16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 EYLÜL 2007 SALI 16 Balyoz Mehmet Ali Kılınç: “Makam otomobilinin camını balyozsuz halletsin diye Terminatör’ü Başbakana koruma yapalım!” Ya ğ m u r E k i m TBMM’ye ramazan ayarı yapılmış... “Şaban ayarı da yapılsın!” GÖRÜŞ BEDRİ BAYKAM Lig sloganı: Bursa Feneri vursa! Eğlence Fikriye Baş: “AKP’ye el çırpan aydınımsılara bir akşam önerisi: Sultanahmet’teki ramazan eğlencelerine mutlaka gitsinler; çok eğleneceklerdir!” BAŞTA İslamcı iktidarın başındakiler olmak üzere din üzerinden siyaset yapanları ve bu işten çıkarı olanları en çok ne sinirlendiriyor biliyor musunuz? Türbana, türban denmesi! Sıkma başa, sıkma baş denmesi! Onlar siyasi simge haline getirdikleri türbana da, sıkma başa da başörtüsü diyorlar ve herkesin de başörtüsü demesini istiyorlar. Annelerimizin, ninelerimizin o güzel başörtülerini hepimizin gözünün içine bakarak çalmak istiyorlar. Toplumsal bir tepki konmazsa, çalacaklar da! Türkiye’nin çağdaş kadınlarına, çağdaş genç kızlarına bir önerim var. Gelin, türbancıların, sıkma başçıların bu oyununu bozun. Nasıl mı? Çok kolay... Bir moda yaratarak. Mevsim de uygun. Sonbaharın serinliğine, rüzgârına, yağmuruna karşı, sokağa çıkarken başınıza bir eşarp takın. Aynen annelerimizin, ninelerimizin taktığı gibi. Saçınızın bir kısmını açıkta bırakarak ve çenenizin altından her an açmaya hazır bir düğüm atarak şöyle güzel bir eşarp takın. Başı örtmek neymiş, başa örtü nasıl takılırmış, başörtüsü nasıl olurmuş görsünler. Eşarbın yanı sıra yemeni, yazma, oyalı tülbent de kullanın, kendi modanızı kendiniz yaratın. Kapalı bir mekâna girdiğinizde eşarbınızı çözer, omzunuzdan sırtınıza doğru sarkıtırsınız. Görürler... Görüp, öğrenirler. Bir öneri Bilmemek değil öğrenmemek ayıp. Başörtüsünün kafayı bohçalamak, saçları tutsak almak için kullanılmadığını anlayacaklardır... Anlamayanlar da çıkacaktır. Çünkü bazıları birer militan gibi yetiştirildikleri için anlamak istemeyeceklerdir. Ama sizler annelerimizin, ninelerimizin başörtüsünü, türbancıların eline bırakmamış olacaksınız. Kandırılmış insanlar böylece türbanın başörtüsü olmadığını, sıkmabaşa başörtüsü denmeyeceğini isteseler de istemeseler de anlamak zorunda kalacaklardır. Din üzerinden siyaset yapan erkeklerinin yalan söylediğinin ayrımına varacaklardır. Haydi çağdaş kadınlar, genç kızlar; bir eşarp modası başlatın da dünya âlem gerçeği görsün! 50 Yılımın Bilançosu Geçen baharda, o heyecanlı Cumhuriyet mitinglerinin koşturmasının ortasında bir 26 Nisan günü İstanbul mitinginden birkaç gün önce yarım asırı devirmişim… 50 Yaş! Ben çocukken, “50”, bize çok yaşlı gelirdi. Genç siyasetçiler 3035 yaşında olurdu. Zaten o günlerde ortalama yaşam çok kısaydı. Tarancı meşhur dizelerinde, “Yaş 35, yolun yarısı eder” demişti ama birçok değerli insan 60’ında ölüp gidiyordu. “Yalnız iyiler erken ölür” cümlesi o zamanlar da geçerliydi. 50 yaşından geriye o günlere bakarken sizlerle o yarım yüzyılın hızlı bir muhasebesini yapma ihtiyacı hissettim. Altı yaşından beri dünyayı sergileriyle turlayan ve uluslararası basının ilgi odağı haline gelen o küçük çocuk için o günlerde en az bunun kadar önemli olan başka bir olgu vardı: Türkiye’nin siyaset rotasının çizildiği evde büyümek. 27 Mayıs devriminin getirdiği o koca özgürlük rüzgârıyla uyanmışım bebekliğimden. Ardından “Ortanın Solu”nun yükselişini yaşamışım. “Dedem” sayabileceğim İsmet Paşa’nın adını koyduğu bu yeni felsefenin sözcüsü olan babam Dr. Suphi Baykam, beni Anadolu’nun tozlu yollarında birçok CHP mitingine taşımıştı. Atatürkçülüğü, solculuğu, tüm hücrelerime yerleştirmeyi bitirdiğimde, herhalde en fazla 89 yaşındaydım. Kemalizm, ödünsüz mücadele, evimizin günlük çorbası kadar sürekli olan temel verileriydi. Deniz Gezmiş yaşarken de bir efsaneydi. İlk siyasi resimlerimi onun hakkında yaptığımda 13 yaşındaydım ve o yaşıyordu. 45 yaşındayken yaptığım Atatürk resimleri benim için her şeyden önce sevgi ve kahramanlık buluşturmalarıydı, siyaset değil. Çünkü Atatürk’ü “siyasi” olarak sorgulayan o alçak komplo ortalarda yoktu henüz. ??? Meslektaşlarım doğal olarak uluslararası arenada en doğal haklarını kullanarak, sanatın bu kadar hırpalandığı bir ülkede kariyer mücadelesi verirken, ben hem onların, hem de bizden sonra sanat yapacak insanların özgürce yaşamaları için mesaimin yarısını bu uğurda sarf ettim. Laik, demokratik, özgür ve eşitlikçi bir sosyal hukuk devleti olmadan ne sanat ne de edebiyat yapılabileceğini çok iyi bildiğim için, bu yolda tereddütsüz yürüdüm. Risk almayı hep sevdim. 1984’te, sanatta Batı monopollerini deşifre eden ilk manifestoları San Francisco’da yayımladığımda her an Amerika’dan sürülebilecek vizesi bitmiş 27’lik bir gençtim. 1987 ve 1988’de 12 Eylül faşizmine karşı ilk sanatsal bayrağı açıp, “Demokrasinin Kutusu”, “Kitap Yakma Makinesi”, “İşkence Odası” gibi yapıtları Atatürk Kültür Merkezi’ne yerleştirdiğimde, en yakın sanatçı arkadaşlarım beni durdurmaya çalışıp bu çılgınlığı nasıl yaptığımı anlayamadılar. O günlerde bugünkü gibi herkes “demokrasi”yi henüz ağzına sakız yapmamıştı. Geleceğin Nobel yıldızlarının Batı koruması altında “demokrasicilik” oynayıp kahramanlık payeleri almalarına daha 17 yıl vardı. ??? Atatürkçülüğün son yirmi yılda aldığı o akıl almaz nankör saldırılara karşı hep fikirlerimizle direndik. En yakın arkadaşlarımız sırayla öldürüldüler. Her gün tehdit aldık, ama hiç yılmadık. Şeriatçılarla mücadele, bölücülerle mücadele yetmedi, bir de medyayı işgal eden antidemokrat, ikinci cumhuriyetçi kerataları çıkardılar karşımıza. Beni bu kepazeler üzmedi. Tarih bu mücadelelerle doluydu ne de olsa. Beni üzen bu ülkenin “entel”lerinin ihaneti oldu en çok. Beyin ve akıllarını ayrı ayrı satışa çıkarıp, Atatürkçülere faşistırkçı, antidemokrat demeyi göze alacak kadar alçalabildiler. Sanatçı dostlarımın birçoğunun onların ve kapitalin medyatik yörüngesine girip, biraz da oportünistçe bu oyuna gelmeleri, bu komplolara gözlerini kapayabilmeleri, ömür üstünden en büyük acımdır belki de… Ama ben hep alnımda “kemalist” onuruyla yaşamayı tabii ki tercih ettim. Yine de biraz Atatürk, biraz da Gandhi’yi düşünerek, onları bile Tanrı’ya havale ederek affediyorum. İşte benim ilk elli yılım. ikincisini de umarım beraber değerlendiririz. email: bedbay?tnn.net Faks: 0212 227 34 65 SESSİZ SEDASIZ (!) www.bizkackisiyiz.com İSLAMCI iktidarın topluma dayattığı ve dayatmak istediği ne varsa, hepsine karşı demokratik direniş hakkını kullanmak isteyen yurttaşlar için bir sivil hareket başladı. Gerçekleri duyurması ile iktidarın tüylerini diken diken eden Kanaltürk Televizyonu’ndan Tuncay Özkan, “Biz kaç kişiyiz” diye sorarak, ilk aşamada 1 milyon kişiyi örgütlemeye çalışıyor. Örgütleme deyince kimsenin aklına “örgüt üyeliği” gelmesin. Bu çağrı kitleler arasında bir iletişim ağı kurmayı hedefliyor. Hani, faşizmin ayak sesleri karşısında “bana ne” deyip Yüksek Yerilim Hattı erdincutku?yahoo.com Gerçek Oktay Taşlı: “Değiştiklerini söyleyenler gerçekten de çok değişmişler!” Faşist Akif Kökçe: “Güç bende, istediğimi yaparım diyen faşist, çoğunluk bende, istediğimi yaparım diyen sosyal faşisttir.” de çevresindeki insanlara yönelik baskılara duyarsız kalan ve sonunda kendi kapısı çalındığında yardım alacağı kimseyi bulamayan insanları bilirsiniz. İşte o deneyimden yola çıkılarak bir araya geliniyor. Bir araya gelmenin üç yolu var; internet üzerinden “www.bizkackisiyiz.com” adresinden, cep telefonları ile tüm operatörlerden 3638’e “ben de varım” yazıp sms göndererek veya 0.592 211 36 66 numaralı çağrı merkezini arayarak. Birkaç hafta içinde bir araya gelenlerin sayısı 300 bine yaklaştı. Hedef en kısa sürede 1 milyon kişi olmak. Ev alma, ev kredisi al! Belediyelere de Bir Önerimiz Var… DENİZ BANOĞLU Bir televizyon kanalında, yeryüzünde farklı kültür ve yaşamları ekrana getiren programların kısa reklamıydı. Ne yazık ki izlediğim bölümün hangi ülkede geçtiğini belleğime not etmemişim. Büyük bir olasılıkla Güney Amerika’da bir ülkenin ilkel bir kabilesiydi. Çorak bir arazide birkaç yaşlı kadın yere çömelmiş oturuyor ve televizyon ekranına yansıyan anımsadığım kadarıyla şu cümleler: “Kabilemizden geriye kalan sadece beş kişiyiz, ama dilimizi koruyoruz. Çünkü bu dil bize atalarımızdan kaldı.” Çok şey söylüyordu bu iki cümlecik… Dünyanın belki de unutulmuş bir bölgesinde bir zamanlar kendi yaşam kültürlerini bir arada sürdüren bir halktan geriye kalan sadece bir avuç yaşlı insan, kendi konuştuğu dilini unutmama savaşımını veriyordu. Ulus olma şansını yakalamamış ilkel bir kabilede, yeryüzü küresinin bir köşesinde ömrünün belki de son günlerini yaşayan birkaç insan hâlâ kendi anadilini korumaya çabalarken 750 bin küsur kilometrekare bir toprak üzerinde 83 yıl önce bir ulus devlet kurmuş olan 75 milyon nüfuslu bir Türkiye’nin bugün kendi “anadilini” neredeyse unutur hatta kendi dilinden zaman zaman utanır duruma gelmiş olması düşündürücüdür. Böyle bir sonuç, yeni tanımıyla “küreselemperyalizmin” tektipleştirme politikasının bir ürünüdür. Sovyet rejiminin yıkılmasının ardından dünyaya egemen olan tek kutuplu otorite, yayılmacı siyasetini, gelişmiş Batılı ülkelerde “kültürel boyutlarıyla” sahneye koyarken, toprak ve yer altı zenginlikleri olan yeni yatırımlara açık Türkiye ve Ortadoğu ile Asya ülkelerinde kültürel ekonomik sömürü mekanizmasını harekete geçirerek uyguluyor. Ve ne yazık ki Türkiye bu yeni emperyalist yayılmacılıktan en büyük payı alan ülkelerin başında geliyor.. Bir yandan bu emperyal gücün Ortadoğu coğrafyasındaki ekonomik ve siyasal çıkarlarına zorunlu hizmet vermek durumuna düşürülür ve yeraltı yerüstü zenginliklerini gözü kapalı yabancılara teslim ederken, diğer yandan yozlaşmış kültürsüz yaşam biçimini bilinçsizce kendine malediyor.. Dilimiz, güzel Türkçemiz bundan en büyük zararı görüyor. Çünkü emperyal güçler, bir ulusun yok edilmesinin ilk aşamasının, anadilini ele geçirmekten başladığını çok iyi biliyorlar.. ??? Şimdi ülkemizin içinde bulunduğu durum, üzücüdür, çok acıdır, ama ne yazık ki budur. Yabancı dil eğitiminin hangi aşamada başlamasına ilişkin süregelen, ama hiçbir sonuç vermeyen tartışmalar, bugün bir yabancı dil olan İngilizcenin A’dan Z’ye yaşamamızın her köşesini işgal noktasına kadar geldi. Doğru ve güzel Türkçeyi henüz, hiç abartısız, (medya, okullar, devlet daireleri, özel kurum ve kuruluşlar dahil) hiçbir kurum ve kuruluşa tam olarak yerleştirememişken, bir garip Türkİngilizceyi pek de güzel biçimde, yaşamımızın içine sokmayı başardık. Sokak tabelalarından yeni kurulan sitelere, otellere, lokantalara, gazinolara, lokantalardaki yemek listelerinden gazetelerimize, televizyonlarımıza, program adlarına, giyime kuşama.. velhasıl aklımıza ne gelirse her şeye, her köşeye İngilizce ya da Fransızca, İtalyanca adlar vermeyi marifet haline getirdik. İstanbul’da mı, Ankara’da mı ya da Türkiye’de, yoksa bir yabancı kentte ya da ülkede mi yaşıyoruz? Böyle çarpık, hatta bana göre, böyle tehlikeli bir gidişte 26 Eylül Dil Bayramı’nı kutlamak acaba yine kâğıt üzerinde ya da kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarla mı sınırla kalacak? Gerçi Ankara’da Türk Dil Derneği’nin bu alanda övülecek somut çalışmaları oluyor, yayınları, toplantıları, eylemleri ile bu önemli sorunu ve konuyu sürekli gündemde tutuyor, hatta bazı il ve ve ilçe belediyelerinin en azından sokaklardaki yabancı tabelalara karşı önlem aldıklarını da duyuyoruz. Kıvanç verici bir gelişme de genç kuşakların yabancı dil kuşatmasına karşı ciddi biçimde örgütlenmeleri. Ancak çıkış noktamız, hiçbir yaşamsal sorunda, yapılanları yeterli görmemek olmalıdır diye düşünüyorum. Yeterli görmek, daha fazlasına girişmemek, savaşımı bırakmak demektir ki Türkiye’nin şu anda hiçbir sorunu için, böyle “atıl bir düşünce”, Türkçemiz dahil geçerli olmamalıdır. 1928 Harf Devrimi’yle başlayan,Türkiye’nin kültürü, tarihi ve özellikle de dili konusunda ömrünün son günlerine kadar sürdürdüğü çalışmalarında Mustafa Kemal Atatürk, Türk dili için görüşünü 26 Eylül 1938’de Afet İnan’a: “Bizim ulusalcılığımızın esası dil birliğimizin korunmasıyla olacaktır” sözleriyle özetlemişti. Acaba bu sözleri boşuna mı söylemiştir?.. Hayır! Bir yüzyıl sonrasında, yeryüzü küresinde ve dahası Türkiye’de olabilecek her türlü siyasal, kültürel, ekonomik gelişmeleri öngördüğünden, “dilin” ülkenin birliği ve bütünlüğü için ne büyük bir önem taşıdığının mesajını vermiştir. Bu nedenle, Dil Bayramı’nın 75’inci yılında, gençlerin ve kurumların Türk dili adına savaşımlarının sürmesini dilerken, bir göndermeyi de başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’nin büyük kent belediyeleri ve ilçelerin belediye başkanlarına yapmak isteriz: Lütfen bölgeniz içinde her alanda yabancı dil kullanımını, elinizdeki geçerli yasalarla önleyin, yasaklayın. Böylesi çarpık bir gelişme, “dilin zenginliği değil, kirlenmesidir!” Hepimizin Dil Bayramı kutlu olsun!.. ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci?mynet.com HARBİ SEMİH POROY HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN (ÇÖPLÜK ÇOCUKLARI) TAYYAR ÖZKAN www.junkidz.com OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 25 Eylül www.mumtazarikan.com 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1/ Parlak sarı tüyleri olan 1 ötücü bir kuş. 2 2/ Hafif ışık... 3 Çemberin 4 çevresinin çapına oranı 5 nı gösteren 6 sayı. 3/ Top 7 durumundaki çiçekleri ku 8 ruduktan 9 sonra sapları 1 2 3 4 5 6 7 8 9 kürdan olarak kullanılan yabani bir bit 1 G Ü N N Ü C E K A Y A N İ S ki. 4/ Şarkı, türkü... 2 Ö R S K İ Sadık köle. 5/ Boyun 3 Z E N N E OH ME T eğen, kendini başka 4 T A F A R A sının buyruğuna bı 5 A T V E rakan... Ticaret eş 6 Ş A İ R H A L T E S yası. 6/ Üstü kapalı 7 I R K olarak anlatma... 8 A N E L E N A “Ne akilem ne diva 9 O K A L İ P T Ü S ne / Gel gör beni n’eyledi” (Yunus Emre). 7/ Sahip... Yankı... Yüze sürülen pembe düzgün. 8/ Bir ilimiz... Avrupa’nın ikinci uzun ırmağı. 9/ Bir müzik parçasının hangi hızla çalınması gerektiğini gösteren aygıt. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Siyah renkli ve uzun gagalı bir kuş. 2/ Yemek... Eski Mısır’da güneş tanrısı... “Hadi ver ellerini / Ufkumdan esen yellerine” (Behçet Necatigil). 3/ Mürekkebi kurutmakta kullanılan çok ince kum... Bir soru eki... Bir nota. 4/ Soğukla sıcak arası... Üzerine ayakkabı giyilen, kısa konçlu ve yumuşak bir ayakkabı. 5/ Unutmak, gözden kaçırmak. 6/ Titreme ve ateş nöbetleriyle kendini gösteren bir hastalık... Yapısına girdiği sözcüğe “kendi kendine” anlamı katan yabancı önek. 7/ Büyük kız kardeş... Öğütülmüş tahıl. 8/ Solunumun az ya da uzun süreli olarak durması... Tiyatroda sahne. 9/ Bir malın sürümünü arttırmak için başvurulan etkinliklerin tümü. CUMHURİYET 16 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle