyunca zihnin beyinden ayrı bir yere yerleştirilmesi, yani bütün bu tarihi ikilem de sanırım bu sisli çizgide doğmaktadır. Sherington şöyle der: “Düşünceler, hatıralar ve duygular tarafından anlam kazandırılan zihnimizi bütün diğer fiziksel şeyler gibi onlarla aynı sınıfa sokmak çok zordur.” Antik çağlardan günümüze filozoflar insan zihninin doğasına ve bellek ile olan yakın ilişkisine ilgi duymuşlardır. Aristo’ya göre kalbimiz bütün duyularımızın ve duygularımızın merkezidir. Ve bu inanç günümüze kadar süren öylesine derin bir etkiye sahiptir ki kalben teşekkür etmek ya da kalben inanmak gibi deyimler bu inanışın uzantılarıdır. Oysa Hipokrat, Aristo’dan çok önce kalbin düşünebilen bir organ olmadığını, mutluluk ve bunun ifadesinin de, üzüntülerimiz ve gözyaşlarımızın da yalnızca beynimizden kaynaklandığını, beynimiz yolu ile düşündüğümüzü, gördüğümüzü, işittiğimizi, güzeliçirkini, iyiyikötüyü ayırt edebildiğimizi söylemiştir. Yüzyıllar sonra bu kez Decartes, düşünmeyi vücuttan ayrı etkinlik olarak tasavvur etmiş, zihni beyinden ve vücuttan ayıran dualist kavramını geliş tirmiştir. Oysa bugün su götürmez biçimde biliyoruz ki vücut ile zihin birbirlerinden öyle keskin sınırlarla ayrılmıyor. Akıl yürütmek gibi, ahlaki yargılarımız gibi, fiziksel acılarımız ya da duygusal karmaşamız gibi zihnimizin en incelikli işlemlerini biyolojik organizmamızın yapı ve işleyişinden ayrı tutmamız olası değil. Vücutla beynin bütünlüğü, fiziksel ve sosyal çevreyle tamamen etkileşim halinde insan zihnini oluşturmakta ve duygularımız da bu oluşum içindeki vazgeçilmez yerini almaktadır. Nasıl ki düşünmek ve hissetmek bize var olduğumuzu hatırlatıyor ise işleyen bir organizmamız olmadığında da zihnimizin bütünlüğü söz konusu olamıyor. Beynin işlevlerini düne göre çok iyi bildiğimiz bugün, kalbin yalnızca pompa olduğu düşüncesi de o derece yalınkat kalıyor. Biz elbette yürekten sevmeyi de, yürekten teşekkür etmeyi de sürdüreceğiz ve kimi zaman kalbimiz kırılacak ve kalpsizlikle suçlayacağız kalbimizi kıranları… Sözünü ettiğimiz kalbin anlamı ise yalnızca “teşbih” olmaktan çok öte, yüzlerce yıl öncesinden günümüze ulaşan insani inançlarımız. Kaynaklar Philosoph of Neurological Surgey AANs Publications Committee, Issam A. Awad, M. D. Editör Descartes’ın Yanılgısı, Antonio R. Damasio İleri mi Geri mi? Sevgi ÖZEL inlerce üyesi olan kitle örgütlerinin, “akıllı” sanılan birilerinin toplum önderlerine yaptığı “Geri adım atın” çağrısını şaşırarak izliyoruz. “Geri” sözcüğünün sözlüklerde pek çok anlamı bulunuyor; türevlerini “geri”li söz öbeklerini de hesaba katar ve yaşananlara bakarsanız, epeydir “geri”mizle ilgili ciddi sorunlarımız var. Yanlış anlaşılmasın; kimi olay, oluşum ve durumların gizlenen, görünmeyen yanıyla, daha doğrusu “gerisi”yle ilgili sorunlarımız büyüdükçe büyüyor. Kitle örgütleri, “Beş yıldır sabrettim” diyen kişiye, niçin “geri çekilmeyi” öneriyorlar; bunu anlamak olanaksız. Adamcağız, “Geri adım atmam” diyor; çok da haklı; atmasın ayrıca. Bir Cumhuriyet okurunun söylediği gibi, “Nasıl atsın; geride adım atacak yeri mi kaldı?” Peki, neden kimse “geri”nin karşıtı olan “ileri”ye adım B atmayı önermiyor? Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet” hedefinde “geri”nin izi tozu var mı? Kuşkusuz yok; ama bize öyle geliyor ki, egemenliği sandık ve parmak hesabıyla karıştıran birileri, “muasır medeniyet”i, henüz haritada yerini bulamadıkları “meçhul bir ülke” sanıyorlar. Belki de ülkemizle uzak yakın ilgisi, ilişkisi olmayan yerlere bile koşturup durmaları “muasır medeniyet” arayışı yüzündendir; çoğunlukla “geri”ye baktıkları için “muasır medeniyet”in ne olduğunu kestirememeleri, yerini yurdunu bulamamaları da doğaldır. Peki, halka sürekli “muasır medeniyet”ten söz edip dururken “muasır medeniyet”ten ya da “Batı”dan yalnızca ahlaksızlığın alındığını duyurmanın “sağduyu” ile bağdaşır bir açıklaması olabilir mi? Bu nedenle son zamanlarda “geri adım atma”yı, “sağduyu” ile bağdaştırarak “uzlaşma” çağrısı yapanları anlamak da olanaksız. Politikacılar, yıllardır halkın sağduyusuna güvendiklerini söyleyip dururlar; eğitim olanakları kısıtlanan, inancı kullanılan ya da inancının kullanılmasına fırsat veren bir halkın sağduyusuna güvenen politikacıları “dürüst, güvenilir” kişiler olarak tanımlayabilir miyiz? Sağduyu; doğru ile yanlışı birbirinden ayırma, doğru yargılama gücüdür. Çoktandır yokluk ve yoksunluk içinde bunaltılan halkın, böyle bir gücü var mı? Doğrusu, “akil” bilinen kişi ve kurumların; yıllardır olup bitenleri, özellikle son altı yılda yaşananları görmezden gelerek “geri adım atma, sağduyu ve uzlaşma” gibi kavramları gelişigüzel kullanması, var olan karmaşa ortamını biraz daha karıştırıp karanlıklaştırmaktadır. Herkes elini yü reğine bastırıp bir dakika düşünmelidir; ödün vermeden uzlaşmak olanaklı mı? Ödün vererek uzlaşma aramak, “geri adım” atmayı türbanlayarak “iyi, doğru” bir davranış olarak satmak değil mi? Geriye baka baka, geri adım ata ata bugüne gelmedik mi? “Türkiye mantığını yitirmek üzere” diyen İlhan Selçuk haksız mı? Çok değil, 3040 yıl önce “erdem”i yasaklayanlar “fazilet”i öne çıkardılar; “gönenç”e uydurukça deyip “refah”ın yolunu açtılar; halkı kendi diliyle düşünmesi, olup bitenleri anlaması, sorgulaması için özgür bırakmadılar. Özgürlükler kısıtlanırken “özgürlük”ten; Türk Devrimi eğitimin özünden kazınırken “devrim”den korktular; korkuttular. “Geri”nin, gerimizden dolanıp “ileri”nin üzerine çullanmasına göz yumanlar, “Devrimciyim!” diyenin canına okunurken uzakgörüşlü olamadılar; suskun kaldılar. Tarikat, ticaret ve siyaseti harmanlayan politikacı, aklın ve bilimin öncülüğünden uzaklaştırdığı halkı sağduyulu olduğuna inandırdı; sağduyulu olduğuna inanan halk, inançlarının kullanıldığının ayrımında olamadı; ileriye bakamadı. Şimdi “fazilet ile refah”ı boş vermiş görünenlerden geri adım atması isteniyor; atmazlar! Niçin atsınlar; devletin kılcal damarlarına dek inmeyi ileri adımlarla mı başardılar? Uzlaşmayı, sağduyulu davranmayı “darbecilik” sanan anlayış, bırakın geri adım atmasın, daha da gerisine gitmenin yararı kime? Çıkın sokağa ve görün geri adım ata ata gelinen noktayı; Mustafa Kemal Türkiyesi’nin kızlarına, çocuklarımıza yakıştırılan yeri, konumu, kılık kıyafeti görün! Görün de “geri”nin yerine, bütün koşulları, olmazsa olmazlarıyla “ileri”yi önerin, gösterin! Çünkü biz, dedelerimizden ninelerimizden daha ileri olmak zorundayız; çünkü biz bugünkü çatışmanın, çağdaş uygarlıkla sorunu olanlardan kaynaklandığını biliyoruz! Öyleyse soralım, nereye yönelmeliyiz; geriye mi, ileriye mi? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle