29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 OCAK 2008 PAZAR 8 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Üniversitelerde Türban Serbest Olamaz Türban yasağı, yargı kararlarında belirtildiği gibi Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisi olan laiklik ilkesinin gereğidir. Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen yorumları yine anayasaya göre bağlayıcı niteliktedir. Bu kararları üniversite dışında alınan ve sadece yargıyı ilgilendiren kararlar olarak yorumlamak hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. tükenmesi üzerine konu Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (AİHK) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınmıştır. AİHK, 3.5.1993 tarihinde verdiği kararla, “Yükseköğrenimi laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrencinin bu üniversitenin düzenlemelerini kabul etmiş sayılacağını, laik üniversitelerin, öğrencilerin kılık kıyafetlerine ilişkin kurallar koyabileceğini, bunun din ve vicdan özgürlüğüne müdahale sayılamayacağını” belirtmiştir. AİHK’nin bu kararından sonra, 2002 yılında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine 100.000 Avro tazminat talebi ile dava açan Hayrünnisa Gül davasını geri çekmiştir. AİHM ise Leyla Şahin davasında 29.4.2004 tarihli kararında “İstanbul Üniversitesi’nce İslami başörtüsü giyilmesine kısıtlama konulmasının ve bunu uygulamak için tedbir alınmasının demokratik bir toplumda gerekli olduğunu” belirtmiştir. AİHM’nin temyiz mahkemesi niteliğindeki Büyük Kurulu, 10.11.2005’te Leyla Şahin’in itirazını karara bağlamış (44774/98), “Türban yasağının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini” teyit etmiştir. PENCERE Erkek Erkeğe Türban Savaşı... Güncelliğin gürültü ve patırtısından kaçarak uzun zaman sürecinde Tarih Baba’yı yakaladım... Baba, sen şu türban kavgasına ne diyorsun?.. Önce ak sakalını sıvazladı. Sonra güldü.. Dedi ki: Kimi kölelik savaşlarına benziyor... Nasıl?.. Amerika’da iç savaş diye anılan kölelik savaşı kim ile kim arasında yaşandı?.. Sanayileşen Kuzey’in beyaz özgürleriyle tarımda zenci köle kullanan Güneyli beyaz özgürler arasında değil miydi çatışma?.. Evet... Tarih Baba: Dikkat et, dedi, Türkiye’de türban savaşının özü ne?.. Kadını örtmek, kapamak, tesettüre bağlamak isteyenlerle; kadına özgürlüğünü sağlamak, erkekle eşit olduğunu anlatmak isteyenler arasında... Tarih Baba yine güldü: Çatışma erkekle erkek arasında değil mi?.. Evet... Amerika’da KuzeyGüney savaşı da köle zenciyle özgür beyaz arasında değildi; beyazla beyaz arasındaydı... ? Cuma günü Cumhuriyet’in birinci sayfasında bir fotoğraf vardı; okura şöyle sunuluyordu: “İslam ülkeleri ve Türkiye’de tesettür!..” Fotoğraftaki tesettüre mahkum kadınlar hangi ülkelerdendi?.. Afganistan.. Suudi Arabistan.. Irak.. İran.. Endonezya.. Malezya.. Ve Türkiye.. Bizden Cumhurbaşkanı’nın eşi Hayrünnisa Hanım’ın tesettürlü resmi seçilmişti... 1.5 milyar nüfuslu İslam dünyasındaki daha nice ülkede tesettür mürteciliğinin kadını bağlayıp kapatması, günah sayıp örtmesi, bugün insanlığın en büyük dramlarından ve sorunlarından biridir... Kadının günah sayılıp örtündüğü, erkekten farklı görülüp ikinci sınıf sayıldığı Müslüman ülkelerde demokrasi hayaldir... Türkiye’de şimdi bu kavganın bir türü yaşanıyor.. ? Ne diyorlar: Bürokratlar türbana karşı; ama, halk türbanı istiyor... Peki, ne olmuş; ne değişir ki?.. Bir ülke halkı, erkek ile kadını farklı görüp insanlaşmasında eşitsizliği savunuyorsa, o toplum demokrasiden “fena halde” uzak yaşıyor demektir... Tarih Baba diyor ki: Olur böyle vakalar.. Tarih bir zamanda çeşitli zamanları içerir; Türkiye dinciliğe sardıkça ülke erkeği kadından daha üstün, egemen ve özgür olacak; Anadolu’da cinsi latifin uyanmasına daha zaman var... Ve ekliyor: Kölelik yeryüzünden kolay kalkmadı; bugün çoğu toplumda izleri var. Kadının İslamda erkekten aşağı sayılması şeriat gereğidir ve dinci toplumda geçerlidir. Ancak toplum laikleştikçe demokratlaşabilir; kadınerkek eşitsizliği de ortadan kalkar... ? Ülkemizdeki türban savaşı, cephelerinde kadınların var olmadığı bir erkekler savaşıdır... Savaşın arkasındaki ekonomik nedenler ise işin içine emperyalizmin girdiği bir derin boyutu vurguluyor... Vatandaş Mustafa’lar Çoğalmalı... “Fırtına Vadisi” nasıl kurtarıldı, biliyor musunuz? Bir dünya cenneti, doğanın eşsiz güzelliği!.. Rize Çamlıhemşin’in Fırtına Vadisi’nde elektrik santralı yapmak istemişler. Zamanın başbakanının bir yakınının şirketi başlamış dağı taşı kazmaya, ağaçları kesmeye, dereleri kurutmaya, ormanda yaşayan canlıları yok etmeye!.. Ama başaramamışlar!.. Yöre insanları direnmiş, başkaldırmış, “Bu güzellikleri ortadan kaldıramazsınız” demiş... Aylar süren bir hukuk savaşımından sonra Fırtına Vadisi doğa düşmanlarından kurtarılmış. Şimdi gidin görün Fırtına Vadisi’ni, birlikteliğin, yanlışa, haksızlıklara karşı direnişin zaferini o güzel ormanda görün, yaşayın!.. Muğla’nın ünlü Akyaka’sının Kültür ve Sanat Derneği’nde “Fırtına Vadisi” adlı belgesel filmi izlerken insan gücünün neler başarabildiğini bir kez daha gördüm. Gerçek bir öyküydü, çocukluktan yaşlılığa kadar tüm yaşantısını bu vadide geçirmiş Vatandaş Mustafa’nın anlattıkları... Vatandaş Mustafa, gerçek adıyla Mustafa Kazmaz, film bittikten sonra, yaşadığı serüveni hepimize ders olacak sözlerle şöyle anlattı: “Bizi yönetenlerden hiç hesap sormuyoruz. Uykuyu bırakalım! Ayağa kalkmanın vakti geldi geçti, geçiyor. Birlik içinde olmazsak ezilmeye mahkumuz. Fırtına Vadisi’ndeki mücadelemiz hepimize örnek olsun.” Bu belgesel film TV’lerde niye gösterilmez? Niye santrallar ille de en güzel yurt köşelerine yapılmak istenir? Bu tutumun bilimle, teknikle ilgisi olduğu söylenir, ama bu söz bir yanıltmadır. Gerçek, bu tür çok kazançlı işlere kalkışanlardaki doğa düşmanlığı, beğenisizlik, güzelliği tanımamak, görmemek alışkanlığıdır. En önemlisi de yöre halkının isteklerine aldırmamak!.. “Bizi yönetenlerden hesap sormalıyız” diyen Vatandaş Mustafa, yurttaş olmanın en güzel örneğini duyurdu. El ele veren bir halkın karşısında hiçbir gücün dayanmayacağını... Fırtına Vadisi kurtarıldı, ama daha nice güzellik bile bile yok edilmekte... Kiminde yeraltından altın çıkarmak, kiminde hazineler aramak, kiminde yeni mahalleler, semtler kurmak, dev yapılar üretmek hesaplarıyla... Bakın şu günlerde en büyük tehlike, Ankara’nın İstanbul’a taşınması!.. Cumhuriyetimizin kalesi başkentin yavaş yavaş İstanbul’a, onların diliyle İslambol’a dönüştürülmesi... Vatandaş Mustafa, yöre halkının birlikteliğiyle bir savaşım vermiş, o güzel vadiyi zamanın başbakanının yanlış girişimine karşı kurtarmış. Sonra yıllar geçmiş, o başbakan şimdi Çamlıhemşin’in Rize’sinden milletvekili!.. Nerde kalmış o bilinç, o birliktelik!.. Demek Vatandaş Mustafa’ların savaşımı bir genişlik, bir yaygınlık yaratamıyor. Vatandaş Mustafa “Birlik içinde olmazsak ezilmeye mahkumuz” demiş, ama yetmemiş... Tek tek Mustafa değil, binlerce, milyonlarca Mustafa gerekiyor, gerçek kurtuluş için... Cihangir DUMANLI Eski Yükseköğretim Denetleme Kurulu Üyesi ürbanı kadın özgürlüğü olarak sunan ve bunu siyasi rant aracı olarak kullanan düşüncenin Çankaya’ya çıkmasının ardından, yeni YÖK Başkanı’nın üniversitelerde tüm yasakların kaldırılacağını açıklaması türban konusunu yeniden gündemin ön sıralarına taşıdı. Siyasal simge olarak kullanılan türbanın üniversitelerde kullanılması anayasa ve yasalarımıza aykırıdır. Anayasanın temel ilkeleri değişmedikçe bu aykırılık devam edecektir. Üniversitedeki öğretim elemanları, memurlar ve öğrencilerin kılık kıyafetleri ilk kez YÖK Başkanlığı’nın 20.12.1982 tarihli genelgesi ile düzenlenmiştir. Söz konusu genelge öğrencilerle ilgili olarak 22.7.1981 tarihli Bakanlar Kurulu kararnamesine gönderme yapmış ve kız öğrenciler için “Kurum içinde baş örtülmeyecek” düzenlemesini getirmiştir. Adı geçen genelgenin iptali için açılan davayı Danıştay 8. Dairesi 13.12.1984 tarihli kararıyla (1984/1574) reddetmiştir. Daire bu kararında “Başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak kadın özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir. (...) Aydın, uygar ve cumhuriyetçi gençler yetiştirmekle görevli eğitim kurumlarının bazı kuralları öğrencilere uygulaması doğaldır. Bu kurallar herkesçe bilinen ve benimsenen Cumhuriyetin kurallarıdır. Bu kuralları öğretmek ve benimsetmekle görevli eğitim kurumlarının bunlardan ödün vermesi düşünülemez” denilmektedir. T laiklik ilkesiyle tamamen çatışan bir durum arz etmektedir. (...) Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece belli bir inançta bulunan kesimin yıllardır oluşturmak istediği Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı yaşam biçimi, benimsedikleri kılık ve kıyafetle simgelenmekte ve böylece toplumda ayrı bir yeri ve kamplaşmayı ortaya koymaktadır” denilmektedir. Yürürlükteki yasa Üniversitelerde kılık kıyafetle ilgili ikinci yasal düzenleme 25.10.1990 tarih ve 3670 sayılı yasa ile yapılmıştır. Bu yasa ile 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na ek 17’nci madde eklenerek “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir” hükmü getirilmiştir. Bu yasa halen yürürlüktedir. Yasanın anayasaya aykırı olduğu gerekçesi ile iptal davası açılmış ve Anayasa Mahkemesi bu davayı reddetmiştir. Burada ret gerekçesi önem kazanmaktadır. Yüksek mahkeme 9.4.199 sayılı kararında (1991/8) aynı konudaki önceki kararına gönderme yaparak “yürürlükteki yasa” deyiminin anayasayı da kapsadığını belirtmiş, “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak koşulu, anayasaya aykırılığı saptanmış olan, dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü ve türbanla kapatılması durumunu kılık kıyafet serbestisi dışında tutmaktadır. Madde, öngördüğü serbestiyi kendi içinde sınırlandırmıştır” demiştir. Başka bir deyişle “yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak” demek zaten türban yasağını içermektedir. Mahkeme söz konusu yasayı bu gerekçe ile iptal etmemiştir. Hukuk yolları tükendi Görüldüğü gibi üniversitelerimizde türban yasağının kaldırılması ile ilgili olarak iç ve dış hukuk yolları tükenmiştir. Bu yasağa uymayanlar hakkında ceza kanunlarımızda tanımlanan bir yaptırım bulunmamaktadır. Konu disiplin hukuku çerçevesinde yaptırıma bağlanmıştır. YÖK Başkanlığı’nca 2000 yılında üniversitelere ve üniversiteyi kazanan öğrencilere gönderilen yazıda, “Türbanlı olarak üniversiteye gelmek, üniversitenin huzur ve sükunetini bozan siyasi ve ideolojik bir eylem” olarak kabul edilmiş ve Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’ne göre (Md 10/b) yükseköğretim kurumundan çıkarılmayı gerektiren bir disiplin suçu olarak değerlendirilmiştir. Türban yasağı, yargı kararlarında belirtildiği gibi Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisi olan laiklik ilkesinin gereğidir. Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen yorumları yine anayasaya göre bağlayıcı niteliktedir. Bu kararları üniversite dışında alınan ve sadece yargıyı ilgilendiren kararlar olarak yorumlamak hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Hukuka uymak ve uymayanları uydurmak yöneticilerin asli görevleridir. “Hukukun üstünlüğüne bağlı kalacaklarına” namus ve şerefleri üzerine ant içmiş olan siyasetçiler bu kurallara uymak zorundadırlar. Yasağa uymak siyasi bir tercih sorunu değil, hukuki bir zorunluluktur. Laiklik ilkesi anayasadan kaldırılmadıkça üniversitelerde türban yasağı devam etmektedir. Anayasanın temel niteliklerini değiştirmeye parlamento çoğunluğunun yetkisi yoktur ve gücü yetmez. Türbanın Çankaya’ya çıkması, üniversitelerdeki türban yasağı ile ilgili yukarıda belirtilen hukuki düzenlemeleri geçersiz kılmaz. İlk düzenleme 1988’de yapıldı Üniversitelerde öğrencilerin kıyafetleri ile ilgili ilk yasal düzenleme 10.12.1988 tarih ve 3511 sayılı yasa ile yapılmıştır. Bu yasa ile 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na ek 16. madde eklenerek “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” düzenlemesi getirilmiştir. Söz konusu yasa, Anayasa Mahkemesi’nin 7.3.1989 tarihli kararıyla (1989/12) anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararında “Devlet kuruluşlarında dini inanç ve düşünce sebebiyle belli kişilere örtü veya türban örtme hakkının tanınması, Anayasanın 24. maddesinde belirlenen din ve vicdan hürriyeti sınırlarını aşan ve Yasaları bağımsız yargıçlar yorumlar Anayasamızın 153’üncü maddesinin son fıkrasında “Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını gerçek ve tüzelkişileri bağlar” denilmektedir. Bu nedenle yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararları hukuken bağlayıcıdır. Bir hukuk devletinde yasaları bağımsız yargıçlar yorumlar. Bir suçtan dolayı ceza alan bir kişi, “Ben yasayı böyle yorumlamıyorum, bu karara uymuyorum” diyemez. Siyasi ve ideolojik nedenlerle hukuka uymamak, hukuk kurallarını beğenmemek hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Üniversitelerde türban yasağına uymayan öğrencilere verilen disiplin cezaları aleyhine idari mahkemelerde açılan pek çok dava yukarıdaki gerekçelerle reddedilmiştir. İç hukuk yollarının Merkez Bankası Cumhuriyetin Başkentinin Bankasıdır, Taşınamaz! Prof. Dr. Muzaffer ERYILMAZ M erkez Bankası, başkentle özdeşleşmiş bir kurumdur, paraya hükmeder, ama onun değeri para ile ölçülemez... Paranın patronu olarak, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik hükümranlığını, bağımsızlığını temsil ve tescil eder. Ekonomik bağımsızlığın böğrüne mührünü vurur, ülkemizin ekonomik reflekslerini, sahip olduğu manevra gücüyle geliştirmeye meyleder... Türkiye’nin kamu kuruluşlarının bir tür İstanbul özelleştirilmesine uğratılıp İstanbul’a bir yerde satılmasına hiç kimse ‘evet’ diyemez. Türkiye’yi yönetenler dahi buna evet diyemez. Parayı yöneten kurum olarak Merkez Bankası, Türkiye’nin yönetildiği yerde, başkent Ankara’da olmalıdır, Ankara’da kalmalıdır... Bununla ilgili olarak tartışma çıkarmak bile akla ziyandır... Çünkü ekonomik ge Çankaya Belediye Başkanı rekçelerle bugün Merkez Bankası’nın Ankara’dan İstanbul’a göç etmesini isteyenler için yarın para ile ölçülemeyecek hiçbir şey kalmayacak demektir... Oysa Merkez Bankası’nda para geçer, ama onun bulunduğu konumu değerlendirmede, mekânını sorgulamada para geçmez... Çünkü bizatihi Merkez Bankası’nın mevcudiyeti, taşıdığı önem böyle bir tartışmayı kesinkes dıştalar... Paranın tek değer, tek geçer akçe sayıldığı yerde yurttaş da, ulus da, ülke de lafıgüzaf kalır, değerlerin tartışmalardan azadeliği havada asılı kalır... Sadece parasal kaygılarla, ekonomik aklın gerekçeleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin yerleşik bir kurumunu taşımaya kalkışmak demek, aslında Mustafa Kemal’in Cumhuriyetini ufaktan ufaktan değirmende öğütmek, Ankara’yı ruhu alınmış, göstermelik bir şehre dö nüştürmek demektir... Ankara, diplomasi ve bürokrasinin merkezi temsil düzeyi ile başkent payesi için geçit resminin yapıldığı yerdir... Şimdi Ankara’nın kalbindeki damarlardan birisini kesip atmak, kalbi ölüme sürüklemekten başka hangi anlama gelir ve bu anlam hangi anlamı içinde gizler? ??? mu kurumlarıyla büyüktür, bu da tartışılamaz. Ankara’yı küçültmek isteyenler, Mustafa Kemal’i ve Ankara’yı değil, kendilerini ve hayallerini küçük göstermekten öte bir sonuca ulaşamazlar... ??? Ankara’dan, içlerinden dinmeyen bir eski hesabı kapatma adına, rövanşı küçük manevralarla almayı düşünenlerin, Mustafa Kemal’in bu topraklara saldığı bağımsızlıkçı varoluşu, Cumhuriyetin kimliğini asla değiştiremeyeceklerini şimdiden bilmeleri gerekir... Bilmiyorlarsa, Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyetin kuruluş sürecini kendisinden, yani tarihten öğrenmeleri gerekir. Yoksa yaşam onlara öğretecektir. Türkiye büyüktür, bu tartışılamaz. Ankara büyüktür, sahip olduğu başkent payesiyle, ka Hemen her ülke başkentlerine özgü, özel yasalar çıkarıp bununla övünürler. Başkentlerinin benzersizliğini, ihtişamını yasaların gücüyle pekiştirmek isterler. Oysa bizde öyle mi? Başkentin kurumları, yangından mal kaçırırcasına, yapsatçı mantığıyla sanki haraçmezat satılığa çıkarılıyor... Oysa utanmanın sınırları olduğu kadar utanmamanın da sınırları olmalıdır. Ankara tek kuvvet olmuş sivil kuruluşlarıyla artık bu kan kaybına ‘dur’ diyor... Siyasal iktidar aklını ve kalbini körleştirmiş, “İlle de Merkez’i taşıyacağım” diye tuturmuş. Oysa taşınacak olan sadece Merkez Bankası olmayacaktır. Başkentin başkent olarak üstlendiği vazgeçilmez işlev olacaktır. Akıllarını durdurup, hırslarını salıverenlerin kamu kuruluşlarını Ankara’dan sürmeleri, sürgüne göndermeleri sadece ıstırap verir. Başkent, ıstıraplarını ısıtıp ısıtıp önüne bir azap gibi sürenlere seyirci kalmamalıdır, kalmayacaktır da... Ankara’yı bu vesileyle ekonomik olarak da küçültüp takatsız bırakmak isteyenler şunu bilsinler ki, Ankara başkent olarak her türlü niyetin ötesinde halkımızın kalbinde taşıdığı tartışmasız değeri hep koruyacaktır... Hiçbir başkent kurumu İstanbul’a götürülemez. Bunu denemek isteyenler, tarih dersinden, modernlik dersinden sınıfta kalır... Mehmet Akif, “Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım” der. Evet şimdi, Cumhuriyet ve Ankara’nın uğradığı muameleye bakıp “dili yok kalbimin” diye haykırmak istiyorum... Bilim Araştırma Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Cem Sedat Altan baskı oluşturulmak istendiğini söyledi: İddialar, yargıyı etkilemeye yönelik İstanbul Haber Servisi Kamuoyunda Adnan Hoca olarak bilinen Adnan Oktar’ın kurduğu Bilim Araştırma Vakfı (BAV) Yönetim Kurulu Başkanı Cem Sedat Altan, gazetemizin 46 Ocak 2008 tarihlerinde yayımlanan “Adnan Hoca Gerçeği” başlıklı yazı dizisinin, gerçek dışı olduğunu savundu. Cem Sedat Altan, yaptığı yazılı açıklamada, yazı dizisinde iddiaları aktarılan kişilerin gerçek amaçlarının, 21 Ocak’ta BAV davasının (Adnan Hoca’nın çete davası) görüleceği mahkeme heyeti üzerinde baskı oluşturmak olduğunu ileri sürdü. BAV davasında yargılananların tümünün TCK’nin 313. maddesinin ihlali iddiasından aklandığını ileri süren Altan, bugün BAV davasının bazı usuli nedenlerden dolayı sürdüğünü, kalan bölümü fırsat bilen birtakım kişilerin, bu iddiaları gündeme taşıyarak kamuoyunu ve özellikle de yargıyı ? Yakınlarının milliyetçi, mukaddesatçı, dindar çizgide bir yaşam sürmelerinden rahatsız olan bu birkaç ailenin ajite edildiğini, BAV camiasını hedef alan çevrelerce kullanıldığını ileri süren Altan, bu kişilerin mahkemelerde yalancı tanıklık yaptıklarını da iddia etti. etkilemeye çalıştıklarını savundu. “Kötü niyetli şekilde ortaya atılan sözde şantaj ve tehdit iddiaları da gerçek dışıdır” diyen Altan, şöyle devam etti: “Ortaya atılan gerçek dışı iddiaların tek dayanağı 1999 yılında, o dönem etkin olan bir siyasi çevrenin isteği doğrultusunda, hukuk kuralları hiçe sayılarak gözaltına alınan BAV mensuplarına işkenceyle imzalattırılan düzmece emniyet ifadeleridir. Bu sahte tutanakları imzalatan memurlar aleyhine işkence suçundan dava açılmıştır.” BAV üyelerinin ailelerinin açıklamalarının da iftira olduğunu söyleyen Altan, şöyle devam etti: “BAV’ın ülkemizin milli menfaatlarını savunan, Atatürk milliyetçisi, bilinçli, vatansever gençler yetiştiren çizgisi, BAV üyelerinin bu yüce değerlere önem veren aileleri tarafından canı gönülden desteklenmektedir. Evlatlarının ülkesine ve milletine hayırlı kişiler olmalarından duydukları sevinç ve gururu her fırsatta dile getiren bu vatansever ailelerin açıklamalarına www.adnanoktaraileler.com isimli internet sitesinden kolayca ulaşabilirsiniz. BAV camiasının Atatürk milliyetçisi çizgisinden rahatsız olanlar, bundan farklı ideolojilere ve inançlara mensup 45 aileden ibarettir.” Yakınlarının milliyetçi, mukaddesatçı, dindar çizgide bir yaşam sürmelerinden rahatsız olan bu birkaç ailenin ajite edildiğini, BAV camiasını hedef alan çevrelerce kullanıldığını ileri süren Altan, bu kişilerin mahkemelerde yalancı tanıklık yaptıklarını da iddia etti. Bu kişilerin BAV’dan kişisel çıkar temin edemediği için husumet beslemeye başladıklarını, karalama kampanyasını menfaat kapısı olarak gördükleri için Cevat Babuna’nın çevresinde toplandıklarını ileri sürdü. Altan, Oktar Babuna için düzenlenen kan kampanyasına ilişkin iddiaları da yalanladı. Bu kampanyada en küçük bir suiistimalin bulunmadığını söyleyerek, “Bu kampanyanın tüm organizasyonu, baştan sona devletimizin resmi kurumları ve üst düzey yetkilileri tarafından yürütülmüştür” dedi. CUMHURİYET 08 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle