28 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
6 TEMMUZ 2007 CUMA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Leyla Gencer’den Fazıl Say’a uzanan evrensel ve çağdaş değerler 15 KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR Floransa’da gurur günü ve gecesi Floransa’daki o gurur gününü ve gecesinde hissettiklerimi anlatmakta sözcüklerin bunca yetersiz kalacağını söyleseler inanmazdım. Ama yetersiz işte… O nedenle hissettiklerimi bir yana bırakıp gördüklerimi, duyduklarımı anlatacağım: Floransa’ya yarım saat mesafede Enrico Caruso’nun yaşadığı malikâne. Daha doğrusu bir saray yavrusu. İtalyan klasik stilinde bakımlı bir bahçe. Buram buram limon ve yasemin kokuları… Bahçenin kendi bir teras biçiminde. Terasın bir ucundaki görkemli kapının önü sahneyi oluşturuyor, terasın öteki ucu yemyeşil vadiye açılıyor. Toskana kartpostallarına egemen bir görüntü… Bahçeye serpiştirilmiş sandalyeler, serbest oturma düzeni… Saat 18.00. İtalya’nın her yerinden gelmiş müzik ve opera uzmanları. Yaklaşık iki yüz kişi (yaş ortalaması oldukça yüksek) oturmuş bekliyor… Onu, Leyla Gencer’i bekliyor… “2007 Caruso Ödülü” sahibi Leyla Gencer’i… Ansızın görkemli kapının dışında kopan alkışı duyduk. Bir kraliçe edasıyla sağa sola selam vererek bahçeden içeri girdi. Millet ayağa fırlayıp alkışa katıldı. Kimileri koştu ellerine sarıldı, kimi onu kucakladı. Yanına yaklaşanlara, (eski dostlar, eski meslektaşlar, eski ve yeni hayranlar) bakışlarıyla, gülümsemesiyle, gönül alıcı sözlerle bir anda kalabalığa hâkim oldu. Sağa bir gülücük, sola bir selam daha; sahneye açılan odaya çekildi. Saygı sunmaya, armağanlar vermeye, imza almaya, birlikte fotoğraf çektirmeye gelenlerin ardı kesilmedi. (Bunlar arasında ressam Zonaro’nun torunu Yolanda Meneguzzer’e iltifatlarını esirgemedi.) Ancak en büyük sevinci biz, bir avuç Türk’ü görünce yaşadı! (Fazıl Say’ın babası Ahmet Say ve eşi, iki meslektaşım ve ben toplam 5 Türk.) Çevresindeki İtalyanlara bizleri ama en çok Fazıl Say’ı anlata anlata bitiremedi… Sonunda ödül töreni başladı. “Bel Canto’nun dünyadaki eşsiz sefiresi büyük soprano Leyla Gencer” anons edildi. Bu kez sahneye meslektaşı, tenor Rolando Panerai’ın kolunda girdi. Enrico Caruso Ebru Sultanahmet’te, 1001 Direk Sarnıcı’ndaki bir sergiden söz açmak istiyorum bugün. “Tek millet, tek bayrak…”, “tek başına iktidar” gibi sloganların her tarafı kapladığı, teksesliliği bir meziyet olarak sunan politikacıların tüm iletişim araçlarını egemenlikleri altına aldığı şu bunaltıcı ortamda, bir sırada bir bahar serinliği gibi gelen bir sergiden… “Ebru” başlığını taşıyan sergi, Türkiye’den insan manzaraları sunuyor. Fotoğraf sanatçısı Atilla Durak’ın yedi yıl süren tutkulu çalışmasının ürünü, “Ebru”. ODTÜ Ekonomi Bölümü’nden mezun olduktan sonra, çalışmalarını fotoğraf alanında yoğunlaştıran Durak, belgesel fotoğrafın yanı sıra deneysel fotoğraf alanında da başarılı çalışmalara imza atmış, eserleri dünyanın çeşitli kentlerinde sergilenmiş bir sanatçı. Bu çalışması, ülkemizin en önemli fotoğraf sanatçılarından biri olduğunun en güzel kanıtı. Atilla Durak’ın “Ebru” adlı fotoğraf sergisine koşut olarak, Metis Yayınları’ndan çıkan “Ebru, Kültürel Çeşitlilik Üzerine Yansımalar” adlı kitabı tüm okurlarıma öğütlemek isterim. Ayşe Gül Altınay’ın editörlüğünde hazırlanan kitabın yayıncısı Müge Sökmen ve bu projeye destek sağlayan herkes, kocaman bir teşekkürü hak ediyor. Örneğin, kitabın baskısını yapan Graphis Matbaa’nın sahibi Özdemir Korkmaz. Dünyanın en büyük basımevlerinde görebildiğimiz baskı kalitesi ile “Ebru” kitabına çok büyük bir katkı sağlamış. Bir teşekkür de, Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık’a. Kitapla birlikte sunulan bir CD için, Türkiye’nin kültürel çeşitliliğini yansıtan çeşitli çalışmalardan bir seçki hazırlamış. “Kara Üzüm Habbesi” ile başlayıp Tahtacıların, Yezidilerin halk şarkılarına uzanan... ??? Durak, kitaptaki yazısına, doğduğu kent olan Gümüşhane’ye ilişkin anılarıyla başlıyor. “Bir zamanlar Ermeni kalaycıların çekiç salladığı, Rum tezgâhtarların dükkân açtığı, artık bomboş olan sokaklarında oynadığı” Gümüşhane… Harabe haline gelmiş eski bir kilisenin renkli camlarını taşladığı çocukluk yıllarından, 1993 yılında Sıvas’ta yakılan sanatçıların, aydınların haberini alarak sarsıldığı günlere uzanıyor ve bu iki anının projesini tamamlamak için gösterdiği kararlılığa yol açan etkenlerin en önemlileri olduğunu söylüyor. “Ben, insan fotoğrafları çekmekten hoşlanıyorum. Yüzlerin arkasındaki insan öykülerini hep merak ettim. Portre çalışmaları, insanların bireysel ve toplumsal yaşamöykülerini anlattığı gibi izleyicilerine de bu öyküleri kendi algıladıkları gibi yazabilme, onlardan kendi sonuçlarını çıkarabilme olanağını tanıyor. Değişik yerlere gitmek, farklı toplumsal koşullar altında yaşayan insanlarla tanışmak ve onların öykülerini kalıcı olacaklarını umduğum fotoğraflarla anlatmak istedim” diyor Atilla Durak. Sergiyi gezerken, bu tutkuyu paylaşmamak olanaksız. Bozcaadalı Rum, Kırklarelili Roman, Midyatlı Süryani, Edirneli Yahudi, Harranlı Sünni Arap, Ulupamirli Kırgız, Ardeşenli Laz, Ovakentli Özbek, Kayserili Çerkez, Vartolu Alevi Kürt ve daha yüzlerce insan portresi… Bu zenginliğe kaç ülke sahiptir acaba? Neden bu zenginliği kucaklamak yerine yok saymayı, herkesi tek bir kalıba sokmayı vatanseverlik sayarız? Sergiyi gezip de bu soruları kendinize sormamanız olanaksız. Hele, kitaptaki yazıları, Murat Belge’yi, Şeyhmus Diken’i, Herkül Millas’ı, Elif Şafak’ı, Alan Duben’i, Sezen Aksu’yu, Ayşe Erzan’ı, Ara Güler’i, Tosun Terzioğlu’nu, Ruşen Çakır’ı, İshak Alaton’u,Takuhi Tomasyan Zaman’ı, Fethiye Çetin’i… okuduktan sonra. John Berger, “Yüz dediğimiz…” başlıklı yazısında, Atilla Durak’ın fotoğraflarını gördükten sonra duyumsadıklarını Anadolulu filozof Empedokles’in sözcükleriyle ifade ediyor: “Öfke’de değişik biçimler alırlar ve birbirlerinden ayrıdırlar. Ama Aşk’ta birleşirler ve birbirlerini arzularlar. Çünkü varolmuş, varolmakta ve varolacak olan her şey onlardan gelir Ağaçlar boy atar, erkekler ve kadınlar Ve hayvanlar ve kuşlar ve suda yaşayan balıklar Hatta tanrılar, uzun ömürlü ve en çok saygıyı hak eden. Çünkü bunlar kendi başlarına varolur ve birbiri içinden geçerken Başkalaşırlar; birbirleriyle karışmaktır onları başkalaştıran.” (İngilizceden çeviren: Fatih Özgüven) John Berger’le birlikte: “Ebru’yu selamlıyorum.” [email protected] GENCER’İN ÖDÜL TÖRENİ Vakfı’nın başkanı Mario Del Fante’nin ve en yaşlı meslektaş Franco Rossi’nin hakkındaki övgü dolu konuşmalarını hep bir kraliçe ya da Tanrıça edasıyla dinledi. Birkaç sözcük söylemesi istendiğinde susmak bilmedi. Çocukluğunda Caruso’ya duyduğu hayranlıktan başlayıp Tulio Serafin’den geçerek küçük bir dünya turuna çıkıverdi… Her tümcesi alkışlarla kesiliyordu… Gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum: Bir saat önce telefonda hastayım, yorgunum diye yakınan, ne söyleyeceğim diye endişelenen aynı insan mıydı? Ah şu alkışlar nelere kadir! Ödülünü sonsuz bir alçakgönüllülükle aldı. (Tanrıçalıkla alçakgönüllülüğü böylesine birleştirebilmesine hep şaşıp kalıyorum.) Tören, genç şancıların konseri ve ardından bir ziyafetle devam edecekti. Biz Fazıl Say konserine yetişmek için, ödülünü alır almaz ayrıldık. Ertesi gün bana şöyle diyecekti: “Onca İtalyan arasında sizleri görünce az kaldı ağlayacaktım! Kendi ülkemin insanlarını orada görmek müthişti. Beni nasıl mutlu ettiniz anlatamam. Bu mutluluk için, hayran olduğum Fazıl Say’a teşekkür borçluyum!” AZILSAY ZUBİN MEHTA BULUŞMASI Ünlü meydana Piazza della Signoria’ya saat 20.00’de vardığımda, Vecchio Sarayı’nın önüne kurulmuş sahnenin çevre F sinde millet çoktan yerini almıştı bile. Konserin başlamasına henüz iki saat vardı. Ortalık aydınlıktı. Yere serili gazete, örtü, minder, portatif tabureler… Her yaştan insanlar…Yere oturmuş ya da serilmiş, bir şeyler atıştıranlar, içenler, sohbet edenler… Meydanı çevreleyen tüm kahveler, barlar, lokantalar dolu… (İçimde bir endişe: Bu meydan nasıl susup da konser dinleyecek?) Fazıl Say’ı buldum. Zubin Mehta yönetimindeki orkestrayla iki prova yapmıştı. “İlkinde çok heyecanlıydım, stresliydim. Tam Fazıl Say olamadım. Ama ikincisinde kendim gibi çaldım. Nasıl istiyorsam öyle çaldım. Zubin Mehta da çok beğendi…” Konserin başlamasına çok az zaman vardı ve o bana Leyla Gencer’in ödül törenini soruyor, gelemediği için üzüntüsünü belirtiyordu. (Bu sanatçılar tuhaf insanlar!) Aydınlık yavaş yavaş çekildi. Sarayın, kemerlerin ışıkları yandı. Seyyar satıcılar ortadan yok oldu. Saat 10’a 10 kala meydan ağzına dek dolmuştu. Neptün Çeşmesi’nin üzerine bile insanlar tünemişti. Meydandaki tüm heykellerin kaideleri bile insan doluydu. (20 bin kişiden söz ediliyor… Bilemiyorum…) İlk eser Çaykovski’nin “Romeo Jüliet” uvertürüydü. Müziğin ilk notalarıyla birlikte meydan sustu. Kentin uğultusu bile uzaklaştı. Tek tük çocuk sesine kimse aldırış etmiyordu. Çok geçmeden, anne ler babalar, vals temposuyla kucaklardaki çocukları da uyutuverdiler. Sunucu, Fazıl Say’ı uzun bir konuşmayla sahneye çağırırken sık sık Türkiye sözcüğü geçti. Klasikten caza, Mozart’tan Gershwin’e, bestecilikten yorumculuğa, yaratıcılıktan mükemmeliyet tutkusuna ve eşsiz kayıtlarına uzanan vurgulamalar yapıldı. Fazıl Say piyanonun başına geçti. Çaykovski’nin Birinci Piyano Konçertosu’nun ilk notaları … sonra… sonra kanatlandı, bizleri de uçurdu… O meydandaki sessizliğin bunca yoğunlaşacağını söyleseler inanmazdım. Millet değil kıpırdamak, sanki soluk bile almıyordu. Daha doğrusu soluğumuz, Zubin Mehta’nın bagetinin ucuna takılmış, Fazıl Say’ın parmakları arasında gidip geliyordu. Bu ikisi arasındaki ilişki görülecek bir şeydi. Bakışlarıyla anlaşıyor, bir gülümsemeyle kucaklaşıyorlardı. Onlardan yayılan elektrik, tüm meydanı sarıyordu. Eser sona erdiğinde kopan alkışı duymalıydınız. Artık yerimde duramıyordum, kalabalık arasında dolanırken rastlantı sonucu karşılaştığım Türklerin (Roma’dan gelmiş iki öğrenci, Milano’dan gelmiş altı genç, tek tük birkaç turist) hepsi kucaklaşmış ağlıyordu. Demek gözyaşlarına hâkim olamayan yalnız ben değilmişim! Konser, Çaykovski’nin müthiş görkemli ve koro katılımlı “1812 Uvertürü”yle sona erdi. “Maggio Musicale Fiorentino” Festivalinin kapanış konseriydi ya… Bu parçanın bitiminde sahnenin üzerindeki antik kemerlerin tepesinden atılan havai fişekleri, meydanı renk cümbüşüne boğduğunda, yeryüzündeki tüm notalar gökyüzüne ve oradan üzerimize yağar oldu… (İyi ki yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum…) Sonrası: Belleğimi terk etmeyen Ahmet Say’ın “Ülkemin çağdaşlaşma yolunda önemli adımlar atan oğlumla gurur duyuyorum” sözleri… (Ben de, ben de!) Fazıl Say’ın sevinci, özgürlüğü, mutluluğu ve bizlere yaşattığı gurur, sevinç ve mutluluk… Ve kucaklaşmalar… İşte Floransa’daki gurur gününden ve gecesinden izlenimler… eposta: [email protected] faks: 0 212 257 16 50 İngilizceyi İngilizce kaynaklardan öğrenin... Westminster University ve Premier College sertifikalarına sahip, London School of Busness Administration’da master yapmış ÖĞRETMENDEN, BRITISH ENGLISH Gramer, derslere yardımcı, sınavlara hazırlık İş İngilizcesi (Business English) ve İngilizce iş görüşmelerine (Interview hazırlık. Acıbadem / İstanbul 0 536 225 07 80 MİLAS CUMOK ÇAĞRISI 7 Temmuz Cumartesi saat 10.00 Bu ülkenin aydınlık insanları… 68’liler Birliği Vakfı Sekreteri ve İstanbul CUMOK Temsilcisi Sayın Namık Kemal BOYA’nın konuşmacı olarak katılacağı “Günümüzün Görevleri” konulu kahvaltılı aydınlanma söyleşisinde gelin birlikte olalım. Sen gelmezsen bir eksiğiz!.. Tarih: 7 Temmuz 2007 Cumartesi, Saat:10.00 Yer: Melih Cevdet Anday Parkı, 4835 Ceramos Cafe ÖREN İletişim: 0532 382 58 50 Kahvaltı Ederi: 5.00 YTL www.cumok.org CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle