02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 ŞUBAT 2008 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Siyasette Erdem ve Vicdan Helmut Schmidt: “Dinini kendi iktidar hırsının aracı yapan her politikacıya, her hükümet ve devlet başkanına karşı kuşku duy. Öbür dünyaya yönelik dinini bu dünyanın politikasıyla karıştıran her politikacıdan uzak dur.” PENCERE Liberal Kişi Dinciye Karşıdır... Bir süreden beri ‘liberaller’ sözcüğü havada uçuşuyor... Ortada parti marti yok... Politikacı molitikacı da yok.. Ne var?.. Büyük medya gruplarına yan gelmiş köşeciler ya da üniversitelere postu sermiş “seçkinciler” var... Garip bir liberalizm havası basılıyordu... Şimdi diyorlar ki: AKP ile liberaller arasındaki ortaklık bitti... Peki, TÜSİAD patronları ve Doğan grubuyla iktidar partisi arasında sürtüşme başlayınca “liberaller” ne yapacaklardı?.. ? Martin Luther, Hıristiyanlık Avrupası’na 15’inci yüzyılda gözlerini açmış... Dinde ‘Reform’ 16’ncı yüzyılda başlıyor... Rönesans aynı yüzyılda İtalya’da uç veriyor... Laiklik?.. Aydınlanma?.. Demokrasi?.. 18’inci yüzyıl... Liberal Parti İngiltere’de bu temeller üzerinde yükseldi... Ne zaman?.. 19’uncu yüzyılda... Aydınlanma gerçekleşmişti... Liberalizmin felsefi temeli dinci devlet düzenine karşıdır... ? Bizim Türkiyemizde ise garip bir azgelişmişlik olayı yaşadık... ‘Liberal’ diye anılan kimileri, takıyyeci ya da dinci diye bilinen kimileriyle ortak bir politikada uyuştular... Vakit ve saat kaç?.. 21’inci yüzyıldayız... Gerçek bir liberal, bir dinci politikacıyla nasıl uzlaşabilir?.. Demokrasi tarihine, liberalizmin felsefesine, ideolojisine, siyasetine aykırı bir çıkar ortaklığıydı bu... Ya da gerçeklikten uzak bir sanal politikaydı... ? Liberalizmin tarihsel anlamını ve bugünkü işlevini düşünüp tartarak ‘liberal’ sözcüğünü kullanmak gerekir... Amerika’nın neoliberalizmi Türkiye’de ekonomik açıdan ‘komprador kapitalizmi’ne dönüştü... Siyaset açısından da dinciliğin kuyruğuna takılan neoliberalizm ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ne omuz veriyor... Peki, şimdi bu süreç noktalandı mı?.. ? ‘Dinci toplum’ 19’uncu yüzyıl siyasal liberalizminin bile içine sığabilecek düzen değildir... Dincilerle işbirliğine girenler zaten ‘liberal’ kavramına ters düşüyorlardı... Son olaylar bu gerçeği anlamaya yeterli olduysa yararlı sayılabilir... Aydınlanmamış ve laikliği benimsememiş bir toplumda siyasal liberalizmi düşünebilmek için çok hayalperest olmak gerekir... Kosova ve Kıbrıs ESKİ Yugoslavya’nın Sırbistan’a bitişik özerk bölgesi de bağımsızlığını ilan etti ya, dışta ve içte bir soru yağmurudur gidiyor. Dıştaki sorular hayli kritik ve neredeyse bütün ülkeleri ilgilendirecek kadar genel: Kosova’nın bağımsızlığı devletin rızası olmadan ülkelerin bir bölümü kendiliğinden ayrı bir devlete dönüşüp ülkeden kopabilir mi? Ya da başka bir devlete eklenebilir mi? Avrupa’da İspanya’nın Katalonya ve Bask bölgeleri, Yunanistan’ın Güney Makedonya, Epir ve Batı Trakya’sı, Fransa’nın Korsika’sı falan?.. Aynı konu Endonezya’dan Nijerya’ya kadar bir yığın başka ülkeyi de ilgilendiriyor. çteki sorular, daha çok, Kıbrıs sorununu ve Türkiye’nin o konudaki devlet politikasını tam sezememekten kaynaklanmakta: “On yıllık bir geçmişi olan Kosova sorunu bağımsızlıkla sonuçlandı da Kıbrıs sorunu niçin sürüncemede” diye soranlar, KKTC’nin 15 Kasım 1983’te ilan edildiğini ya bilmiyor ya da unutuyorlar demektir. Orada sorun, bağımsızlık değil, bağımsızlığın tanıtılamamış olmasıdır. Bunun asıl temeli de Ankara’da ve Kuzey Lefkoşa’da böyle bir iradenin yokluğudur. Ankara’daki iktidar ve Dışişleri’nin bir kanadı tanıtma çabasına girişmenin AB’ye tam üyelik beklentisine zarar vereceğini ve iplerin büsbütün kopmasına yol açacağını düşünmekte. Kıbrıs’ın kuzeyini şimdi yönetmekte olanlar da, bağımsızlığı tanıtmak şöyle dursun, ondan vazgeçip Güney’e yamanarak Türkiye’siz bir AB’ye bir an önce girme telaşı içindeler. sıl sorun da budur zaten: Kıbrıs konusunda tutarlı bir devlet politikasının sürdürülememiş olması. “Var mıydı da sürdürülsün?” diyenler çıkabilir. Oysa KKTC’nin ilanından beri yaşananlar, özde kalıcı olabilecek tek çözümün yan yana ve barış içinde yaşayabilir “iki devlet” biçiminde özetlenmesi gereğini ortaya koymuştur. Federe ya da konfedere değil, birbiriyle bağlantılı olmayan bir Türk devleti ile bir Rum devleti. Ankara bu kanıya çoktan varmıştır, ama onu böylece ve açıkça ilan edip savunmaya cesaret edememektir sorunu sürüncemede bırakan. Böyle bir tutum eksikliğinin özüne inildiğinde şu gerçek ortaya çıkar: Kıbrıs konusunda sivil ve askeri cenahlar arasındaki uyum bozulmuş, KKTC’deki yönetim de bundan yararlanıp Türkiye’den kopuk bir çizgi izleme fırsatını bulmuştur. Buna bir de Güney’deki iktidar değişikliğinden yararlanıp, Annan Planı’na geri dönüp AB’ye sığınma hevesi de eklenebilir. Kıbrıs uğruna çok sıkıntıya katlanmış olan Türkiye, bütün bunlara seyirci kalmak lüksüne sahip değildir. Yüksel PAZARKAYA übingen Üniversitesi’nin ünlü ilahiyatçısı Prof. Dr. Hans Küng, doksanlı yıllardan beri “Weltethos” (Dünya Erdemi) başlığıyla dinler arası karşılıklı saygı, anlayış ve barış diyaloğunu sürdürüyor. 2007 Mayıs’ında Tübingen’de gerçekleşen toplantıdaki konuşmacılardan biri, Almanya’nın eski sosyal demokrat başbakanı Helmut Schmidt idi. Güncel kamuoyu araştırmalarında Almanya’nın en bilge kişisi sorusunda olduğu gibi, hangi politikacıyı bugün iktidarda görmek istersiniz sorusunda da yüzde seksenle birinci sırada gelen Helmut Schmidt doksan yaşından gün alıyor. Aynı zamanda Avrupa’nın en saygın haftalık gazetelerinden DIE ZEIT yayıncısı ve yazarlarından biri. Onun Tübingen konuşmasında irdelediği siyasette erdem ve vicdan konusundaki saptamaları bütün siyasetçiler için geçerli olması gereken ilkeler içeriyor. Türkiye’nin, bu ilkeleri hiçe sayan politikacılar yüzünden, içine düştüğü gerilimli ortamda belki siyasi erdeme dönerek, yumuşamaya katkısı olabilir. T İ Din ve politika İç siyasetteki ve siyasi yazarlıktaki deneyimlerine dayanarak konuştuğunu belirten Helmut Schmidt, konu üzerinde düşünmeye başlamasını, dindar bir Müslüman diye tanımladığı Enver es Sedat’a borçlu olduğunu dile getirdi. Schmidt, ilk kez, dostum dediği Sedat’tan, Museviliğin Eski Ahid’i (mezmurlarda), Hıristiyan İncil’i (dağ va’zında) ve İslamın Kuran’ında (dördüncü surede) aynı ortak barış çağrısı olduğunu, çeyrek yüzyılı aşkın bir süre önce işittiğini söyledi. “İlerlemiş yaşımda kendi ana babamın, kardeşlerimin ve birçok arkadaşımın ölümüne tanık oldum; ama Sedat’ın bağnaz dinciler tarafından katli beni hepsinden daha fazla sarstı. Dostum Sedat, barış koşuluna uyduğu için katledildi.” Schmidt, süren konuşmasında, politikacıların iç siyasette Tanrı sözünü ağza almaktan çekinmediklerine, ama dış ilişkilerde, uluslararası görüşmelerde buna kalkışmadıklarına dikkat çekti. Demokratik hukuk düzeninde politikacıların etkili anayasal rolü olduğunu vurgulayan Schmidt, ama özel bir din ve mezhebin ve onun bilginlerinin rolü olmadığını söyledi. Yine de dinle politika ve akıl arasındaki çatışmanın, insanların hep güncel koşulu ol A [email protected] duğunu belirterek şöyle dedi: “Kısa bir süre önce, Kutsal Makam’ın (Papalık), yüzyıllar sonra nihayet, Galile’nin aklına karşı iktidar politikası kararını kaldırdığını yaşadık. Şimdi her gün Ortadoğu’da dinci ve siyasi güçlerin, insanların ruhlarını sahiplenmek adına nasıl kanlı bir mücadele içinde olduklarını yaşıyoruz ve bu arada ratio, bütün insanlara verilmiş akıl, çoğunlukla yine yarı yolda kalıyor.” Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılında 14 yaşında olduğunu ve daha sonra sekiz yıl sürecek askerlik yıllarında, Nazilerden sonraki dönem için kiliseye umut bağladığını söyleyen Schmidt, 1945 sonrasında kiliselerin hem yeni bir erdemin oluşması, hem de hukuk devleti ve demokrasinin kurulması konusunda hiçbir şey yapmadığını belirtti: “Savaş sonrası benim kilisem hâlâ, Paulus’un ‘Yönetenlerin kulu ol!’ buyruğuyla uğraşıyordu.” Bu konularda kilise tarafından düş kırıklığına uğratılan Schmidt, savaş sonrası doğru adımların Adenauer, Schumacher ve Heuss gibi Weimar Cumhuriyeti’nde yetişmiş deneyimli siyasetçilerden geldiğini, ama asıl başarının Erhard’ın müthiş ekonomik mucizesiyle Marshall yardımından kaynaklandığını, bunda da utanılacak bir şey olmadığını dile getirdi. Hiçbir demokrasinin, ekonomide ve iş piyasasında başarılı olmadan ayakta duramayacağı gerçeğini, Marx’a da bir göndermeyle belirtti. Başbakanlığından sonra geçen çeyrek yüzyılda bu konularda ve felsefe alanında, ayrıca diğer dinler üzerine kitaplar okuyarak kendini geliştirdiğini, bunun da ondaki hoşgörüyü, ama aynı zamanda kendi dinine mesafeyi de arttırdığını, bunun da kilise adamlarının, “Yalnız benim Tanrım ve benim inancım doğrudur” tavrından kaynaklandığını dile getirdi. Schmidt’e göre, din kurumları, diğer dinlerle barış diyaloğunu engellememelidir. Ancak Kant’ın da belirttiği üzere, barış hep yeniden sağlanmak ve kurulmak zorundadır. Dinlerin erdem ilkeleri birbirine sanıldığından çok yakındır. Bu yüzden, “Bir dine inananların ve dinsel sınıfların, diğer dinlere inananları misyonerlik yoluyla kendi dinine döndürmesi, hiçbir biçimde barışa hizmet değildir.” “Bugün, 21. yüzyılda dünya çapında din motifli ya da din maskeli bir crash of zivilisations uygarlıklar savaşı tehlikesinin ger çekten var olması beni tedirgin ediyor. (...) Demokrasinin ve insan haklarının aslında saygın Batılı ideolojilerini ve öğretilerini neredeyse dinci bir tutkuyla ve askeri güçle, salt başka yoldan gelişmiş kültürlere zorla kabul ettirmeye çalışmak da, bugün aynı durumu gösteriyor.” Bütün bu deneyimlerden kendi adına kesin bir sonuç çıkardığını belirtiyor Schmidt: “Dinini kendi iktidar hırsının aracı yapan her politikacıya, her hükümet ve devlet başkanına karşı kuşku duy. Öbür dünyaya yönelik dinini bu dünyanın politikasıyla karıştıran her politikacıdan uzak dur.” Schmidt bu uyarıyı yalnızca politikacı için yapmıyor, her yurttaş için aynı şeyi düşünüyor. Yine bu uyarı hem dış hem de iç politika için geçerli ona göre. Bunu beceremeyen bir politikacı hem içte hem dışta barış için bir tehdit oluşturur. Toplumsal politika ve ekonomi, bilimsel veriler ve etik için insan aklı yeterlidir Schmidt’e göre. Batı’da bu aydınlanma yolunun, yüzyıllar alan savaşım sonucu bulunduğunu ve Batı’nın bugün dünyada bilim, teknoloji ve ekonomideki üstün yerinin bununla açıklanacağını vurguladı. “Ama politikada aydınlanmanın Batı’da da tam olarak gerçekleştiği söylenemez” diyerek bu savını somut örneklerle destekledi. İnanç ve politika Yurttaşları bugün birleştiren harç, Schmidt’e göre, demokrasi ve insan hakları. Bunlar da bir dine ve mezhebe bağlı değil. Tersine, bu ilkeler din kitaplarında yer almamakta. Bu ilkelerin kaynağı, insan onurunu üst değer bilmekte. Eylemlerinde aklını kullanmayan politikacı, bunların asıl ve yan sonuçlarının sorumluluğunu vicdanında taşıyamaz. Ama bilinmekte ki, bazı kişiler akıllarını izleyerek değil, inançlarını izleyerek politikaya giriyorlar, iç ve dış kararları da aklın tartısından geçirmeden, inanç yolundan giderek alıyorlar. Max Weber’e göre, siyasetçinin üç özelliği, tutku, göz kararı ve sorumluluk bilinci diyen Schmidt, bu sorumluluğun seçmene karşı sorumluluk olmadığını belirtiyor. Buna gerekçe olarak, seçmenin götürü bir eğilimle o an karar verdiğini vurguluyor. Çoğunlukla da seçmenin duygusal ve o anki rüzgâra göre karar verdiğini. Siyasetçinin asıl sorumluluğu, aydınlanmanın filozofu Kant’ın tanımı anlamında, kendi vicdanına karşı. Kant’ın vicdan tanımı şöyle: “İnsanın içindeki bir yargı makamının bilinci.” Sayın Helmut Schmidt’in, Türkiye’nin AB tam üyeliğine karşı olduğu biliniyor. Acaba Türkiye’nin AKP sürecini mi önceden seziyordu. Alman kamuoyunda büyük etkisi bulunan bu devlet adamını ikna için AKP yandaşı AB taraftarları acaba ne düşünürler? Kamuda Denetimsizlik Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN 3 1 Ocak 2008 günü İstanbul Davutpaşa’da bir iş merkezindeki kot yıkama atölyesiyle, ruhsatsız çalışan havai fişek atölyesinde meydana gelen patlamalarda 21 yurttaşımızı yitirdik. Her zamanki gibi, “bize bir şey olmaz!” mantıksız “mantığı”, her şeyi belirledi. Dikkatli bir biçimde düşünürsek, temelde söz konusu olan neydi acaba? Gerçekten de altı çizilmesi gereken çok şey vardı: Her şeyden önce bilgi dışı olan, bilgiyle barışık olmayan, bilimsel sonuçları hayata geçirme konusunda hiçbir kaygı taşımayan, sadece önyargılarıyla, alışkanlıklarıyla yaşayan ya da yaşama savaşı veren, çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, salt kazanma hırsıyla yanındaki çalışanını, hatta kendini araçsallaştıran insan topluluğu, sözde işveren... Henüz yurttaş olamamış “yurttaşları”nın yaşama haklarını, yasaya/hukuka dayalı olarak çalışma hakkını koruyamayan devlet… Patlamaların olduğu işyerlerinin ruhsatsız, izinsiz; başka bir deyişle, herhangi bir kamu denetiminden uzak ya da dışında olması, sonun başlangıcı gibi görünüyor. Öznesi belirsiz, eski bir deyimle “faili meçhul” bir olgular toplamıyla mı karşı karşıyayız? Bir bakıma evet! Aslında tüm olup bitenlerin özneleri biziz! İçinde yaşadığımız bu toplumu bir türlü “kamu”ya dönüştüremeyen, bu konuda hep sürçen kişiler, sözde kamu görevlileri, sözde yerel yöneticiler, sözde karar vericiler olarak hepimiz suçluyuz! Çünkü aldırmaz bir tutum içindeyiz. Hepimizin suçlu olduğunu bir kez daha belirledikten sonra, sözü, yaklaşık sekiz yıl önce kurulan “İl İnsan Hakları Kurulları”yla, “İlçe İnsan Hakları Kurulları”na getirmek istiyorum. Bu kurullar, başlığında yer alan “il”, “ilçe” vurgusundan da anlaşıldığı gibi, illerde valinin başkanlığında, ilçelerde kaymakamın başkanlığında, ayda en az bir kez toplanarak, insan hakları ihlalleri konusunda o yerleşim biriminde, hak ihlali olarak saptananları ve bu bağlamda yapılan ihbarları değerlendirmek ve kamu görevlilerini harekete geçirmekle yükümlüdür. Kamu denetimi yapan, kamuyu denetleyen/denetlemesi gereken bu kurullar, acaba görevlerini ne ölçüde yapıyorlar? Yerel yönetimlerin gereken denetimi yapmadığı, insanlarımızın sadece “çalışabilmek” adına her türlü yasadışılığı, hukuksuzluğu var kıldığı bu toplumun “kamu” olduğunu ileri sürebilir miyiz? İnsanların sağlıklı bir ortamda yaşama ve çalışma haklarının ihlal edildiği böyle bir ortamda, her şeyin belirleyicisi keyfilikten başka bir şey değil. Çünkü hepimiz özgürüz! Her türlü yasal, hukuksal denetime başkaldıracak, hiçe sayacak kadar; havai fişek fabrikasını kentin orta yerinde açacak kadar! Üzerinde durmamız gereken, bir türlü kamu olamayan toplumun aslında “cemaat”in en üst düzeydeki karar vericilerinden yayılan ve sağlıklı olmayan “özgürlük” anlayışıdır; başka bir deyişle, dalga dalga yayılan keyfiliktir. Ülkemizin asıl sıkıntısı budur. Oysa John Dewey’nin dediği gibi “Eylem özgürlüğü, zekâya ve bilgilendirilmiş kanaate dayalı olarak hareket etmek demektir, aksi takdirde özgürlük yozlaşıp kargaşa ve düzensizliğe dönüşür.” Tam da bizi anlatıyor değil mi? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle