09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
13 MART 2008 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA 17 Yöklük YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın kendine danışman yaptığı Mahmut Atay’ın diplomalı bir imam olduğunu biliyor musunuz? Ya ğ m u r E k i m Yargı türbana dur demiş... “Ulema da yargıya dur diyecektir inşallah!” İKTİDARA geldiğinden beri AKP’yi destekleyen ve RTE’ye toz kondurmayan eski ve kıdemli solculardan Tahran Erdem, itiraf ediyor. Darısı öteki liboşların başına: “Başbakan’ı demokrasi ve AB’ye üyeliğinde samimi buluyor, eksiklerini çalışkanlığının örttüğüne inanıyordum. Sorunların üstüne kararlılıkla, cesaretle yürüyordu; kadrolaşma iddiaları demokrasinin ilk yıllarından bugüne sürüp gelmekteydi; yolsuzluk söylentileri herkes için çıkarılmıştı, kendimi kandırmışım! Şimdi geldiğim yeri özetleyeyim: Başbakanımız demokrasi karşıtı güçlerle ittifakta sakınca görmemektedir! Onun bu güçleri etkisiz bırakmaya ne niyeti, ne iradesi, ne de kararı vardır; O demokrasiyi diktaya dönüştürecek gelişmeleri körüklemektedir! Adını koyarak konuşalım: Az ya da çok laiklikten sapma, demokrasiyi tahrip eder. Bir tip virüs var ki, o girerse, bilgisayarınızı ve içindeki DÜZ ÇİZGİ ÜMİT ZİLELİ Erdoğan Diyarbakır’da Kürt paketi açacakmış. Operasyonlu mu operasyonsuz mu? Nonoş Nail Muzaç: “Gözümüz aydın. Pensilvanyalı Fetoş’tan sonra nur topu gibi bir fetvacımız daha oldu; Atinalı Bakoş!” dosyaları kurtaramazsınız. Laiklikten ufak bir sapma o tip virüse benzer. İki ay önce devlet hayatımıza virüsün ölümcül olan tiplerinden biri girdi! Başbakan’ın laikliğin sonunu getirecek akımlar hakkındaki anlayışı son türban olayında ortaya çıktı. Emek, can ve yurt vererek iki asra yakın süredir geliştirmeye çalıştığımız demokrasimizin kalbine girerek Cumhuriyet hükümetini denetim altına alan ölümcül virüsü Başbakanımız görmezliğe geliyor. Tehlikeyi görmemesi olanak dışı olan Başbakan’ın, bu konuya hiç değinmemesini, işlerinin çokluğuna bağlayamayız. Başbakan tehlikeyi görmemekte midir; yoksa tehlikeyi önemsememekte midir? Sanıyorum ikisi de değil, Başbakan benim tehlike dediğimin ne olduğunu gayet iyi bilmektedir; İtiraf tehlikenin gücünü küçümsemekte değil büyüklüğünü bilmektedir. Benim tanımım şudur: Başbakan laikliği ve demokrasiyi yıkacak olan gücü tanımaktadır ve maalesef tanıdığı o güce teslim olmuştur. Bilmediği şey, teslim olduğu gücün, demokrasinin son kuralları ortadan kaldırılmadan önce, bugünkü iktidarı yıkacağı, ağır biçimde itham ederek cezalandıracağıdır. Laikliği yok edecek bir yola girildiği, iktidarın bunu tehlikeli bulmadığı, bu gidişin demokrasimizi yıkacağı, Başbakan’ın laiklik karşıtı güce teslim olduğu iddialarımın yanlış olmasını kimse benden fazla isteyemez! Milyonlarca insanın şu ya da bu biçimde paylaştığı bu iddialar geçersiz görülüyorsa, yanlışlığı ortaya koyacak yüzlerce araç vardır, bunların hiçbiri kullanılmamaktadır! Bu durumu, Başbakan’ın teslimiyeti dışında bir nedenle yorumlayamıyorum.” Kısasa Kısas!.. Tayyip Bey daha ne söylesin?.. Kafasındaki Türkiye şablonunu daha açık nasıl anlatsın?.. Değişmediğini, değişmeyeceğini, aksine çok daha kararlı olduğunu daha nasıl ifade etsin?.. Üstelik gizli kapaklı filan da değil; parti toplantısında, kameraların, mikrofonların ve de halkın önünde!.. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Uşak’ta “Af yok mu?” diye soran yurttaşa kürsüden aynen şu yanıtı vermedi mi: Devlet katili affetme yetkisine sahip değildir. Affetme yetkisi maktulün (kurbanın) varislerine aittir... Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin; Tayyip Bey, bundan daha açık nasıl anlatabilirdi düşüncesini, özlemini, hayalini, ulaşmak istediği hedefi?!.. Hele bu cümleyi iyice açıklığa kavuşturmak, sözlerini iyice pekiştirmek için söylediği “Öyle olması lazım” vurgusu da cuk oturdu bence!.. Tayyip Bey’in Uşak’ta haykırdığı bu düşüncenin ait olduğu bir hukuk sistemi var tabii: Şeriat hukuku!.. Ortaçağın bile gerisinde kalmış bu sistem halen Suudi Arabistan’da uygulanıyor örneğin... Adı da var: Kısasa kısas!.. Tayyip Bey, kısa kesmeyip birkaç cümle daha sarf etseydi, “kan parası”ndan da bahsedecekti kuşkusuz... Öldürenin, ölenin ailesine verdiği yüklü paraya verilen isimdir bu, şeriat düzeninde... Aile verilen parayı yeterli bulursa katili affedebilir, devlet karışamaz!.. Tayyip Bey’in, Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği kabile düzeni sistemi işte budur: Kısasa kısas hukuku!.. ??? Böyle bir düzende yargıya da, savcıya da avukata da ihtiyaç kalmıyor doğal olarak; her şey kabile üyeleri, pardon yurttaşlar arasında hallediliyor!.. Sevgili Hasan Pulur, dün Milliyet’teki yazısında, “Bari oldu olacak, hâkimin yanına bir müftü verelim, duruşmaların, kararların şeriata uygun olup olmadığını denetlesinler” diyordu... O da olacak Hasan Abi, o da olacak!.. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, daha birkaç gün önce Danıştay’ın din dersiyle ilgili olarak “hukuka uygun değil” kararı vermesini eleştirirken ne diyordu: Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görüş alındığını zannetmiyorum... Tayyip Bey, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türbanla ilgili kararını verdiği zaman köpürmüş, “Ulemaya sordular mı” demişti. Diyanet İşleri Başkanı böylece Başbakanı’nın bir adım önüne geçmiş, “fetva düzeni” oluşturulmasını resmen istemiş oldu!.. Gördüğünüz gibi, oyun artık açık oynanıyor!.. ??? Tayyip Bey, tarihe geçmesi gereken Uşak konuşmasında, bir konuyu daha açıklığa kavuşturdu; hedeflenen düzenin önemli bir ayağını daha hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde ortaya koydu: En az üç çocuk doğurun!.. Pekii, bu yoksulluk, bu işsizlik ortamında nasıl bakacaktı aileler çocuklarına? Tayyip Bey için gayet kolaydı çözüm: Allah rızkını verir!!! Tayyip Bey bol keseden “rızk” dağıtırken, KESK’in işsizlik araştırması yayımlandı; buna göre Türkiye’de işsizlik yüzde 16’ya ulaşmıştı. Açlık sınırı yapılan hesaplamalara göre 694 YTL’ydi. Dört kişilik bir ailenin yalnızca en temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri yoksulluk sınırı ise 2 bin YTL’yi çoktan geride bırakmıştı!.. Ve ülkenin başbakanı hâlâ “rızk”tan söz edebiliyordu... Ben size “rızk”ın Türkçesini söyleyeyim: Sadaka ekonomisi!.. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın pençesinde her türlü değerini ve düşünme yeteneğini yitirmiş, partinin yaptığı gıda ve yakacak yardımlarıyla yaşayabilen ve bunun karşılığında yalnızca seçimden seçime oy vermekle yükümlü bir topluluk yaratmak... Düşlenen şeriat düzeninin açılımı budur!.. e posta: umitzileli?gmail.com SESSİZ SEDASIZ (!) Kıvrıkoğlu, Özkök ve irtica mücadelesi ESKİ Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, kendi dönemindeki Kara Kuvvetleri Komutanı Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmasını istemediğini açıkladı. Gerekçesini de “İrtica ile mücadele için daha iyisi gelmeliydi” diyerek ortaya koydu. Bunun üzerine Kıvrıkoğlu’nun yerine Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök “Benim dönemimde irtica ile başarılı bir mücadele yapıldığını düşünüyorum. O onun düşüncesi ise, bu da benim düşüncem” dedi. Aslında Özkök, irtica ile mücadele konusundaki düşüncelerini Kara Kuvvetleri Komutanlığı sırasında ortaya koymuştu. Galiba, Kıvrıkoğlu’nun çekincesi de bu sırada ortaya çıktı. Çünkü Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı olunca, irtica odakları ile ilişkisi olan subay ve astsubayları saptamakla görevli birimi etkisiz hale getirmişti. ABD’de tedavi edilen tarikatçının Özkök’ü daha sonra başarılı bir Genelkurmay Başkanı olarak değerlendirip takdir etmesi de boşuna değildi. Hilmi Özkök’ün etkisiz hale getirerek kaldırdığı Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki birim, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızmaya çalışan veya sızıp da faaliyetini sürdüren irtica odaklarını izliyordu. Bugün “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni incitmek istemem” diyen Özkök’ün, Türk askerlerinin başına ABD tarafından çuval geçirildiğinde neden incinmediğinin de tartışılması gerekir! Kafa Nami Tepe: “Denizli’de at heykelinin cinsel organını küçültmüşler. Kafa kılından etkilenen at kafa.” Uçkur Muhsin Salman: “İple türban, türbanla don birbirine karışınca tek çıkış yolu çocuk yapmakmış. İnanmayan ulemaya sorsun!” GDO Gerçeği ve Tarımımız SADIK ÇELİK* GDO, Türkçe açılımıyla Genetiği Değiştirilmiş OrganizmalarTürkiye’de yeterince masaya yatırılmayan, enine boyuna ve derinlemesine tartışılmayan bir mesele. GDO’lar nelerdir, gündelik hayatımıza nasıl girmektedirler, bunları nerelerden hangi yollarla bilerek ya da bilmeyerek nasıl satın alıyoruz ? Bunlar halk sağlığı konusunda masumlar mı yoksa henüz görünmeyen etkileri olacak mı? Bugün bütün dünyada tartışılan GDO’ların kullanımı için üreticiler ve tüketiciler olarak nasıl bir yol izlemeliyiz? Bütün bu soruları yanıtlayabilmek için en başta kamuoyunda kullanılan tabiri düzelterek giriş yapmakta yarar var. Kamuoyunda şöyle bir ifade kullanılıyor, “Türk tarımında GDO’nun kullanımı”. Hayır, bu ifadenin kullanımı doğru değildir. Bu ifade “Türk tarımında GDO’lu tohumla üretim” şeklinde değiştirilmelidir. Bu ifadenin kullanımının düzeltilmesi aslında atmamız gereken ikinci adımdır çünkü ilk adım bu tür ürünlerin üretiminin yapılabilmesi için GDO’lu tohumun üretilmesidir. Sonraki adım, üretilen bu tohumlarla Türk çiftçileri tarafından ekim yapılması ve ürün elde edilmesi olacaktır. Bu durumda şu an zaten tükettiklerimizi ithal etmemize gerek kalmayacaktır. Maalesef, şu an ülkemizde kullanılan GDO’lu ürünlerin üretimi de yabancılar tarafından gerçekleştirilmektedir. Çünkü biz bilimsel ilerleme anlamında hazırcıyız, yavaşız, bilime ve teknolojiye yeterince yatırım yapmıyoruz. Deneye, araştırma ve geliştirmeye bütçe ayırmayı nedense gereksiz buluyoruz. Sanayinin ve tarımın ihtiyaçları ile üniversitelerin akademik birikimini bir araya getirmekte zorlanıyoruz. Halbuki, Batı dünyası ile aramızdaki 300 yıllık farkın nedeni tam da bunlar; ama biz yine de gereğini yapmamakta ısrar ediyoruz. Örneğin İspanya, İtalya, Portekiz, Yunanistan’a baktığımızda 1980’e kadar bu ülkelere oranla GSMH’miz daha fazla olmasına rağmen bugün bu ülkeler bizim önümüze geçmiş durumdalar. Yukarıdaki bahsettiğimiz global gerçeklerin ışığında GDO’lu ürünlere Türk çiftçisinin gözünden bakmaya çalıştığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: İspanya, şu anda GDO’lu tohum ekiyor ve kullanıyor çünkü en az 1520 yıldır AB ile uyumlu biyogüvenlik mevzuatını oluşturmuş ve bu mevzuat sayesinde üretim yapabiliyor. Biz on yıldan beri biyogüvenlik mevzuatını oluşturamamışız. Biz ülke olarak bir taraftan GDO’lu tohum üretimini yasaklamışız diğer taraftan tonlarca GDO’lu mısırı, soyayı, pamuğu (yağlık ve yemlik pamuk çekirdeğini), kanolayı ithal ediyoruz. Böyle bir durum karşısında bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demeden edemiyoruz. Hal böyle olunca o zaman Türk çiftçisi, sanayicisi ABD; İspanya, Hindistan, Çin, Arjantin, Brezilya dahil en az 25 ülkenin çiftçilerine neden mahkum ediliyor diye sormak zorunda hissediyoruz kendimizi. GDO kullanımı mevzuatımıza uygun olmadığı için veya sağlık açısından doğuracağı riskler henüz belirsiz olduğu için yasaklanıyorsa, o zaman bu ürünlerin ithalatını da durdurmalıyız. Yok eğer kullanımında bir sakınca yoksa ve örneğin zirai ilaç kullanımını yüzde 40’a varan oranlarda azaltıyorsa, tarımda verimliliği arttırıyorsa, tarım zararlarına karşı avantaj sağlıyor ve doğanın kimyasallarla kirletilmesinin bir oranda önüne geçebiliyorsa, o zaman bunları dışarıdan alacağımıza üretimlerini kendi çiftçimiz tarafından Türkiye’de gerçekleştirmeli ve Türk çiftçisini mağdur etmemeliyiz. Fakat, bu konuya bir de toplum sağlığı ve doğanın dengesinin korunması açısından bakmamız gerekiyor: GDO’lu tohumlar mısır, pamuk, pamuk çekirdeği, soya, kanola gibi birçok ürünün yetiştirilmesinde kullanılıyor ve hayatımıza A’dan Z’ye giriyorsa ki giriyor. Bütün bu ürünleri ithal ediyoruz ama hayatımıza etkilerinin boyutlarını tam olarak bilemiyoruz. Çünkü bu ürünlerin kullanımı henüz çok kısa bir geçmişe dayanıyor. Sağlığımızın üzerindeki ve doğanın dengesi üzerindeki etkilerini bundan bir 10 yıl sonra çok daha net olarak görebileceğiz. Bu ürünlerin doğrudan kullanımının yanı sıra aynı zamanda bu tarım ürünlerinden üretilen yağların, glikozların kullanımı veya yine bunlardan elde edilen havyan yemleri ile beslenen hayvanlardan üretilen et ve süt ürünlerinin tüketimi dolayısı ile de sağlığımızı bire bir etkiliyor olması madalyonun görülmeyen diğer tarafı. Ayrıca tüketici haklan açısından da bakıldığında, satın aldığımız ürünlerin hangilerinin GDO olduğunu hangilerinin olmadığını bilmemizin pek bir yolu gözükmüyor çünkü üzerlerindeki etikette ya da ambalajlarda ya böyle bir ibare hiç yer almıyor ya da okunamayacak kadar küçük olarak yer alıyor. Bunları da göz önüne alınca ve doğanın dengesini de bozduğumuz düşünülünce, GDO’ların toplum sağlığına etkisinin ne büyük boyutlarda olabileceğini hatta genetiği değiştirilmiş bu ürünlerin bizim de genetik mutasyonumuza neden olup olmayacağını düşünmeden edemiyoruz şimdilik. Dolayısı ile GDO’lu ürünlerin üretimi ve ithalatı ile ilgili olarak en kısa zamanda milli bir politika belirlenmesi gerekiyor. Böylece hem Türk çiftçisi haksız rekabete kurban edilmemiş olacak hem de GDO’lu ürünlerin kullanımından doğan ve henüz etkilerini net olarak bilmediğimiz ama yakın zamanda kendini gösterebilecek olan sağlık riskleri önlenebilecek ya da bu süre zarfında GDO’lar üzerindeki şüphe kalkacaktır. Yeter ki bilimin önünü açıp yeterli katkıyı sağlayalım. Zaten biz de bu yazıyı hazırlarken olaya kendi ölçeğimizde bir bakış açısı getirmeye çalıştık, aslında bu konudaki son söz tabi ki genetik, kimya gibi dallarda uzmanlaşmış bilim adamlarına düşer. Biz de bu konuda haddimizi aştıysak özür dileriz, biliriz ki bilimsiz yolun sonu karanlıktır. *Keyveni Catering Yön. Kur. Bşk KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak?yahoo.com.tr ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci?mynet.com BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN HARBİ SEMİH POROY HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 13 Mart www.mumtazarikan.com 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1/ Bursa yö1 resine özgü bir peynir 2 cinsi... Ey 3 lemleri olumsuz yapmakta 4 kullanılan ek. 5 2/ Değirmen 6 lerde, taşla 7 kasnak arasında kalan 8 ve hayvan ye 9 mi olarak 1 2 3 4 5 6 7 8 9 kullanılan un... 1 K A R T E P E P “Çalma, hırsızlık” 2 U U L S Ö K E L anlamında argo sözR A cük. 3/ Tümör... Ka 3 R A H M E T S İ F İ L İ S şındırıcı bir deri has 4 T K E S E talığı. 4/ Boynuzu 5 İ M A L B nun biri kırık hay 6 K A T A L A K D İ N A R D O van... Kesinlikle 7 uyulması gereken 8 T Y EME N İ Kuran ve hadis hü 9 E N E Z E İ MA kümleri. 5/ Ortodokslarda, tahta pano üzerine yapılmış her türlü dinsel resme verilen ad... Tavlada “üç” sayısı. 6/ Kayısı, elma, armut gibi meyvelerin kurutulmuşu... Ekolojide, bir canlının varlığını sürdürebildiği yaşama ortamının en küçük birimi. 7/ Evcil bir geyik... İstanbul’un bir ilçesi. 8/ Kırgızların ünlü destanı... Bir çoğul eki. 9/ İlave... İstenilen sonuç, verim. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Tembel, miskin... Kuzu sesi. 2/ Bir bölgenin yakın yerlerini kapsayan sınırlı bölümü... Pirinç ve şekerkamışından elde edilen bir tür rakı. 3/ Kale hendeği... Bir mantarla bir suyosununun ortak yaşamıyla ortaya çıkan bitkilerin genel adı. 4/ Sırtta taşınan yük... Gözü kapalı inanılan düşünce; dogma. 5/ Bilgisayarda, üzeri tıklanan küçük simgelere verilen ad... Selenyum elementinin simgesi. 6/ Yağmur suyunun biriktiği çukur yer... Duvar içinde bırakılan oyuk bölüm. 7/ Batı Avrupa’da bir ırmak... “Mercanköşk” de denilen, güzel kokulu bir saksı bitkisi. 8/ Tarım bitkilerine ve orman ağaçlarına büyük zarar veren bir böcek... Libya’nın plaka imi. 9/ Sözcük türetmek ya da sözcüğün görevini belirtmek için kullanılan biçim verici ses... Yemiş, meyve, ürün. CUMHURİYET 17 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle