22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 AĞUSTOS 2007 CUMA 14 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr SERGİ 7 EKİM’E DEK PERA MÜZESİ’NDE Biri kuzeyden, biri güneyden Temmuzun son iki gününde modern sinemayı derinden etkilemiş iki ustayı, Ingmar Bergman’la Michelangelo Antonioni’yi peş peşe yitirdik SUNGU ÇAPAN Pirosmani’nin yapıtları İstanbul’da Kültür Servisi Sanat tarihine naif resmin en büyük ustalarından biri olarak geçmiş Gürcü ressam Niko Pirosmani’nin ( 1918) yapıtları, önceki akşam Pera Müzesi’nde açılan sergiyle ilk kez ülkemizde sanatseverle buluşuyor. Serginin açılışına, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Başkan Yardımcısı İnan Kıraç’la birlikte, Gürcistan Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı ve Parlamento Başkan Yardımcısı Cemal İnaişvili, Gürcistan Ulusal Müzesi Müdürü David Lordkipanidze, Gürcistan Ankara Büyükelçisi Grigol Mgaloblişvili, Gürcistan İstanbul Başkonsolosu Zviad Kvatchtiradze, sponsor kuruluşlardan DEİK İcra Kurulu Başkanı Rona Kırcalı’nın de aralarında olduğu birçok işadamı, sanatçı ve konuk katıldı. Sergide, Pirosmani’nin dünyaca ünlü yapıtlarını da içeren geniş bir seçki yer alıyor. u hafta, genelevlerde, sirklerde sevgiden yoksun, kir pas içinde büyüyüp kankası Simone Berteaut’la ayakta kalmaya çabalarken boğaz tokluğuna şakıdığı sokaklarda keşfedilmiş, dipten gelerek doruğa vurmuş, aşırı uçlara savrulmuş, dramatik (hatta tam acılı arabesk diyebileceğimiz) yaşamı ve unutulmaz şarkılarıyla Fransızların sevgilisi olmuş, efsanevi Edith Piaf üstüne Olivier Dahan’ın yazıp yönettiği ve gerçekten ünlü şarkıcıya son derece benzetilmiş Marion Cotillard’ın Piaf rolünde beylik deyişle resmen döktürdüğü, hem Fransız usulü, uzun tutulmuş ama etkileyici bir biyografik film, hem de Piaf’ın belli başlı klasiklerinin seslendirildiği, nefis bir konser filmi niteliğindeki La Môme Kaldırım Serçesi’ni yazacakken ansızın ajanslara peş peşe düşen iki ölüm haberiyle sarsıldık. Biri kuzeyden öteki güneyden ‘eserek’ 20. yüzyıl kültürüne damgasını vurmuş olan modern sinemanın iki büyük ustası, Ingmar Bergman’la Michelangelo Antonioni, bir gün arayla perdeyi indirdiler temmuzun son iki gününde. (Araya bir de Fransız sinemasının yarım yüzyıllık deneyimli oyuncusu Michel Serrault’nun ölümü girdi.) NTONONİ: İLETİŞİMSİZLİK,YALNIZLIK VE YABANCILAŞMANIN SİNEMASI Alışılagelmiş iyi film ölçütlerinin artık değişip gişede satılan bilet adedine ya da kelle sayısına evrildiği (!) günümüzün alabildiğine gösterişli, şık, cafcaflı, yoz, hızlı ve özel efekt bombardımanı gibi ‘oyuncaklı’ filmlerinden çok daha farklı, kalıcı, soylu ‘yaratıcı yönetmen’ filmleriyle sevdalanmıştık biz sinamaya vaktiyle. 1950’li yılların sonundan başlayarak çoktan yarım yüzyılı devirmiş bizim kuşağın yedinci sanata gönül düşürmesinde başı çeken bu yaratıcı yönetmenlerden biri ‘güneyli umutsuz’ karamsar Antonioni’ydi, biri de nevrotik ‘kuzey boğuntusu’ Bergman. 2. Dünya Savaşı yıllarında Rossellini’nin Paisa, Roma Açık Şehir gibi filmleriyle açtığı yoldan ilerleyerek 194555 arasında başta Hollywood, tüm dünya sinemasının gidişini etkileyip yönlendiren ve dümenine De Sica, Visconti, Fellini, vb. gibi yönetmenlerin geçtiği Yenigerçekçilik akımına eleştirmen, belgeselci ve senaristliğiyle dahil olup giderek toplumsaldan bireysele yönelen ve ısrarla kentli bireyin iç dünyasına, yakın plan bakarak kendi kişisel yolunu bulan, B Michelangelo Antonioni A 1912 Ferrara doğumlu üstüne çektiği bu ünlü (SerüvenAntonioni, ilk filmi Bir GeceBatan Güneş) üçlemesiyAşkın Güncesi’ni 1950’de le ergen belleklerimize hiç çıkçekti. mamacasına yerleşen Antonioni Ferrara’da kuşku, yılgındaha sonra o dönemdeki gölık ve kararsızlıklarla gelinüldeşi ve gözde oyuncusu Mogman r şen bir aşkın öyküsünü aknica Vitti’yle Richard Hare B r a m Ing taran bu ilk filminde kadın ris’i eşleştirdiği Kızıl Çöl’le kahramanını (Lucia Bose) (1964) ilk renkli filmini yaptı. erkekten (Massimo Girotti) Üslupçuluğunun doruğa çıktığı, bunalımdaki daha düzenli ve ayrıntılı ele alarak öne çıkaran Vitti’yi rastladığı Türk gemicisinin Türkçe koAntonioni, ikinci filmi Kamelyasız Kadın’da nuşarak teselli etmeye çalıştığı sahnesiyle hatır(1953) sinema dünyasının karışık kulvarlarında ladığımız renklerle oynayan görsel ve felsefi dokoşuşturan bir kadını, üçüncü filmi Kadınlar Ara kusuyla da seçkinleşen Kızıl Çöl’ün ardından sında’da (1955) Torino’da yaşayan bir grup so İtalya dışına taşıp İngiltere’de çığır açıcı filmlerunlu kadının iç âlemlerini anlatınca çabucak rinden BlowUpCinayeti Gördüm’ü (1967) ‘kadın yönetmeni’ olarak etiketlendi. Bu ilk çekerek uluslararası arenaya açıldığı yeni bir döfilmleri, bunaltılı öyküleri, plastik çerçeveleme neme giren Antonioni, çağrıldığı Amerika’da leri, kasvetli atmosfer ve biçimci üsluplarıyla üniversiteli 68 gençliğine kamerasını çevirdiği sıkça taklit edilen bir modaya bile dönüşmüştü Zabriskie Point (1969) ve Mao’nun kültür devo dönemde. 1957’de bu kez yine doğduğu kent rimini geride bırakmış Kızıl Çin’e giderek 2 yılolan Ferrara’daki işçiemekçi çevresi fonunda da tamamladığı, Çinlilerin pek beğenmediği uzun geçen ve yine kadınerkek ilişkisinin çıkmazının belgeselinin ardından 1975’te Jack Nicholson gölgesi altında intihara açık bir finale bağlanan ve Maria Schneider’le bir başka unutulmaz başbir erkek kahraman (Steve Cochran) öyküsü yapıtını gerçekleştirdi: Profession Raporter Yolanlattı Çığlık’ta. cu. Özellikle vaktiyle Mel Brooks’u bile etkile1960’ta Cannes’da seyirciyle eleştirmenleri miş o sabit kamerayla çekilmiş, 7 dakikalık, koikiye bölerek alkışlar ve protestolar altında Al nuşmasız finaliyle sinema tarihine geçmiş Yoltın Palmiye’yi kazanan, çağının çok ötesindeki cu, bir başkasının kimliğine bürünmek isterken Serüven’de yine ‘özne ve tanık’ olarak kadını hem kendi geçmişinden kurtulamayan hem de yeöne çıkaran Antonioni, Serüven’i izleyen Gece ni kimliğinin sorunlarıyla baş edemeyerek öldü(1961) ve Batan Güneş’le (1962), yalnızlık, rülen bir gazetecinin (J. Nicholson) serüvenini sükimlik sorunu, yabancılaşma, vb. gibi yan tema rükleyici bir polisiye gerilim temposunda anlalarının yanı sıra temel ana teması diyebileceği tırken bireyin gerçeklerden kaçamayışını vurgumizi kadınerkek arasındaki iletişim kilitlenme luyordu. sini beyaz perdeye taşımayı sürdürdü o bilinen 1981 yapımı, Bir Kadının Tanımlanması’yla ayrıntıcılığı ve özeniyle. Gitgide bozulup kilit yeniden kadınerkek beraberliğinin açmazına lenen kadınerkek uyumu (ya da uyumsuzluğu) dönerek, iletişimsizlik ve kimliğini aramak gibi demirbaş temalarını bir kez daha ele alan usta, çekeceği yeni filmi için kadın kahraman arayan bir yönetmen (Tomas Milian) hakkındaki bu filmiyle de çok ses getirmişti çeyrek yüzyıl öncesinde. 1985’ten sonra geçirdiği felçle, son karısı Enrica Fico’nun bakımında sınırlı, eziyetli bir hayata mahkum olan Antonioni, artık bir işe yaramadığını düşünenleri, Wim Wenders’in desteğiyle çevirdiği Bulutların Ötesinde (1995) ve Steven Soderbergh, Wong Kar Wai’yle yönettiği, 3 bölümlü Eros’la (2004) yanıltacaktı son demlerinde. Arada bir sinema üstüne de yazmış romancı Alberto Moravia’nın belirttiği gibi, “gece gündüz durmaksızın aynı şarkıyı söyleyen bir yalnız kuştu” o; yalınkat bir anlatıcıdan çok kendi tematiğini, filmden filme derinleşen çeşitlemelerle habire zenginleştiren bir ustaydı. Yoğun biçimde iletişim kopukluğunu yaşayan kahramanları, ıssız, soğuk ve sağır bir dünyanın çıkmazlarında sürekli dolanırlar. Filmlerinde, bu labirentlerde yitmeyi göze alanları sarıp sarmalayan edebi bir boğuntu duyumsanır. Kuşkusuz sinemanın son 40 yılına, özde insan ilişkilerinin sorgulanmasını ve belirgin, bir yabancılaşmayı yansıtan yapıtlarıyla damgasını vurmuş, çok sayıda sinemacıyı etkilemiş ve yaşarken efsaneye dönüşmüş Antonioni gibi, onunla aynı dönemde yetişmiş, özellikle 19506070’li yıllarda seçkinleşmiş, İsveçli bir Protestan papazının oğlu Ingmar Bergman da, belirgin bir kuzey hüznü içeren, kendine özgü filmleriyle ayrıksı bir kategori oluşturur modern sinemada. Hakkında çok yazılmış, yaşamın tekdüzeliğine dayanan, aşkın, cinselliğin, tutkunun, inancın bile engelleyemediği bir karamsarlığın egemen olduğu, Woody Allen’in başını çektiği fanatik hayranlarınca baş tacı edilmiş Bergman sinemasından bir örnek bile seyretmemiş sinemasever olabilir mi? Yaban Çiçekleri’nden Bir Evlilikten Sahneler’e, Sessizlik’ten Yedinci Mühür’e, Persona’dan Utanç’a, Çığlıklar ve Fısıltılar’dan Fanny ve Alexander’e kadar uzatılacak nice başyapıtı yedinci sanata armağan etmiş Bergman, geleneksel hikâyelemeye sırt çevirmeden, ‘sadık bir eş gibidir’ dediği tiyatrodan (sinemaysa ‘kaprisli, hep isteyen bir metrestir’, kuzeyli ustaya göre), İsveç sinemasına özgü bir natüralizm yaklaşımından, Fransız şiirsel gerçekçiliğinden, Alman dışavurumculuğundan ve gerçekçilikten beslenen, özgün bir anlatım tutturduğu filmleriyle (ayrıca tiyatroculuğu ve oyun yazarlığıyla) yıllar yılı çeşitli kuşakları esinleyip etkileyegelmiş, çağımızın en önemli yaratıcı yönetmenlerinden biriydi kuşkusuz. K Â M İ L M A S A R A C I K Ü L T Ü R ? Ç İ Z İ K Serrault yaşama veda etti... Kültür Servisi ‘La Cage aux Folles’ (Kuş Kafesi) Tiyatrosu ve filminde canlandırdığı eşcinsel gece kulübü sahibi Albin Mougeotte rolüyle uluslararası üne kavuşan Fransız oyuncu Michel Serrault, Honfleur şehrindeki evinde kansere yenilerek yaşama veda etti. Paris’te oyunculuk eğitimi alarak kabarelerde oyunculuğa adım atan oyuncu, 130’u aşkın filmde rol aldı. Güldürü oyuncusu olarak yola çıkan Serrault, çeşitli karakterleri canlandırarak Fransa’nın çok yönlü aktörlerinden biri oldu. CUMHURİYET 14 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle