23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 HAZİRAN 2007 CUMARTESİ 8 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Polise Yetki, Nereye Kadar? Kimliğini ispat edemeyen kişilerin gözaltına alınması, uygun bir çözümdür. Ancak ayrıca bu kişilerin, gerekirse tutuklanacakları, PVSK’de yer alabilecek bir hüküm değildir. Bu hüküm, amacını aşarak ülkemizde tutuklama konusunda tek yetkili olan yargıçlara “akıl” öğretir gibidir. PENCERE Rejim Kavgasının İçeriği ve Gündemi... Demokrasinin çeşitli tanımları vardır, hepsini alt alta sıralasak bu köşeye sığmaz... Bir bakıma denebilir ki demokrasi ulusal gelirin paylaşımında özgür tartışma ve denetim rejimidir... Ama gel gör ki Türkiye’de işin bu yanı gündemden silinmiştir; içinde yaşadığımız rejim, adaletsiz paylaşımın yağma, yolsuzluklar, iç ve dış sömürü düzenine dönüşmüştür... ? Peki, gündemde ve güncelde tartışılan ne?.. En başta dincilik.. Ve etnikçilik.. Etnikçilik, Sovyetler yıkıldıktan sonra ortalığı kapsayan bir salgındır ki emperyalizmin elinde silah gibi kullanılmaktadır... Dincilik, İslam coğrafyasında insanı ve toplumu pençesine aldı mı, iflah olmaz bir körlüğün karanlık kaynağına dönüşmektedir... Ne yazık ki Türkiye’de çok partili hayat gerçek demokrasiye benzemiyor; bu içerikte bir rejim kavgası manzarasını sergiliyor... ? Rejim kavgası 22 Temmuz seçimlerine temel rengini veriyor... AKP bu kavganın başını çekiyor.. Şöyle ki: AKP iktidarı hiçbir konuda hiçbir parti ve kurumla uzlaşmaya yanaşmıyor... Hükümeti ele geçirmiştir, gözü karadır, devleti ele geçirmeyi amaçlıyor... Rejim değişikliğini seçim tartışmasının birinci maddesine oturtmuştur, hırslı mı hırslıdır... Cumhurbaşkanı, YÖK, üniversiteler, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Silahlı Kuvvetler ile çatışmalıdır... Rejim kavgasını, Amerika’ya dayanarak BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında ve ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ tasarımında sürdürüyor... AKP’nin bu yolda gözü tam anlamında dönmüştür, eline bir daha böyle bir tarihsel fırsat geçmeyeceğini düşünüyor... ABD’ye öylesine bağlanmıştır ki Kuzey Irak’tan ihraç edilen terör ve her gün verilen şehitler karşısında bile ulusal uzlaşmaya karşı çıkarak patronuna güven veriyor ... ? Peki, AKP iktidarı neye güveniyor?.. Önce ABD desteğine güveniyor, AKP liderleri Bush yönetimine bağlanmış, Condoleezza Rice’la ağız birliğine girmişlerdir... AKP Medya’yı ele geçirmiştir, istediği gibi kullanıyor; manzara hazindir... Belediyelerin yüzde 75’i AKP’nindir, bunun maddi ve örgütlü desteği seçimde AKP hesabına gerekeni yapacaktır. Tarikatlar ve cemaatler AKP yönetiminin sürmesini canı gönülden istiyorlar, bunu hayat memat sorunu sayıyorlar, seçim sathı mailinde etkindirler... AKP’nin ve yandaşlarının para gücü inanılmaz çaptadır. Her gün 1 milyon gazeteyi bedava dağıtıyorlar; varoşlarda, “kayıt dışı” diye vurgulanan para, seçimin itici gücü olarak kullanılıyor... AKP rejim kavgasında bu seçimi ‘ya herru, ya merru’ olarak değerlendiriyor... Asker düşmanlığı ve “darbe korkusu” AKP seçim propagandasının temel içeriğini oluşturuyor; takıyye partisi avucundaki medyayı bu yolda kullanıyor... ? Peki, AKP’nin başındaki kadro 22 Temmuz seçimlerinde rejimi değiştirecek; ‘Ilımlı İslam Modeli’ne doğru bir büyük atılımı gerçekleştirecek; yargıyı, orduyu, eğitimi dinci bir yapıya dönüştürecek gücü sandıkta toparlayabilecek midir? İç ve dış kuvvetlerin Türkiye’nin aleyhine koalisyonuna karşı ulusal direniş meydanlarda başlamıştır... Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti, ne pahasına olursa olsun, var oluşunu savunabilecek yaşamsal kudretini muhakkak ‘kuvveden fiile’ çıkaracaktır. Bir Savaş, ABD’yle CUMHURBAŞKANI’NA gönderilen Anayasa değişikliği, yalnız bir maddesindeki şekil eksikliğiyle değil, cumhuriyetin değişmez “demokratik” niteliğine getirdiği temel çarpıtış dolayısıyla da halkoylamasına konmaması gereken bir metindir. Kuralların katılığı devlet başkanını aksini yapmaya zorlamış olsa da, sıra Anayasa Mahkemesi’ne gelince, o son merciin cumhuriyeti yıkıma sürüklenişten kurtarmak için gerekeni yapması beklenir. Hem Anayasa değişikliği açısından, hem de cumhuriyetin yine değişmez bir ilkesini, “hukuk devleti”ni zedeleyen halkoylaması yasası açısından. Yüksek yargı; ülke son kertede sert müdahalelere sürüklenmeden, bu kurtarışı hukuk yoluyla yapabilecek tek makamdır. Yapması da gerekir; çünkü cumhuriyet, dün bu sütunda belirtildiği gibi, dıştan açılmış ikili bir savaşla karşı karşıyadır. Böyle durumlarda, hiçbir organın, dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin yan çizme lüksü yoktur. Unutmamak gerekir ki, AKP’nin son girişimleri laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açılan “topyekun savaş”ın iç cephesini oluşturur. Cumhuriyetin özünü BOP’nin “Ilımlı İslam Devleti” modeliyle eritmeyi tasarlayan ABD, içimizdeki işbirlikçilerini seferber etmişe benziyor. İkinci Dünya Savaşı’nın Quisling’lerini andıran insanlar dolaşıyor ortalıkta. aten ABD’nin açtığı savaşta en belirgin özellik budur: Ulusu içten çökertmek. Federal devlet burslarıyla yetiştirilen kadrolarla, Türk üniversitelerinin kürsülerine yerleştirilen öğreticilerle, eğitim yöntemlerinden öğretim diline kadar uzanan etkilerle cumhuriyetin kalelerini içten fethetmek. Baş edilmesi en zor savaştır bu. Çeşitli kesimlerde ve kurumlarda verilen muharebelerin niteliği belli değildir. O muharebelerin madalyaları ve rütbe yükseltişleri direnişçilere, ulusal kahramanlara verilmez; işbirlikçilere, hainlere, espiyonlara verilir. Neyin zafer, neyin yenilgi olduğunu kestiremezsiniz. Daha da kötüsü, o savaşın muhabirleri, gazete ve televizyon yorumcuları, cephe gerisine moral aşılamak yerine, halk yığınlarını aldatmakla meşguldürler. “Yendik, kazandık” derken, bir de bakmışsınız yenilmiş ve esir düşmüşsünüz. Kaleleriniz zaptedilmiş, tersanelerinize girilmiştir... ış politika ve diplomasi açısından çelişkili şeyler yaşanır bu savaşta. Örneğin oyunlarına geldiğiniz ve pusularına düştüğünüz ABD’den bir başka savaşta, AB’nin yine Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açtığı savaşta size yardımcı olmasını, tam üyelik için AB’lilere baskı yapmasını istersiniz. Gelecekte başınıza bela olacak ve güneydoğunuzdan toprak isteyecek bir Kürt devletinin kurulmasına yardımcı olan ABD’den o devletin ordusunu şimdiden oluşturmaya başlayan PKK’ye karşı mücadelenizde size yardımcı olmasını isteyişiniz gibi. mumtazsoysal@gmail.com Prof. Dr. Erdener YURTCAN İstanbul Üniversitesi P Z D olis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda (PVSK) değişiklik yapan 5681 sayılı yasa, 14 Haziran 2007 günü yürürlüğe girdi. PVSK, temel niteliği, kapsamı ve içeriği ile polisin (örgütün kurulmadığı yerlerde: jandarmanın) görev ve yetkilerini düzenleyen temel yasadır. Yasa, görülecek görev açısından ele alındığında, iki ana noktada toplanır. Bunlar, kamu güvenliğini sağlama ve adli görevlerdir. Polisin tüm görevleri, temel nitelikleri çerçevesinde kişinin temel hak ve özgürlüklerini yakından ilgilendirir. Şöyle bir yaklaşım yanlış olmaz: Bir ülkenin PVSK’si, o ülkenin hak ve özgürlüklere olan bakışını içerir, çünkü her ülkenin PVSK’sinde, görevin niteliğinden kaynaklanan özgürlük sınırlamaları yer alır. Bu nedenle PVSK’ler düzenlenirken, polis yetkilendirilirken, polise yetki, fakat nereye kadar, sorusunu sormak doğru olur. PVSK’ye eklenen 4/A maddesi, polise, kişileri ve araçları durdurma, kişilere kimlik sorma yetkisini getirmiştir. Bu PVSK düzeninde yeni bir düzenlemedir. Bu konuda şu noktalara dikkat çekmek uygun olur: Durdurma ve kimlik sorma, başlığını taşıyan madde, ilke olarak PVSK’nin 9. maddesinde düzenlenen önleme araması konusunda getirilen hükümlerle kesişmektedir. İki madde arasında tekrarlar vardır. “Durdurma yetkisinin kullanılabilmesi için polisin tecrübesine ve içinde bulunulan durumdan edindiği izlenime dayanan makul bir sebebin bulunması gerekir.” Bu hüküm, polise durdurma yetkisini verirken açık olmayan, netlik taşımayan, keyfiliğe kaçabilecek bir uygulamayı olanaklı kılacak “bir makul sebep” kavramı getirmektedir. Uygulamada büyük sorunlar çıkaracaktır. “Bu kanun ve diğer kanunların verdiği görevlerin yerine getirilmesi sırasında, polis tarafından gerekli işlemler için durdurulan kişiler ve araçlarla ilgili hükümler sak lıdır” denilen hükümler önleme aramasının hükümlerine yapılan bir yollamadır. Maddede, kimliğini ispat edemeyen kişilerin gözaltına alınması, uygun bir çözümdür. Ancak ayrıca bu kişilerin, gerekirse tutuklanacakları, PVSK’de yer alabilecek bir hüküm değildir. Bu hüküm, amacını aşarak ülkemizde tutuklama konusunda tek yetkili olan yargıçlara “akıl” öğretir gibidir. “Kimliğinin tespiti amacıyla tutulan kişiye, kimliği tespit edildikten sonra ve talepte bulunması halinde, bu amaçla tutulduğuna ve tutulma süresine dair bir belge verilir” hükmü, kalabalık bir olayda uygulandığında, polis oto/otolarının içi “seyyar büro”ya döner. Bu hükmün, istek halinde uygulanması, hükmün hiç uygulanmaması sonucunu doğurur. Polisin kimliğini göstermesi işlemini, durdurma değil, fakat daha sonra gelen, kimlik sorma işlemi sırasında yapması, uygun değildir. Bu işin, işin başında olması gerekir. PVSK’nin 5. maddesi değiştirilerek parmak izi alma ile fotoğrafları kayda alma kavramları yeniden düzenlenmektedir. Bu konuda: Her çeşit silah ruhsatı, sürücü belgesi, pasaport veya pasaport yerine geçen belge almak için başvuruda bulunan, kişilerin parmak izini almak, uygun bir çözüm olarak görünmüyor. “Ancak, parmak izinin hangi sebeple alındığı sisteme kaydedilmez” hükmü, masum olanlaolmayanı ayırmamak anlamına gelir ki, hukuk güvenliği ilkesine aykırıdır. “5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 81. maddesi ile 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 21. maddesi hükümlerine göre alınan parmak izleri de bu sisteme kaydedilir” hükmü yasada yer aldığına göre, yukarıdaki düşüncelerim daha da haklılık kazanır. Yeni yasanın 9. maddesinde önleme araması yeniden düzenlenmektedir. Önleme araması konusundaki hükümler, kavramın özüne ve amacına uygundur. Temelde yargıç kararı, gecikmede tehlike halinde, mülki amirin yetkili kılınması da uygun bir çözümdür. Önleme aramasının usul ve esaslarının yasada açıkça yer alması da bu konuda yapılacak olan işlemlerin denetimi açısından yerindedir. “Konutta, yerleşim yerinde ve kamuya açık olmayan işyerlerinde ve eklentilerinde önleme araması yapılamaz” hükmü, kavramla uygunluk içindedir. “Spor karşılaşması, miting, konser, festival, toplantı ve gösteri yürüyüşünün düzenlendiği veya aniden toplulukların oluştuğu hallerde gecikmesinde sakınca bulunan hal var sayılır” hükmü, 1. fıkradaki gecikmede tehlike hali açısından bir yasal faraziyedir; mutlak uygulanır. Ancak, bu hüküm, mülki amirin yazılı emir verme yükümünü ortadan kaldırmaz. “Polis, tehlikenin önlenmesi veya bertaraf edilmesi amacıyla güvenliğini sağladığı bina ve tesislere gelenlerin; herhangi bir emir veya karar olmasına bakılmaksızın, üstünü, aracını ve eşyasını teknik cihazlarla, gerektiğinde el ile kontrol etmeye ve aramaya yetkilidir. Bu yerlere girmek isteyenler kimliklerini sorulmaksızın ibraz etmek zorundadırlar. Milletlerarası anlaşmalar hükümleri saklıdır” hükmü de uygun bir çözümdür. Polisin silah kullanma yetkisi (m.16), bu kavramın yanına zor kullanma da eklenerek yeniden yapılandırılmıştır. “Polis, zor kullanma yetkisi kapsamında direnmeyi etkisiz kılmak amacıyla kullanacağı araç ve gereçle kullanacağı zorun derecesini kendisi takdir ve tayin eder. Ancak, toplu kuvvet olarak müdahale edilen durumlarda, zor kullanmanın derecesi ile kullanılacak araç ve gereçler müdahale eden kuvvetin amiri tarafından tayin ve tespit edilir” hükmü, çağdaş hukuk normu yazma tekniğinin bir sonucudur. “Polis, direnişi kırmak ya da yakalamak amacıyla zor veya silah kullanma yetkisini kullanırken kendisine karşı silahla saldırıya teşebbüs edilmesi halinde, silahla saldırıya teşebbüs eden kişiye karşı saldırı tehlikesini etkisiz kılacak ölçüde duraksamadan silahla ateş edebilir” hükmü, polisin meşru savunma halidir. Konuyla yakınlığı nedeniyle PVSK’nin konuya açıklık getirmek istediği bir norm olarak yorumlanmalıdır. Satış Tahtasına Konan Meralar... Orhan ÖZKAYA T ACI KAYBIMIZ Dostumuz, dürüst insan, mücadele arkadaşımız, Politika Geliştirme Kurulu Üyemiz MEHMET BÖLÜK’ü kaybettik. Tüm sevenlerinin başı sağolsun. 10 ARALIK HAREKETİ BMM’nin 2007 yasama yılının bitimine günler kala, 03.06.2007 tarihinde 5685 sayı ile “Mera Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” adı altında yeni “Mera Yasası” Meclis’ten yangından mal kaçırır gibi çıkarılmıştır. 4342 sayılı önceki Mera Yasası’nın geçici 3’üncü maddesinde yer alan “mera” tanımlamasından sonra gelmek üzere “yaylak ve kışlak” tanımlamaları eklenmiş, ikinci fıkrada yer alan “doğrudan” tanımı madde metninden çıkarılmış ve maddeye aşağıdaki fıkra eklenmiştir: “ …Bu yasa hükümlerine göre mera, yaylak ve kışlak gibi vasfı değiştirilerek Hazine adına tescil edilen taşınmazlardan; herhangi bir kamu hizmeti için gerekli olmayan ve Hazine’ce herhangi bir iyeliğe konu edilmeyen ve halen tapuda Hazine adına kayıtlı olan taşınmazlar, tahsis tarihindeki arsa değerinden devredilir. Devir tarihine kadar geçen süre için yasal faiz eklenerek belirlenecek bedelin ilgililerce Hazine’ye ödenmesi kaydıyla adlarına tahsis yapılanlara devri sağlanır.” Bu hükümle amaçlanan, söz konusu alanlardaki kaçak yapıların yasal konuma kavuşturulması ve işgalcilere satılmasıdır. Çayır ve meraların ıslah edilerek verimliliklerinin artırılması, hayvancılığın geliştirilmesi, toprak muhafaza ve erozyon kontrolünün sağlanması amacıyla 25.02.1998 tarihinde 4342 sayılı yeni bir Mera Yasası değişikliği yürürlüğe konmuştu. Daha sonra bu değişiklik de yeterli görülmeyerek 27.05.2004 tarih ve 5178 sayılı başka bir yasa ile tekrar bazı maddeleri değişikliğe tabi tutulmuştur. Ödenek ayrılmaması ve uygulama yanlışlıkları nedeniyle bu değişikliklerden sonuç alınamamış ya da sonuç alınmak istenmemiştir. Çünkü devletin elindeki bütün kamu varlıklarının satılması gerekiyor. Satacak kamu varlığı bırakmayanlar, işi devletin arsalarına, tarihi okullarına kadar indirgediler. Sıra meralara, yaylak ve kışlaklara geldi. 4234 sayılı ilk Mera Yasası ve 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 16. maddesi, “Mera, bir veya birden fazla köy ve kasaba halkının bağımsız olarak veya birlikte kullandığı yerlere denir. Yetkili makam tarafından ayrılan veya böyle bir ayırma bulunmamasına karşın başlangıcı bilinemeyen zamandan beri (ka dimden), ilgili kasaba ve köy tarafından mera olarak kullanılagelen ve hak sahiplerinin mevcut kullanma (intifa) hakları dışında üzerinde eylemli ve yasal iyelikte bulunmadıkları arazilerdir” diye tanımlamaktadır. Meraların hiçbir koşulda özel iyeliğe konu olamayacağı devletin ve kamunun ortak malı yerler olduğu belirtilmektedir. Bütün bu devlet ve kamusal engelleyici, caydırıcı önlemlere karşın meralar satış tahtasına konulmaktan kurtulamamıştır. Bu alanlar üzerindeki yapılaşmalar, yerel yönetimlerin görev ihmalinden doğmuştur. Bu durum yeni bir oy avcılığına dönüşüp siyasal rant sağlanacaktır. Yaylak, kışlak, otlak, harman ve panayır yerleri de aynı yasanın etkisinden kurtulamayacaktır. Bu alanlarda da, 2004 yılından önce yapılan yapılar affa uğrayacaktır. Yetkililer, “buralarda yıkılmasında yarar bulunmayan; çok katlı binalar, siteler yıkıma tabi tutulmayacak, “dermeçatma” yapılaşmaya ise izin verilmeyerek yıkılacaktır” diye konuya yaklaşmaktadır. Yani yine toplumun en altta kalan kesiminin gözünün yaşı, çeşmeler gibi akmaya devam edecek! Karadeniz yaylalarıyla, Tekir ve Toros yaylalarındaki villalar, çok katlı yapılar korunacak. Bu durum, Özal’ın “siyasi rant ” haline getirdiği “imar affı” uygulamalarının birer kötü kopyasıdır. Uygulama, dünyamızın çevre yıkımlarıyla ısınarak geldiği bu ürkütücü aşamada, dünya ve Türkiye çevrecilerinin feryatlarına al dırış etmeden gerçekleştirilmekte. Ne köylü ve ne de çiftçi düşünülmekte, tarımın her kolu öldürüldüğü için, hayvancılıkda payına düşeni alıyor. Kuraklık ve açlık, bir süre sonra ülkemizde de ölümlere neden olursa, herhalde ona da alıştırılacağız! Sonuç: Ülkemiz erozyon, çölleşme, susuzluk gibi evrensel çevre yıkımlarıyla karşı karşıya gelmiş durumdadır. Bu sorunları aşabilmenin en önemli kaynağını oluşturan ormanlarımızı, yaylak, kışlak, otlak ve meralarımızı yok ederek sadece kendimize değil; insanlığa, insanlık kalıtına ihanet etmiş olmayacak mıyız? Su havzalarının en büyük beslenme ve korunma alanları olan bu yerleri yok etmekle, bir süre sonra dünyanın karşılaşacağı iklim değişiklikleri hızlanmayacak mı? Her türlü yaşamı geliştirmeyi amaç edinmiş insanoğlu için, doğal yaşamın korun masını ve sürdürülmesini dahi olanaksız hale getirmeyecek mi? Dilinize sahip çıkın, doğru etkili ve renkli konuşun... Bireysel eğitimler için iletişim. 0 533 698 96 30 CUMHURİYET 08 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle