14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
24 EYLÜL 2007 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ ekonomi?cumhuriyet.com.tr DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA The Economist, “büyük boom”un bittiğini, 1974’te, yani bittikten yaklaşık 6 yıl sonra, ünlü “Kemerlerinizi bağlayınız” başlıklı yorumuyla haber vermişti. Bu, küreselleşmeci, neoliberal düşüncenin “amiral gemisi” dergi, bu hafta, yine gecikmiş ama yine de klasik olmaya aday yorumunda dünya ekonomisinde bir dönemin bittiğini açıklıyor. Peki şimdi ne oldu? Economist’in (22 Eylül), “Dönüm noktası” başlıklı yorumu (sf, 33) “Bu son mali kriz, istikrarlı büyümenin altın çağının sonuna mı işaret ediyor?” sorusuyla başlıyor. Özetle, dergiye göre, “geçen 20 yılda dünya ekonomisinde istikrarlı bir büyüme vardı, resesyonlar ılımlı, sarsıntılar yumuşaktı. Bu dönemden en çok da ABD yararlandı”. Şimdi “dünya ekonomisi bir karar noktasında”. Diğer bir deyişle adeta yıl 1974… Bir farkla ki, derginin geçen 20 yıl ile ilgili saptamaları, dünya nüfusunun yüzde 0.1’lik en zengin kesimi dışında kalanlar açısından tam anlamıyla kurgu bilim. Bu 20 yıl, 1982 borç krizinden baş 13 ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com Yani birileri bir şeyler yapmalı... Paradigmanın ‘yeniden’ iflası 19591970’ler döneminde, bir ekonomik paradigma (ulusal Keynesçilik) iflas etti, yaklaşık 10 yıllık bocalamadan, sınıf savaşlarından sonra 1980’lerin ortasında “neoliberalizm”, 1990’ların başında “küreselleşmecilik” paradigması hâkim oldu. Piyasaların, özellikle mali piyasaların serbestçe işleyişinin önündeki tüm yasal, kurumsal (işçi hareketinden, çevre ülkelerdeki “ulusal projelerde” kadar) engeller kaldırılmalı, sermayenin küresel çapta serbestçe dolaşımı sağlanmalı… Bu paradigma iki kez (1997 ve 20002001) iflas etti. Ama merkez bankaları devreye girip devasa bir mali genişlemeyle depresyonu önlediler, sorunları ertelediler. Şimdi, merkez bankalarının müdahalesi yetmiyor, hükümetler devreye girmeli, korumacılık, regülasyon, denetleme, devletleştirme vb… Çok mu abartıyorum? Başladı bile. Bir süredir, “ekonomik ulusalcılık”, enerji/kaynak savaşları (bu kaynakların dağılımında artık serbest piyasaya güvenilemiyor) gibi konuları konuşmuyor muyuz? Şimdi de İngiltere’de, Northern Rock krizinde hükümet tüm mevduatları devlet garantisi altına alarak, Financial Times’tan Martin Wolf’un deyimiyle “devletleştirmedi mi?” Bir dönüm noktasında olduğumuza ilişkin iki (ilginç bir biçimde sınıf mücadeleleriyle, ideolojik şekillenmelerle ilgili) belirti daha var. İkisi de, İngiltere’deki tartışmalar içinde ortaya çıktı. Birincisine The Guardian’dan Martin Kettle dikkat çekti. Kettle, Başbakan Gordon Brown’dan, Northern Rock, krizinin (kredi zincirinin kırılmasına yol açan karmaşık mali icatların) bankanın kapılarında oluşan, tüm mali sistemi yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya getiren kuyrukların, “mali piyasalara karışılamaz” savını halkın gözünde yıkarak “sosyal demokratların toplumsal uzlaşma projesi” açısından büyük bir fırsat yarattığını söylüyor (22/09). Kettle neoliberalizmin, 1929’dan bu yana krizlerin hep devlet müdahalesinden kaynaklandığını savunduğunu (Milton Friedman, örneğin) ancak gelişmelerin, krizilerin aslında piyasaların bizzat kendisinden kaynaklandığını, mali piyasaların devletten yardım istemek için kuyruğa girdiklerini Brown’a anımsatıyor: Toplumsal çıkarı da göz önüne alan, düzenleme ve denetimleri geri getirmeye başlamanın tam sırası… The Guardian, küreselleşmeci, serbest piyasa yanlısı ama, geleneksel olarak sosyal demokrat bir yayındır. Peki, Financial Times’ın, İngiltere Merkez Bankası guvernörü King’den “arkadaşım” diye söz eden ekonomik editörü Martin Wolf’a, “mali piyasalar dünya ekonomisini rehin aldı” sözleriyle başlayan yazısına ne demeli? (11/09). Wolf, Merkez Bankası’nın, bankaların karşısında neoliberal prensiplerini korumaya çalıştığını ancak kaybettiğini yazıyor ve ekliyor: “Bankalar inatlaşmayı, salt çok güçlü bir lobi olduklarından değil (çok güçlü bir lobidirler E.Y.) ekonomiye bu kadar büyük bir zarar verebilecek kapasiteye sahip olduklarından kazandılar” (20/09). Bu noktada, ABD Merkez Bankası FED’in, büyük bankalar tarafından kurulduğunu, onların malı olduğunu, yönetim kurulunda ve Maliye Bakanlığı’nın başında mali piyasaların temsilcilerinin bizzat oturduğunu anımsamak yararlı olabilir. Bence, gelişmeler, sermayenin bir bütün olarak genel çıkarlarını savunmakla görevli kurumların, sermayenin organik entelektüellerinin (SOE) tutum değiştirmeye başladığını gösteriyor. SOE’nin, “mali devreler” üzerinde oturan sınıf fraksiyonunun kısmi çıkarlarıyla, bu çıkarları ifade eden savlarının, sermayenin genel çıkarlarına zarar verdiğini düşünmeye, alınması gerekli önlemleri/müdahaleleri tartışmaya başladıklarını gösteren belirtiler giderek artıyor. Tüm bunlar bir dönemin sonuna gelindiğini bir kez daha gösteriyor. ‘The Economist’ten Al Haberi... Geç de Olsa… lamak üzere, birbirini izleyen mali krizlerle (1987/borsa, 1990/Japonya, 1993/sterlin, 1994/MeksikaTürkiye, 1997/Asya, 1998/RusyaBrezilya, 200001/ArjantinTürkiye, “dot.com”) dolu, merkez bankalarının her dönemeçte depresyon tehlikesiyle boğuştukları, ekonomileri sorunları sürekli erteleyerek ayakta tutmaya çalıştıkları bir dönem oldu. Dergi bu “iyi zamanların” arkasındaki nedenleri araştırıyor. Bir yaklaşıma göre şans büyük rol oynamış. Dergi haklı olarak bu açıklamayı ciddiye almıyor, kendi değerlendirmesini “ekonomiler daha esnek olmayı öğrendiler” savı üzerinde yoğunlaştırıyor. (1) Teknolojinin de yardımıyla stok yönetimindeki yeni yöntemler, “Justintime”; (2) ucuz kredi ortamı ve mali icatlar türevler vb. (3) merkez bankalarının (ve genelde hükümetlerin) bu ortamı destekleyen politikaları. Toplumsal yaşama, “Piyasa en iyi düzenleyicidir”, “Sermayeye düşük vergi, yüksek büyüme yaratır” gibi ideolojik bayağılıklarının değil de, eleştirel ekonomi politiğin gözlüğüyle bakanlar, Economist’in saptadığı nedenlerin, aslında, kriz yönetim mekanizmaları olduğunu göreceklerdir: Stok yönetimi sabit sermayenin değişken kısmının atıl kalma süresini ve ilgili maliyetleri azaltır; teknolojik gelişme dolaşımını hızlandırır, mali genişleme, andaki üretimin gelecekteki gelirlerle değerlenmesini (kredi gelecekte üretilecek ve/veya kazanılacak gelirleri varsayarak verilmez mi?) sağlayarak, sermaye birikim sürecinin kopmasını engeller… Economist’in bu listeye almadığı iki yöntemi de biz anımsatalım: Makineleşmeyle ve siyasi baskıyla emek maliyetinin düşürülmesi, talep yetersizliğinin ve kapasite fazlası sorununun, mal ve sermayenin ihracıyla aşılması. (Bkz: Karl Marx, Kapital Cilt, III, Kâr oranları düşme eğilimi… bölümü). Bunların hepsini bir araya koyunca da karşımıza, küreselleşme denen olayın anatomisiyle, siyasi ideolojik (merkez bankaları ve hükümet politikaları) ekosistemi çıkmıyor mu? Economist’in savını yeniden özetlersek: Son 20 yıllık “altın çağın” arkasında “küreselleşme” var. Dergiye göre şimdi bu “dönem boyunca büyümeyi (siz sermaye birikimi diye okuyunuzEY) stabilize eden mekanizmalardan biri (mali icatlartürevlerEY) büyümeyi tehdit edici bir etkene dönüştü. Economist diyor ki: “Kredi piyasaları böyle sakatlanmış bir biçimde kaldığı sürece ekonominin olağan özdüzenleme kapasitesine tümüyle güvenilemez”. Böylece de, nihayet Economist baklayı ağzından çıkarıyor. Aktardığım alıntının ayakta kalabilmek için başvurduğu “Piyasalar kendini dengeleyemezse ekonomi kendini düzenleyemez” totoloji, aslında bir kez piyasalarda kriz başlayınca, ekonominin (piyasanın) kendi kendine dengelemesini beklememek gerekir demekten başka bir anlama gelmiyor. Ne Kadar da Özgürlükçü! Hükümet, seçimlerden sonra, işe, yeni bir anayasa ile başlamaya çalışıyor. Başbakan’ın 12 Haziran’da verdiği sipariş üzerine bilim insanlarınca hazırlanan taslak, kamuoyuna açıklandı ve Sapanca toplantılarından sonra sahibine sunuldu; ancak, son şekliyle açıklanması ertelenmiş görünüyor. Yine de, bir taraftan “hazırlanış yöntemi” bir taraftan da “öğrenilebilen” kısımlarıyla kamuoyunda yoğun biçimde tartışılıyor. Ancak bu tartışma hiç de sağlıklı gitmiyor. Çünkü AKP hükümeti kendisiyle çelişiyor; özgürlükçü anayasa hazırladığını öne süren hükümet, taslağın özgürce tartışılmasına bile hoşgörü ile yaklaşamıyor. Böylesi bizim tarihimizde hiç görülmedi. Öncekiler, “önce söyletirler, sonra sustururlardı”. Bunlar baştan susturuyor! ??? Yaklaşık yüz yıl önce İttihat ve Terakki, “özgürlük sözü vererek”, daha doğrusu, “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sözleriyle iktidara gelmişti. Fırka, daha sonra acımasız bir baskı idaresi kurmuş ve “özgürlük var sanıp kendisini eleştirenleri” şu ya da bu biçimde işlevsizleştirmişti. Şair Eşref’in ünlü dizeleri o süreci çok güzel anlatır: Devri istibdatta gerçi her şey memnu idi Söyletmezlerdi sana istesen de tananı Devri hürriyetteyiz şimdi değişti kaide Söyletirler önceden, sonra yaparlar ananı! (İstibdat=baskı rejimi; memnu=yasak; tana=akraba; kaide=kural) Yakın yıllarda, aynı yaklaşımı bu toplum bir kez daha “yaşadı”. Bir önceki anayasa hazırlığı sırasında, 12 Eylül’ün faşizan yönetimi, İttihatçı yöntemi izledi. Hazırlattığı anayasa taslağını kamuoyunda tartışmaya açtı. Askeri rejim, toplumun tüm kesimlerinden taslak konusunda görüş oluşturmasını istedi. Bunun üzerine başta üniversiteler olmak üzere, dönemin özgürlük ve demokrasi yanlıları, tam bir toplumsal sorumlulukla 12 Eylülcülerin hazırlattığı taslağı tartıştı; iyi niyetle demokratik öneriler geliştirdi. Ve bunların taslağa eklenmesini bekledi; “boşuna” bekledi. Darbecilerin anayasa taslağını eleştirenler, değişik uygulamalarla baskı altına alındı; pek çoğu 1402 sayılı yasa uygulamasıyla üniversitelerden kovuldu! 12 Eylül, önce “özgürsünüz” deyip “söyletti”; sonra da özgür olduklarını sananları temizledi; toplum örgütsüzleştirildi ve ezildi. ??? İlginçtir, 12 Eylül’ün antidemokratik anayasasının yerine “demokratik ve özgürlükçü” anayasa getireceğini öne süren AKP, taslağın serbestçe, özgürce tartışılmasını istemiyor; İttihatçılar ve 12 Eylülcüler kadar bile “önceden söyletmiyor”. işin özünde özgürlüğü kaldıramıyor. Çıkan cılız sesleri bile boğmaya çalışıyor, AKP, anayasa taslağını kimlerin tartışabileceğine de kendisi karar veriyor! Başbakan “fetva” veriyor; “karışmayın” “işinize bakın” diyor; üniversitelerin, yüksek yargı organlarının temsilcilerinin, sivil toplum kuruluşlarının taslağı tartışmasını ve görüş bildirmesini istemiyor. Toplum adına söz söylemesi gerekenler, bu en önemli toplumsal görevlerini yapmaktan alıkonulmaya çalışılıyor. Daha doğrusu hükümet, özgürlükçü(!) bir tutumla, onların “susmasını” istiyor. Taslağı kimlerin tartışabileceğine de kendisi karar veriyor! Gerçekte, tüm dikkatleri türbana çekerek, yeni anayasayla yapılmak istenen tam da budur: “Yasalar”, bundan sonra tartışmasız çıkacaktır. Meclis, hükümet tasarılarını “olduğu gibi” kabul edecek, Çankaya onaylayacak ve Anayasa Mahkemesi’ne iş kalmayacaktır. Kamu çalışanlarının atanması, “kayıtsız, koşulsuz” yani hükümetin keyfince yapılacak, kadrolaşma çok kolaylaşacaktır. Bununla da kalınmayacak, hükümetin diğer uygulamaları da tartışılamayacaktır. Anayasa taslağını, toplumsal yapının ana temelini konuşamayan toplum “ayrıntılarla” mı uğraşacaktır? Bu gidişin, yarın, İttihatçıları ya da 12 Eylül’ü aratıp aratmayacağını, minibüslerin üzerinde yazıldığı gibi, “Allah korusun” diye geçiştirmek ne kadar doğrudur? Nasıl oluyorsa, hâlâ kimi çevrelerce, AKP’nin anayasa taslağının tartışması sırasındaki saldırgan tutumundan, “yeni demokratik açılımlar”, genişletilmiş özgürlükler ve toplumsal “hayırlar” bekleniyor! [email protected] ÇUKOBİRLİK Pamuk üreticisine avans darbesi ADANA (Cumhuriyet Bürosu) Pamuk üreticileri, Çukurova Pamuk, Yerfıstığı ve Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’nin (ÇUKOBİRLİK) pamuk taban avans fiyatını 85 YKr olarak belirlemesine tepki gösterdi. Bu sene yine umduğunu bulamayan üreticiler ve üretici örgütleri maliyeti 1 YTL ’yi aşan pamuğa verilen fiyatı yetersiz buldu. Maliyet fiyatı ile açıklanan fiyatın arasındaki farkın üretime destek primi olarak ödenmesi isteniyor. Türkiye’nin yıllık 1 milyon 400 bin ton lifli pamuğa ihtiyacı olduğunu belirten Yüreğir Ziraat Odası Başkanı Durmuş Halis, “Bu ihtiyacın karşılanması için yıllık 800 bin ton pa muk ithal ediliyor. Yanlış tarım politikaları ve yanlış fiyat uygulamaları nedeniyle ülkede ekim alanlarının azalması ithalatı zorunlu kılıyor” dedi. Halis, “Yağlı tohum ve pamuk ithalatına yıllık 1.5 milyar dolar paramız gidiyor. Tekstil sanayiinin ihtiyacını bile karşılayamayacak duruma gelindi. Bu böyle devam ederse üretim düştükçe ithalat artacak” diye konuştu. CUMHURİYET 13 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle