19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 AĞUSTOS 2007 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Büyük Taarruz ya da Kararlı Bir Saldırı (26 Ağustos 1922) PENCERE 26 Ağustos 1922 tarihinin Türk Devrim tarihi açısından önemine gelince... Bu tarihten sonra ülke, yabancı işgalinden kurtarılmıştır, ardından da hızla tam bağımsızlık ilkesini benimseme, uluslaşma bilincine varma, çağdaşlaşmayı amaç edinme ve Türk devletinde siyasal açıdan köklü bir değişimin simgesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecine girilmiştir. dunun temel kuvvetlerini inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve soylu ulusumuzun özverilerine layık olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk ulusu, geleceğine güvenmekle haklıdır. Savaş alanındaki beceri ve özverilerinizi yakından gözlüyor ve izliyorum. Ulusumuzun hakkınızdaki değerlendirmelerine aracı olmak görevimi aralıksız ve durmaksızın yerine getireceğim. Başkomutanlığa önerilerde bulunulmasını cephe komutanlığına buyurdum. Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan savaşları verileceğini göz önünde tutarak ilerlemesini ve herkesin aklını başına alarak yiğitlik ve hamiyet yolundaki yarışmada harcamasını kendilerinden isterim. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” 26 Ağustos 1922 tarihinin Türk Devrim tarihi açısından önemine gelince... Bu tarihten sonra ülke, yabancı işgalinden kurtarılmıştır, ardından da hızla tam bağımsızlık ilkesini benimseme, uluslaşma bilincine varma, çağdaşlaşmayı amaç edinme ve Türk devletinde siyasal açıdan köklü bir değişimin simgesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecine girilmiştir. Bu değerlendirmelerimiz ışığında baktığımız zaman Mustafa Kemal’in amacı apaçık görülmektedir: “Türk ulusunu geri kalmışlıktan kurtarma eylemi.” Nitekim 1938’de Mustafa Kemal’in ölümünün hemen ardından yazar Raymond Cartier’in ona ilişkin değerlendirmeleri oldukça önemli ve doğru saptamalardır. Onun yapıp ettiklerinin bir yabancı gözüyle saptanması oldukça ilginçtir. Dikkatlerinize sunuyorum: “…Devrin yüksek kişilikleri kitaplarda, konferanslarda Türkiye’nin asla değişmeyeceğini ve değişmeden yok olacağını ilan etmişlerdi. Oysaki yok olmadan değişti. Hem de kökünden ve baştan aşağı değişti. İnançlar, gelenekler, yöntemler yıkıldı… Türkiye ruhunu değiştirmişti. Tamamen ve düşünülmesi mümkün olduğu kadar… Bu nasıl oldu? Sadece oradan bir insan geçti. Orta boylu, herkes gibi yürüyen, bakışları ve gözlerinin ışığı ayrımlı bir insan. Onun ismi Mustafa Kemal idi.” na ulaştı. Bizler de teker teker değil ama birbirimizle bütünleşmiş olarak bunu başarabiliriz! Eğer ülkemizin yeniden saygın, barışçı, sözü dinlenir ve sözüne güvenilir çağdaş bir devlet olmasını istiyorsak, canlarımızı bile ortaya koyarak, ülkemizin ve ulusumuzun refahı ve geleceği için çalışmalıyız, çalışmalıyız, çalışmalıyız!!! Yineliyorum, zaman yılgınlık, bezginlik, umutları yitirme zamanı değil! Zaman, bir an önce harekete geçme ve üzerimize düşenleri gerçekleştirme zamanı! Bu Köşeler, Okurlarındır! “Bu köşeler babanızın malı değil” demişler!.. Bir köşeden atılmak acı bir şeydir. Bir yazar, yıllar yılı o köşede konuşur, anlatır, yorumlar, dertleşir, bir gün gelir patron o yazarı o köşeden uzaklaştırmak gereğini duyar. Öyle ya, o köşe, o yazarın babasının malı değildir!.. Ama o köşeyi ona yalnızca belirli bir patron mu vermiştir? Yoksa o gazetenin okurları mı? On yıl, yirmi yıl, daha da fazla bir süre onlarla içli dışlı olmuş bir yazar okurlarının dostu, yakını olmamış mıdır? Hangi patron, hangi güç okurlarının sevgiyle saygıyla bağlandığı bir yazarı dışlayabilir?.. ??? Köşesinden koparılmak, şu ya da bu yüzden ayrılmak, hepimizin zaman zaman tattığı bir duygudur. Emin Çölaşan’ın yaşadıklarını duyunca ben de geçmişimdeki olayları anımsayıverdim. 1956’dan 1962’ye “Vatan” gazetesinde “Düşle Gerçek” ve “Evet Hayır” köşelerinde hemen her gün bir yazım çıkıyordu. Derken şirket yönetiminde değişiklikler, anlaşmazlıklar koptu, yazılarıma son verildi. Bu, birinci atılış. ??? 1969’dan sonra Cumhuriyet’te “Evet Hayır” köşesinde yazmaya başladım. Geldik 12 Mart 1971’e... Gazete patronları değişti. Başyazar Nadir Nadi bile, gazetesinden uzaklaştırıldı. Okurların sevdiği bir yazar, İlhan Selçuk tutuklanarak hapse atıldı. Benim de bir yazımı yayımlamadılar. Böylece gazeteden uzaklaştırılmış oldum. Tam bir yıl sürdü bu zorunlu ayrılık. Gazetenin satışı düştükçe düştü, o zaman Başyazar Nadir Nadi’yi, dolayısıyla arkadaşlarını göreve çağırdılar. Okurun güvendiği kadro gelir gelmez Cumhuriyet yeniden eski satış çizgisine döndü. ??? Derken 12 Eylül 1980’e geldik! Yine bir asker darbesi, yine tutuklanmalar, yine Cumhuriyet’e düşmanlıklar, Ali Sirmen, Erdal Atabek’in, Orhan Apaydın gibi arkadaşların uzun yıllar sürecek hapislikleri, bir kez daha yazarların zorunlulukla köşelerinden uzak kalmaları... Bütün bunları hep yaşadık. Bir roman genişliğinde anlatmaya kalksam sütunlara sığmaz!.. ??? “Hürriyet” gazetesinden uzaklaştırılan (kovulan diyemiyorum) bir gerçek yazara hiçbir patron böyle davranamaz, kişilikli yazar hangi gazetede olursa olsun, tutumunu sürdürür. Okurları da onu saygıyla izler. Hangi gazetede, dergide, kitapta yazarsa yazsın hep yanında olur... ??? Emin Çölaşan’a geçmiş olsun diyemiyorum, gerçek “geçmiş olsun”u Hürriyet gazetesinin başındakilere söylemeli!.. O gazetenin binlerce okuru gibi... ‘Ilımlı İslam’ Nasıl Olur?.. Recep Tayyip Erdoğan özetle ne dedi: Ilımlı İslam olmaz!.. Olur mu?.. Olmaz mı?.. ? Artık Mısır’daki sağır sultan bile duydu; herkes biliyor ki ABD’nin Bush’u BOP kapsamında Türkiye için “Ilımlı İslam Devleti Modeli”ni öngörüyor... Amerika neredeyse muradına erdi erecek... Peki, “Ilımlı İslam Devleti Modeli” ne?.. Din değil bu.. Siyaset!.. Daha başka deyişle Hıristiyan Başkan Bush’un kutsal İslamı politikada kullanma numarası... ? Ama İslamın çeşitleri yok mu?.. Olmaz olur mu!.. Ilımlısı.. Ilımsızı.. Yumuşağı.. Katısı.. Eğer Müslümanlığın çeşitleri olmasaydı, piyasada bu kadar mezhep ve cemaat olur muydu?.. Tövbe estağfurullah, kerameti kendinden menkul bir sürü üçkâğıtçı hoca türer miydi?.. ? Yine de son günlerde İslamın ılımlısı, yani yumuşağı ile serti, yani katısı arasındaki farkı gösteren bir örnek ortada sergileniyor... Nasıl?.. Türkiye her gün PKK saldırısına uğruyor... Aşağı yukarı her gün şehit veriyoruz... ABD Kuzey Irak’a yerleşmiş PKK’yi himayesine almış... AKP’ye diyor ki: “ Irak sınırını geçemezsin!..” Bizimki pısıyor... Çünkü ABD’ye bağlı.. Ilımlı.. Yumuşakça.. Çıkarcı.. Hıristiyan efendisine tam biat halindeki AKP iktidarı, Irak sınırını nasıl geçsin!.. Terörist PKK’ye nasıl darbe vursun!.. ? Peki, Müslümanın ılımlısı böyle de, ılımsızı ne yapıyor?.. İşte İran!.. Irak sınırını şakır şakır geçti İran... Türkiye’nin yapamadığını yaptı... Tahran teröristi vuruyor... Ilımsız Müslümanla ılımlı Müslüman arasındaki fark apaçık ortada... Biri Amerika’dan bağımsız... Öteki Amerikan bağımlısı... ? Poposu iktidar koltuğuna ısınmış “Ilımlı Müslüman”, efendisinin sözünden dışarı çıkamaz... ABD bir yandan PKK’yi himayesine almış... ABD öte yandan da Fethullah Hoca’yı (ve de AKP’yi) himayesine almış... Ilımlı İslam işte bu!.. Yeme de yanında yat!.. Dr. Handan DİKER Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi “Türk ulusunun en zengin ulusal zenginliği, Atatürk’ün fikir ve düşünceleridir. Bu ulusal zenginliğin gerçek ve tek mirasçısı da Türk gençliğidir.” İSMET İNÖNÜ ha olacaktır.” Savaş saat 05.30’da Afyonkarahisar’ın karşısındaki Kocatepe’den gelen top sesleri ile başlamıştır. Taarruz yeri olan Afyon’a gece yürüyüşü ile Eskişehir’den bazı kuvvetler getirilmişti. Alman araştırmacıyazar Johannes Glasneck, “Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye” isimli eserinde şu ilginç ifadelerle savaşı betimler: “26 Ağustos 1922 sabaha karşı Türk bataryaları, Afyonkarahisar’ın güneybatısında, Dumlupınar’ın iki yanında bulunan pekiştirilmiş ve tepelerde bulunan Yunan mevzilerine ateş açtı. Bunun ardından 12 Türk piyade ve süvari tümeni ileriye atıldı. Baskın başarılı olmuştu. 2 gün içinde düşmanın Afyon’un güneyinde 50 km. ve doğusunda 20 km’lik alana yayılan pekiştirilmiş cephesi çökertildi… Türk birlikleri Yunan ordusunun İzmir’de bulunan tabanı ile bağlantısını kesmek üzere cephenin yarılmasından sonra kuzeybatı yönünde ilerledi. Yunan başkomutanlığı durumu kavradığı zaman vakit çok geçti. Yunanlıların ana birlikleri üç yandan kuşatıldıklarını gördüler. 120 bin kişi teslim oldu. Aralarında yeni atanmış Anadolu Başkomutanı General Trikopis de vardı. İşgal ordusunun öteki kalıntıları 300400 km. uzaktaki Akdeniz’e doğru kaçıyordu. Kaçanları adım adım peşinden izleyen Türk süvarisi, Yunanlılar arasında tam bir panik meydana getirdi.” Savaşın sonunda yenilen Yunan ordusu hızla kaçmaya başlamıştı. Ancak Mustafa Kemal, Yunanlıların yeni bir cephe oluşturmasına fırsat vermemek için o ünlü emrini 1 Eylül 1922’de şöyle vermiştir: “Afyonkarahisar; Dumlupınar büyük meydan savaşında zalim ve gururlu bir or 26 Ağustos 1922, yani Büyük Taarruz son utkunun tarihidir. Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşımızın sonlandırılması ancak bu tarihten sonra olacaktır. Ulusal savaşıma bir imparatorluğu kurtarmak için değil, öz yurdun sınırları içinde bağımsız bir Türk devleti kurmak için girişilmiştir. Nitekim savaşın sonunda da Cumhuriyet ilan edilmiş ve Türk Devrimi yapılmıştır. Unutulmamalıdır ki yapılan bu kararlı saldırı ve ardından gelen başarı da Mustafa Kemal’in eseridir. Taarruz kararı, Başkomutan Mustafa Kemal tarafından daha 1922 Haziran ayında verilmişti. 21 Temmuz tarihinde de Ankara’dan gizlice ayrılan Mustafa Kemal, Akşehir’deki cepheye gitmiştir. Burada gerekli denetimleri yaptıktan sonra da taarruz amacı ile 15 Ağustos tarihinde tüm hazırlıklarını bitirerek 26 Ağustos’ta taarruz yapılmasına karar vermiştir. Mustafa Kemal bu savaşa girerken ulusuna olan inancını ve güvenini yineleyip durmuştur. “Savaş kişisel bir başarı olarak görülmemelidir” diye düşünen Mustafa Kemal, ulusuna olan inancını da saldırı öncesi günlerde şu sözlerle ifade etmiştir: “Ben ilkin bu işe başladığım zaman akıllı ve düşünür arkadaşlarım bana sordular; yahu paramız var mıdır? Yoktur. Silahımız var mıdır? Yoktur, yoktur, dedim. Ne yapacaksın, dediler. Ordu olacak ve bu ulus bağımsızlığını kurtaracaktır, dedim. Bu nedenle hepsi oldu ve daumhuriyet gazetesini okumaya, her ikisi de “üstat yazar” olarak tanımlanmaya layık iki büyük yazarımızın, Sayın İlhan Selçuk ile Sayın Oktay Akbal’ın yazılarını okumakla başlamıştım. Bugün de gazeteyi okumaya öncelikle bu iki yazarımızın yazılarını okumakla başlarım. Sayın Oktay Akbal’ın 19 Ağustos tarihli yazısının başlığı şöyleydi: “Umutsuzluğa Düşmek Yok!” Büyük yazarımız, yazısında, okuyucuların dikkatini şu nok C 1919 Ruhunu Canlandırmalıyız! Doç. Dr. Hüner TUNCER ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi taya çekiyordu: Siz de yüzde 53’lerden misiniz? Evet, çok doğru bir saptama! Bizler, yani Atatürkçülüğü kendimize rehber edinmiş olanlar, azınlıkta değil çoğunluktayız! ysa 22 Temmuz seçimlerinin ertesinde, Atatürkçülerin büyük bir kayba uğradığı kaygısıyla, dipsiz bir karamsarlığın içine düşmüş ve neredeyse ülkemizin geleceğine ilişkin tüm umutlarımızı yitirmiştik. Kesinlikle yılgınlığa, bezginliğe düşmek yok! 1919 ruhunu yeniden canlandırmalıyız! Halkımızı Atatürkçülük konusunda bilinçlendirmeli; Atatürk’ün gerçek kişiliğini ve o büyük insanın gerçekleştirdiği devrimleri halkımıza anlatmalı, halkımızı aydınlatmalıyız! Türban takmanın, tesettürlü olmanın demokrasiyle ya da özgürlükle hiçbir ilişkisi yoktur. Atatürkümüz, kadınlarımıza başlarını açmalarını ve yüzlerini çağdaş dünyaya çevirmelerini istemişti. Kendisini ‘Atatürkçü’ olarak tanımlayanlar, kadınların türbanla başlarını örtmelerini ve “tesettür” giyim biçimini kabul etmelerini şiddetle kınamalı ve bunun karşısında yer almalıdır! Türkiye nasıl oldu da Atatürkçülük yolundan ayrıldı? Öncelikle, bu sorunun yanıtını aramamız gerekir. Bu sürecin ilk kez ne zaman başladığını ve nasıl bugüne değin geliştiğini irdelememiz gerekir, Atatürkçü düşüncenin halkımızın büyük çoğunluğu tarafından benimsenmemesinin nedenlerini araştırmamız, aydınlarımızın Atatürkçü düşünceyi halkımıza benimsettirmede üzerine düşen görevi yapıp yapmadığını incelememiz gerekir. Eğitini sorununu ele alarak işe başlamamız gerekir. Görüşüme göre, okullarda öğrencilere Atatürkçülük ve Atatürk’ün devrimleri gerektiği gibi anlatılmamakta; bunda da öğretmenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Öğretmenlerin eğitiminde mi bir eksiklik var? Öğretmenlerin çoğunluğu Atatürk’ün izinden gitmeye öncelik vermemekte mi?.. Eğer öğretmenlerimiz Atatürkçü çizgide bir eğitim alırlarsa, onların da Atatürkçü düşünceyi benimseyen öğrencileri yetiştirmeleri kaçınılmaz olacaktır. Atatürkümüz, bizlere bıraktığı yapıtlarında neleri yapmamız, hangi yollardan yürümemiz gerektiği konusunda aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Önemli olan, ümitsizliğe, korkuya ve cesaretsizliğe kapılmadan, o büyük insanın yolundan gitmek, onun gerçekleştirmek istediği, ancak zamanı yetmediği için gerçekleştiremediklerini yaşama geçirebilmektir. Ülkemizi yeniden bir Atatürk Cumhuriyeti olarak görmek istiyorsak, bu yoldaki savaşımdan korkmamalı ve üzerimize düşenin azamisini yaparak Atatürkçü güçlere karşı savaşımımızı sürdürmeliyiz! Karşımızdaki güçler, hükümeti ve devleti ele geçirmiş olan güçler olabilir. Atatürkümüz de yola ancak birkaç arkadaşıyla birlikte çıkmıştı, ama onun tek bir amacı vardı; o da, ülkesini ve halkını çağdaş bir devlet ve ulus haline getirmekti. Bu amaç doğrultusunda, yılmadan, yorulmadan, doğru bildiği yoldan ilerledi ve amacı O CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle