21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 MART 2007 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Tevhidi Tedrisat Yasası ve Vakıf Üniversiteleri Demirtaş CEYHUN PENCERE ‘Yeni Oyun’ Tezgâhta!.. Ali Topuz’un sözleri ilginç... CHP Grup Başkanvekili, Kenan Paşa için bir saptama yapıyor: “ Evren şimdiye kadar hep ABD ne istiyorsa onu yaptı... Bugün de onu yapıyor.. Amerika adına çalışmış bir yöneticidir.. Ben çok fazla ciddiye almıyorum.. Kulağına fısıldananları söylüyor...” ? Topuz’un sözlerinin anlamını birlikte tartalım ve düşünelim: Bu sözler yerli yerine oturuyor mu?.. Tam şu sırada Amerikan askeri dergilerinde Türkiye’nin parçalanması üzerine haritalar yayımlanmıyor mu?.. Buna karşılık Türkiye’de ne söyleniyor: İki kırmızı çizgimiz var.. Nedir onlar?.. Biri laiklik, öteki bölünmezlik.. Amerika’da Bush yönetimi PKK üzerine çeşitlemeyi seviyor... Dışişleri Bakanı Rice Türkiye’nin güneydoğusunda, Irak değil, Kürt sınırından söz açıyor... Avrupa’da ve Amerika’da “1915 Ermeni soykırımı” savı üzerine geleceğe yönelik öyle şeyler ileri sürülüyor ki yeme de yanında yat!.. Tam bu aşamada takıyyeci AKP yönetimi PKK ile oturup konuşmak üzerine çeşitlemeler yapıyor... Ve Evren konuşuyor... Ciddiye alınır mı, alınmaz mı?.. ? Türkiye üzerine bir oyun oynanıyor... Oyuncular.. Aktörler.. Aktrisler.. Alaturka oyuncular.. Alafranga olanlar.. Al birini, vur ötekine!.. Kenan Paşa gibi 12 Eylül’de yaptıklarıyla Türkiye’nin canına okumuş bir oyuncunun medya marifetiyle yeniden sahneye çıkartılması oyunun bir parçası mı?.. ? “Vahim” olan nedir?.. Ali Topuz’un sözleri değil, bu sözlerde ileri sürülen “iddia”nın inandırıcı olması... Bugün de benzeri bir durumla karşı karşıya değil miyiz?.. AKP yöneticilerinin çıkışında, tezgâhlanışında, iktidara getirilişinde, kullanılışında Amerika’nın işlevi, rolü, etkisi, gücü, patronluğunu kim yadsıyabilir?.. RTE’nin Başdanışmanı Cüneyd Zapsu’nun Amerikalılara söylediği sözler cümle âlemin kulaklarında yankılanmıyor mu?.. “ Bu adamı (RTE) deliğe itmeyin, kullanın!..” Zapsu’nun “bu adamı” bugün Başbakan’dır ve Cumhurbaşkanlığı’na oynuyor... ? Yazık bize.. Yazık Türkiye’ye.. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt kısa bir süre önce Amerika’daydı; komutanın Washington’daki konuşmasından bir tümceyi ‘Cumhuriyet’ manşet yapmıştı... Neydi o tümce: “ Yeni oyun kapıda!..” Bu kaçıncı oyun?.. Bu kez de oyuna gelecek miyiz? Çap ve Devlet CUMHURBAŞKANI, Anayasa’nın deyimleriyle “Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletinin birliğini temsil eder”. Dolayısıyla, o göreve aday olma niyeti besleyenlerin bu yüce kavramları temsile ehil olup olmadıklarını tartışmak, bütün vatandaşların hem hakkı hem de görevidir. Sayın Erdoğan’ın böyle bir niyet beslediği artık gün gibi âşikâr. O konuda yapılan tartışmalarda hep işin “ideolojik” yönü öne çıkıyor. Yani, başına geçmek istediği cumhuriyetin temel niteliklerine ilişkin görüşleri, laikliği yorumlayış tarzı falan. Zaten daha önceleri çok örselenmiş olan Kemalist cumhuriyeti bütün bölgeye örnek olacak “ılımlı İslam devleti”ne dönüştürmekle hem ABD’ye yardım etmek, hem de şimdiye kadar Mustafa Kemal’i dinsizlikle suçlamış olan Müslüman çevrelerin gözüne girmek istediği de biliniyor. Ancak, konunun bunlar dışında pratik olarak tartışılması gereken bir boyutu var ki, onun üzerinde pek durulmamakta: Kişideki “çap”ın devlet başkanlığı için yeterli olup olmadığı. on günlerde yaşanan çok basit birkaç örnek hayli düşündürücü. Örneğin, bir MGK toplantısında konuşulmuş bir konuyu haber yaptı diye gazeteci Fikret Bila için “vatan hainliği”nden söz etmesi... Devlet adamının, bir duruma böylesine kızsa bile, bunu belli etmekle haberi doğrulayarak “sızma”ya ortaklık etmiş olacağını düşünmesi gerekmez miydi? Üstelik, PKK’ce yapılanların görsel biçimde yansıtıldığına ilişkin bir habere bu denli kızmak niye? Bir başka örnek: Bayan Rice’ın “Kürdistan” sözüne ne diyeceği sorulduğunda, bunu önemsiz sayarcasına, “Kim ne derse desin, benim için önemli olan Irak’ta her gün 6070 kişinin ölmesidir” gibi bir sözde ulusal endişe yerine ümmetçi duygunun ağır basışı yok mu? ürkiye devletine başkanlık etme hevesi taşıyan kişide toplumun nabzını iyi tutup gerektiğinde dışa karşı oluşan tepkiyi zamanında dile getirme yeteneği de aranmaz mı? Örneğin Kıbrıs Rumlarının Fransa’ya adada üs verişine karşı. Devletin diplomasi kanadı elbet buna gerekli tepkiyi gösterir ve göstermiştir de. Ama Başbakan’ın da Rumlara ve Fransa’ya daha sert bir tepkiyle seslenmesi beklenirdi. Ya da Irak’ta direnişçi üç kadının idamı konusunda Türk halkındaki isyanı haykırması. Bunları düşünememiş bir Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı’na gelmesi cumhuru rahatsız etmeyecek midir? [email protected] M S T ustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyet’ini, Söylev’de de açık açık belirttiği gibi Osmanlı aydınlarınca ısrarla din dışı anlamında kullanıldığı için laik sözcüğünü yüksek sesle sanki hiç telaffuz etmeden, şer’i yasaların yerine, örneğin 3 Mart 1924’te “Hilafetin Kaldırılması”, “Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı’nın Kapatılması” ve “Tevhidi Tedrisat”; 1 Mayıs 1924’te “Şer’iye Mahkemelerinin Kapatılması”; 30 Kasım 1925’te “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” yasaları ile 17 Şubat 1926’da aile ve miras hukukunu yeniden düzenleyen “Yurttaşlık Yasası”nı (Medeni Kanun’u); 1 Temmuz 1926’da şer’i ceza hukukuna son veren “Ceza Yasası”nı ve 10 Nisan 1928’de de anayasadaki “Türkiye Devletinin dini İslamdır” maddesini değiştiren yasayı çıkartarak bir laik devlet haline dönüştürmüştür. Nitekim “laik” sözcüğü Cumhuriyetin kurucularınca da ilk kez bu yasaların yürürlüğe girmesinden sonra yüksek sesle telaffuz edilmiş ve ta 14 Mayıs 1931 tarihli kurultayda Halk Fırkası programına alınmıştır. Bu nedenle hiç kuşku yok ki, laik Cumhuriyetimizin temelini 3 Mart 1924’te ardı ardına kabul edilen üç yasa, Halifelik kurumunun kaldırılması, Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı’nın kapatılması ve Tevhidi Tedrisat yasaları oluşturmaktadır... Ancak, burada hemen şunu belirtelim ki, halifelik Osmanlı sultanlarınca III. Selim’den itibaren 19. yüzyılda kullanılmaya başlanılmıştır. Şeyhülislamlık da, II. Mahmud döneminde Babı Meşihad veya Babı Fetva adıyla sultanların danışmanı olmaktan çıkarılıp resmi bir kurum haline getirilmişse de, şeyhülislamlar Osmanlı tarihi boyunca hiçbir zaman vezirler kurulu toplantılarına alınmamışlardır. Evkaf Nezareti de, Sultan II. Mahmud döneminde 1826 yılında önce salt Hanedan vakıfları için Evkafı Hümayun Nezareti adıyla kurulmuş, Tanzimat’tan sonra 1839 yılında da ülkedeki bütün vakıfların bağlı olduğu bir bakanlık haline getirilmiştir. Ama ne acıdır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun tam bir teokratik devlet haline dönüştüğü 19. yüzyılda Abdülhamid döneminde bile başarılamamış “Şeyhülislamların da bakanlar kurulunda söz sahibi” olması işini, 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi’nin şeriatçı üyeleri 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu’na (anayasaya) eklettikleri bir madde ile gerçekleşti rip Şeyhülislamlığı Evkaf Nezareti ile “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” adı altında birleştirerek, bir yobazın da şeyhülislam sıfatıyla Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna girmesini sağlamışlardır. İlginçtir, gene Mustafa Kemal’in yokluğunda 20 Kasım 1921 günü bir oldubittiyle Milli Eğitim Bakanı yaptıkları Mehmed Vehbi Hoca adlı yobaz aracılığıyla da, Meclis’te bir komisyon kurup, “Maarif Vekâleti’nin kapatılıp bütün okulların Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ne bağlanması, müzik ve resim dersleri kaldırılarak yerlerine ilahi ve hat dersi konulması, okullardaki din derslerinin artırılması, bütün okulların medrese haline getirilip Galatasaray Lisesi’nin adının da Yeni Medrese olarak değiştirilmesi” kararını aldırtmışlardır hemen... Bilindiği gibi, bugüne dek uygulanmış biri “teokratik”, diğeri “laik” (veya seküler) olmak üzere bilinen iki devlet türü vardır yeryüzünde. Meşruiyetini kutsal güçlerden alan, yasama yetkisinin kutsal güçlerden kaynaklandığı ve yasama, yürütme, yargı erklerinin bu kutsal gücün temsilcisi tek bir elde toplandığı devlet türüne “teokratik devlet”, meşruiyetini halktan alan, yasama yetkisinin halkın temsilcilerinde olduğu ve kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı devlet türüne de “laik (veya seküler) devlet” denilmektedir. Bu nedenle laik devletin tek dayanağı halktır, halkın bu gerçeğin bilincine varabilmesi de ancak ve ancak eğitimle sağlanabilmektedir. Nitekim, halkın eğitiminin devletin temel görevleri arasına alınması da, Fransız Devrimi’nden sonra kurulan laik devletle başlamıştır. Teokratik devletlerde ise, eğitim kesinlikle dini kurumların elindedir. Her dinsel inanç kendi cemaatine, açık veya gizli, kendi dinsel inancına uygun bir eğitim vermektedir. Devlet ise, eğitim programlarına kesinlikle dokunamadan, bağlı olduğu dinsel inancın okullarına kral, kraliçe, sultan vb. aracılığıyla bugünkü bobstil deyimle sponsor olabilmektedir ancak. Din kurumlarının kendi cemaatlerine yönelik bu eğitimleri de, kuşkusuz kendi din dillerinde yapılmaktadır doğal olarak. Dolayısıyla, laik düzenin geleceği açısından yapılması zorunlu olan halkın eğitilmesi sorunu da dil konusunu gündeme getirmiş ve böylece laik devletlerle birlikte “devletin anadili” ile bu anadillerin belirlediği “ulus devlet” kavramları da kendiliğinden insanlığın siyasal yazınına girmiştir... Oysa, Osmanlı İmparatorluğu’nda güya II. Mahmud dönemindeki Batılılaşma sırasında halkın eğitimi için açılan rüştiyeler de, tıpkı cami vakıflarınca kurulmuş medreseler gibi gerek öğretim izlencesi, gerekse yönetim açısından doğrudan şeyhülislamlığa bağlı okullardır. Halifelik de, dolayısıyla bütün bu İslami okullar arasındaki eşgüdümü sağlayan üst kurum olmaktadır. Mustafa Kemal, işte bu nedenlerle Cumhuriyeti laik bir devlet haline getirirken ilk iş olarak Halifeliği kaldırıp, Şer’iye Bakanlığı’nı kapatıp, vakıfları Başbakanlık’a bağlı bir genel müdürlük yaparken, Tevhidi Tedrisat Yasası ile de cami, zaviye, kilise, havra avlularındaki dinsel eğitime son vererek eğitimi tekleştirmiştir. Kısacası, adından da anlaşılacağı gibi yasa, “Laik devlet halkını, belirleyeceği öğretim izlencesine göre, yetiştireceği öğretmenlerle, kendi okullarında bedava eğitir, eğitim tektir” anlamındadır kesinlikle... Nitekim, karşı devrim de, İsmet Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda savaşa girmemek için de olsa uyguladığı gizli Hitler yanlısı ikili politikasından yararlanmasını iyi bilip 1946 yılından itibaren Missouri zırhlısı, Truman Doktrini, Marshall yardımı ile ülkeyi kolayca denetim altına alan emperyalizmle el ele verip, bilindiği gibi ilk iş olarak eğitim sistemine saldırmış, daha 1949 yılında ilkokullara din dersi konulmasını ve Kuran kursları ile imam hatip okullarının açılmasını sağlayarak eğitimin yeniden dinselleştirilmesi çalışmalarını başlatırken, anımsanacağı gibi 1956 yılında da Ankara’da eğitim dili İngilizce olan bir üniversite açılmasını sağlayarak üniversite eğitimine de el atmıştır hemen. İlginçtir, sanki Mustafa Kemal de bu yasayla mekteplerle medreseleri bir çatı altında toplamayı amaçlamış gibi bir kanı uyandırabilmek için kuşkusuz, “tek” anlamındaki Arapça “vahid ve vahdet” sözcüklerinden türetilmiş “tekleştirme” anlamındaki “tevhid” sözcüğünü aynı anda “bir araya getirme, birleştirme” anlamında çarpıtarak çevirip, Tevhidi Tedrisat Yasası’nın adını da “Öğretim Birliği Yasası” şeklinde Türkçeleştirmişlerdir sinsice. Bilindiği gibi, 12 Eylül darbesiyle de anayasadaki “Üniversiteler ancak devlet eliyle kurulur” maddesindeki “ancak” sözcüğünü çıkarıp, “Vakıflar da yükseköğretim kurumu kurabilir” fıkrasını ekleyerek, laisizmin temel direği eğitimin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gibi yeniden dinsel nitelikli bir kurum olan vakıflara devredilmesi girişimini başlatmışlardır. Türban özgürlüğü peşinde koşan aydınlarımıza bu gerçekler nasıl anlatılır bilmem ki... Tehlikenin Farkında Olmak Öner YAĞCI elişki gibi görülebilir ama aydın bereketinin, özverisinin, direnişinin, aydını sahiplenmenin, aydına sevginin olduğu kadar, aydın düşmanlığının, kıyımının, aydın ihanetinin, kirlenmesinin de çokça görüldüğü bir ülkeyiz. Nâzım Hikmet’in, “Biliyorsunuz, / verdim ömrümü, / en güzel / en olacak / en olması lazım şey için. / Fakat çoktur / sayılmayacak kadar / aynı işi benden evvel / belki de benimkinden büyük bir inatla yapanlar” dizeleri, aydın görevini, sorumluluğunu gösteren çarpıcı bir örnek ve aynı zamanda aydınlara bir uyarıdır. Değerbilirliğe dikkat çeken, belleğin diri tutulması gerektiğini vurgulayan bu uyarı, çok acı verici, acıtıcı bir gerçeklik yaşadığımızı duyumsatıyor. Her şey gibi aydın kavramı da kirletiliyor. Nâzım Hikmet’in, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, “Gün olur daha derin / daha geniş yara açar / kalemin düşmanlığı / mavzerin düşmanlığından” diyerek aydın kirliliğini vurgulaması boşuna değildi. Kirletilmenin yoğunlaşmaya başladığı dönemde İlhan Arsel de, Aydın ve ‘Aydın’ adlı yapıtıyla dikkat çekmişti (1993). Aydın; aklıyla, sabrıyla, direnciyle toplumunu değiştirmek için mücadele eden insandır. “Ülkesinin geleceğine harç taşıyan kişiye” denir aydın. Kendisini adam yapan ülkesine ömrü boyunca borç ödeyene denir. Aziz Nesin “Ödüyorum ödüyorum bitmiyor” derdi ülkesine olan borcu için. Fakir Baykurt da ömrü boyunca borcunu ödemeye çalıştığını söylerdi. Bir toplumun değerlerinin geleceğe aktarılmasına katkıda bulunmak, değerlerini Ç savunmak, bunun için mücadele etmek asıl olarak aydının görevidir. Nâzım Hikmet, Milli Gurur’u şu dizelerle bitirmişti: “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! / Dünü bugüne / bugünü yarına bağlayın!” Cumhuriyet izlediği politikalarla kendi aydınını yaratmaya başlamış, önemli atılımlar yapmıştı ki emperyalizmle işbirlikçilerinin amansız bir aydın kırımıyla karşı karşıya geldi. Aydınlarımız yıllarca kendisini yok etmek isteyen saldırılara karşı direnerek, kırılarak, kıyılarak yaşadı. Şimdi, adına “aydın” denenler, ülkemizi hem çağdaş (!) hem de çağdışı bağnazlıkların, barbarlıkların egemenliğine sunmak için tüm güçleriyle saldırıdalar. (Adalet Bakanı’nın aydınların omurgasızlığından söz etmesi, bu bakımdan talihsiz, adaletli olmayan ve ironik bir söylemdir.) Ardı ardına tüm simgesel değerlerimize, Cumhuriyet gazetesine, Kanal Türk’e, gazeteciliğin onuru Cüneyt Arcayürek’e, Tuncay Özkan’a ve çalışma arkadaşlarına, Fikret Bila’ya, Nesin Vakfı’na yönelik saldırıların amacı, aydınlığımızın omurgasını kırmaktır. Her yönden kuşatılan ülkemizin din devletine dönüştürülmesi, parçalanması yolundaki adımların yoğunlaştığı dönemde aydın birikimimizin görkemi, Cumhuriyet’in “Tehlikenin farkında mısınız?” kampanyasını aydınların doğru algılamasını beklememiz gerektiğini öğretiyor. Cumhuriyet’in bu anlamlı çağrısı, kendisini ülkesine borçlu duyumsayan herkesedir. Bu çağrı, aynı zamanda aydın birikimimizin suskunluğa ve duyarsızlığa hakkı olmadığını vurgulayan bir sorumluluk bildirgesidir. Hevesli ve istikrarlıysanız garanti benden... Westminster University ve Premier College sertifikalarına sahip. Londan School of Business Administration’da master yapmış, ÖĞRETMENDEN BRITISH ENGLISH Gramer, iş İngilizcesi, derslere yardımcı, sınavlara hazırlık. Acıbadem/İSTANBUL 0 536 225 07 80 DOSYA NO: 2006/13165 E. İPOTEK BORÇLULARI: Mehmet Çelik, Yahya Çelik, Murat Kurter, Talip Kurter, Çınar Mh. Fatih Cd. No: 53 Bağcılar/İST. İPOTEK ALACAKLILARI: Mehmet Babacan, Zülfet Babacan, Ali Babacan, Bağcılar KöyiçiBağcılarBakırköy/ İST. İstanbul İli, Bağcılar İlçesi, Bağcılar Köyü 245DTIB pafta, 13 ada, 5 parselde Bağcılar Tapu Sicil Müdürlüğü’nce tasdik edilen tapunun resmi akit tablosunda 09/03/1979 tarih ve 2409 yevmiye ile 9.000 TL. (dokuzbin) bedelli ipotek tesis edildiği, İpotek alacaklılarının bulunamadığı ve gaip olmaları sebebiyle ipoteği çözmedikleri ve bu nedenle alacağın dosyaya depo edilmesine ve parayı almalarına ve ipoteği çözmelerine, tebliğden itibaren 15 gün içinde yerine getirmelerine, aksi halde alacağı almaktan, ipoteği çözmekten imtina etmeleri halinde İcra Hakimliğine müracaat ederek ipoteğin kaldırılmasının talep edilebileceğine karar verildi. 26/02/2007 (Basın: 10715) T.C. BAĞCILAR 1. İCRA MÜDÜRLÜĞÜ 2005/217 Davacı Maliye Hazinesi vekili tarafından davalı İstanbul Defterdarı (Kayyım) aleyhine açılan gaiplik ve tescil davasında verilen ara kararı gereğince; Beyoğlu, Kadımehmet mahallesi, Kadımehmet sokağında bulunan 183 pafta, 1411 ada, 11 parsel sayılı 128.00 m2 yüzölçümlü Vardiyabaşı, İbrahim Ağa ve Kurt Çelebi vakfından olan kargir evin l/4 hissesinin Hasan oğlu Hüseyin Hüsnü’nün senelerden beri gaip olduğu ve kendilerinden halen haber alınamadığı ve davacı vekili de gaipliğe karar verilmesini talep ettiğinden gaipleri bilenlerin tanıyanların gaipler hakkında malumatı olan kimselerin ilan tarihinden 6 ay içerisinde mahkememizin 2005/17 esas sayılı dosyasına malumat vermeleri gaipler hayatta ise adreslerinin bildirilmesi, duruşma günü 3.7.2007 saat 10.00’da Beyoğlu 4. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bulunması ilan olunur. 23.2.2007 (Basın: 10548) BEYOĞLU 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN SAYI: 2006/115 TAL. Müdürlüğümüz 2006/115 Tal. Sayılı dosyadan gönderilen gayrimenkul satış ilanı Cumhuriyet Gazetesi’nin 02/02/2007 gün B4887 basın no ile yayınlanmıştır. İlanın Satış Şartlarının 2. maddesinde “Tapu alım harcı alıcıya aittir” ibaresinin “Tapu alım harcının 1/2 (Yarısı) alıcıya aittir’’ şeklinde Tavzihi ilan olunur. 19/02/2007 (Basın: 10742) POZANTI İCRA MÜDÜRLÜĞÜ TAVZİH İLANI CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle