19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
30 EYLÜL 2006 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA DİZİ Yasalarda olsa bile çok yönlü baskılar nedeniyle kadınlar haklarını kullanamıyorlar 9 Kadının soyadı yok NAZAN MOROĞLU Soyadı konusu, her ne kadar kadının yaşamsal sorunları yanında çok önemli olarak görülmese de, birçok kadın bu sorunun çözümlenmesi için mücadele vermektedir. Batı ülkelerinde eşitliğe uygun değiştirilmiş olan soyadı kuralı, ülkemizde kadınlara karşı ayrımcılığın görünür bir örneğini oluşturmaktadır. Kadınerkek eşitsizliği, günümüzdeki ifadesiyle ‘‘kadınlara karşı ayrımcılık’’ tarih boyunca her toplumda var olan ve bugün de sürmekte olan bir olgu. Eşitsizlik, kadın ile erkeğin yaratılış farklılığının biyolojik farklılığın, toplumsal farklılığa dönüştürülmüş ve onlara aileden başlayarak yaşamın her alanında ‘‘ayrı roller’’ biçilmiş olmasından kaynaklanıyor. ‘‘Kadının yeri evidir, ekmeği babakoca getirir’’ ya da ‘‘erkek güçlüdür yönetir, kadın güçsüzdür yönetilmelidir’’ anlayışı uzun zaman egemen olmuş ve bu anlayış yasalara yansımıştır. Bu nedenle, Medeni Kanun’da yer alan ‘‘Koca ailenin reisidir’’ kuralı, evlenince kadının kimliğini de değiştirmesini zorunlu kılmıştır. Bilindiği gibi, ülkemizde 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu gereğince kullanılması zorunlu olan ‘‘soyadı’’, herkesin kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kadının soyadının da kadının kimliğinin ayrılmaz bir unsuru olması gerekir. Ancak, erkek doğumundan ölümüne kadar aynı soyadını taşıma hakkına sahip olduğu halde, kadın evlenince/boşanınca, medeni halindeki her değişiklikte soyadını, kimliğini ve buna bağlı olarak sahip olduğu ehliyet, pasaport, ruhsat, banka kredi kartı gibi her türlü resmi ve özel belgeyi değiştirmek zorunda kalmaktadır. Toplum içinde tanındığı soyadını terk etmesi sonucu bir başka adla kendini yeniden tanıtma güçlüğünü yaşamaktadır. Anayasanın ‘‘kanun önünde eşitlik’’ ve ‘‘eşler arası eşitlik’’ ilkelerini ihlal eden ‘‘kadının soyadı’’ kuralı, yeni Medeni Kanun’da da yer almaya devam ediyor. Soyadı tartışması seldikçe bir işte çalışma olanağı bulabileceklerini göstermektedir. Danışmanlık kimin görevi? Kosova’da savaş mağduru bir kadın (solda). İsrailli kadın askerler işgale hazırlanıyor. da farkındalık ve toplumsal duyarlılık oluşmuştur. Hukuka ulaşamıyorlar Bilindiği gibi, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’da, şiddete uğrayanı koruyan tedbirlere ve yeni ceza kanununda aile içi şiddeti töre cinayetlerini cezalandıran hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca, bu konularda her ne kadar ‘‘Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler’’ konusunda Başbakanlık genelgesi çıkarılarak, şiddeti önlemek için siyasi kararlılık gösteril mişse de, şiddet mağdurunu koruyucu altyapı hazır olmadıkça ve sığınma evleri sayısı artırılmadıkça hukuk kuralları ne yazık ki çoğu kez kâğıt üzerinde kalmaktadır. Siyasi irade ‘‘aile içi şiddete son verme’’ yolundaki kararlılığını, sadece yasa çıkararak değil, yasama yılı başında eşine şiddet uygulamış ve savcılık tarafından fezleke hazırlanmış olan milletvekilinin bu konuda dokunulmazlığını kaldırarak göstermelidir, topluma örnek olmalıdır. Kadın hakları alanında meslek içi eğitim almış ‘‘cesaret sizden, destek bizden’’ diyerek şiddet mağduru kadınlara destek veren avukatların göz lemine göre, ekonomik bağımsızlığı olmayan kadın hakkını bilse de genellikle kullanmaktan kaçınıyor. Kadınların hem hakları konusunda bilgilendirilmelerinde hem de haklarını yargı yolunda kullanmalarında hukuki yardım verilmesi, diğer bir ifadeyle ‘‘kadınların adalete erişimi’’ açısından baroların önemli bir rolü vardır. İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu’nca, özellikle kırsal kesimde kadınlara hakları anlatılmış, nereye nasıl başvuracakları konusunda bilgilendirilmişlerdir. İstanbul Barosu’na başvuran kadınlara gerektiğinde adli yardım çerçevesinde ücretsiz avukat ataması yapılmak tadır. 2004 2006 döneminde Kadın Hakları Uygulama Merkezi’ne başvuran yaklaşık 8500 kadına telefonla; 4640 kadına yüzyüze danışmanlık hizmeti verilmiş; 4382 kadına adli yardımdan ücretsiz avukat atanmıştır. 2005 yılında başvuran toplam 2963 kadından yüzde 96’sı aile içi şiddet mağdurudur. Başvuranların 2781’i eşinden, 127’si eşinin ailesinden, 22’si ise kendi ailesinden şiddet gördüğünü söylemiştir. Başvuranların 1567’si ilkokul mezunudur, hiç okula gitmemiş kadın sayısı ise 290’dır. Bu da kadınların eğitim düzeyi yük Aile hukukuna ve aile içi şiddete ilişkin sorunların çözümü başta hukukçuların, psikologların ve diğer uzmanların görevidir. Oysa son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadınlara aile danışmanlık hizmeti verdiği ve ‘‘böylece kadınların yaşadıkları din açısından ele alınıp değerlendirilmektir’’ denilerek bu hizmeti yaygınlaştırma çabası içinde olduğu görülmektedir. Diyanet’in bu konuda doğrudan eğitici, bilgilendirici ve sorunlara duayla çözüm üretici işlevi üstlenmesi doğru bir çözüm yolu değildir. Yasaları yaşama geçirmek için çalışmak yerine, dualarla çözüm üretileceğine insanları inandırmak çağdaş yaşam biçimini göz ardı etmek anlamına gelir. Unutmayalım ki, kadın haklarından ayrımcılık yapılmaksızın eşit olarak yararlanılabilmesi, aile içi şiddet başta olmak üzere kadının yaşadığı tüm sorunlara hukuken çözüm üretilebilmesi, ancak demokratik, laik bir hukuk devletinde mümkündür. (*) Nazan Moroğlu, Kadının Soyadı kitabı. YARIN: Lübnanlı yazar EVELEYENE AKAD’ın mektubu Yaşamda kalabilmek için... yi, Lübnan’ın son derece karmaşık etnik ve dini toplumsal yapısından dünyaya örnek olacak bir demokrasi yaratma umutlarını, reform girişimlerini dinledik yıllarca ve onlarla beraber ağladık, onlarla beraber umutlandık... Ama Ağustos 2006’da İsrail ordusu Lübnan’a saldırdı. ABD güdümlü bu saldırıyı tüm dünya seyretmekle yetindi. Bizlerse, beş yıl önce Ortadoğu’da reform tohumları atacağına inandığımız bir ağ kurduğumuza inanan bizlerse itiraf etmesi zor ama belki de ilk defa umudumuzu yitirdik, çaresizliği, çözümsüzlüğü, hatta yakın gelecekte bu şiddet sarmalının daha da artarak hepimizi bir karabasan halinde içine alacağını hissettik. Tabii bu duyguları birbirimize hiç çaktırmamaya, her şeye rağmen birbirimize güç vermeye çalışarak. Ailesini ziyaret etmek üzere gittiği Güney Lübnan’da, İsrail’in askeri saldırısıyla haftalarca mahsur kalan Lübnanlı arkadaşımız Zeinab, bombalar altında yazarken bile Gazze’deki kadınlara desteğini ifade etmeye çalışıyordu: ‘‘Güney Lübnan’da, Sayda’da ailemin evinde oturmuş, İsrail savaş uçakları tepemizde uçarken ve sivil hedefleri bombalarken, sizlere Gazze’yi yazmak istedim. Gazzeliler günbegün gittikçe İsrail’in askeri, ekonomik, siyasi, fiziksel ve toplumsal kıskacı altına giriyorlar. Dünya Lübnan’daki savaşa odaklanıp Filistin’de yaşananlara körleştikçe ve sağırlaştıkça, biz Lübnanlı kadınlar, Filistinli kadınların, kendileri ve çocuklarının haklarını korumak, ailelerinin yiyecek, ilaç ve güvenliğini sağlamak için verdikleri mücadeleye desteğimizi ve dayanışmamızı iletmek istiyoruz.’’ Tüm dünyada medya Lübnan’da savaşı kimin kazandığının belli olmadığını yazdı. Oysa biz kadınlar kazananları ve kaybedenleri çok iyi biliyoruz. Biliyoruz ki bir kez daha köktendinci, militarist, milliyetçi, erkek egemen ideolojiler kazandı ve kaybedenler kadınlar, yalnızca Lübnanlı kadınlar değil, hepimiz, Ortadoğu’da yaşayan tüm kadınlar... Karar süreçlerine hiçbir şekilde katılmadık, en çok biz karşıydık, ama yine de bu savaşta kaybeden biz olduk! Bütün bunlara rağmen umudumuzu yitirmemeye, birbirimize destek olmaya çalışarak. Lübnan’a bombalar düşerken Nadera’nın Filistin’den yazdığı gibi: ‘‘Hepimiz için dua ediyorum, hepimizin güvende, güçlü olabilemesi için.. ve birbirimizle ilişkide kalabilmek için.. zira inanılmaz derecede kızgın, üzgün ve kelimelerden yoksunum... Sizleri kocaman kucaklıyorum, bu kucaklamanın sizlerin acısını ve öfkesini sarıp sarmalaya yetmesini umarak...’’ Sahi, acaba kadınların en büyük gücü ne olursa olsun umutlarını kaybetmemek midir? Yoksa yaşamda kalmak için bundan başka hiçbir şansları mı yok mu? YARIN: NİLÜFER NARLI Savaş, kadın sorununun önünde ‘‘Kadının Adı Yok’’ adlı eseriyle ve yaşamı boyunca sürdürdüğü kararlı çalışmalarıyla gençyaşlı, kadınerkek herkesin dikkatini kadın haklarına çekmeyi başaran Duygu Asena’yı bir kez daha sevgiyle anıyorum. Günümüzde çok az sayıda kadının karar verici konuma gelebildiğini görüyoruz. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay gibi iki önemli hukuk kurumunun başkanlığına kadınların seçilmiş olması, gelecek açısından umut verici örneklerdir. Ancak bu olumlu örneklere rağmen ailede, medyada, tarımda, sosyal ve siyasal yaşamda kadın emeği yoğun bir şekilde kullanıldığı halde karar verici konumlarda bugün bile ‘‘kadının adı yok’’. Hukuk sistemimizde ise kadının ‘‘soyadı’’ hiç olmadı (*). Bilindiği gibi, 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren Medeni Kanun ile ailede eşlere her bakımdan eşit haklar tanındığı halde, soyadı kuralında kadına karşı ayrımcılık sürmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ÜnalTekeli (2004) kararında ‘‘soyadı’’ kuralının kadınlara karşı ayrımcılık içerdiğinin açıklanması üzerine, bu konuda değişiklik yapılması ülke gündemine taşınmıştır. Ancak, Adalet Bakanlığı’nca hazırlanmış olan tasarı yeterli değildir. Aslında günümüzde evli kadının, Medeni Kanun’da bu yolda bir kural değişikliği yapılmadığı halde, anayasanın 90. maddesinden hareketle dolaylı yoldan sadece kendi soyadını kullanabilmesi de mümkün olmakla beraber, Medeni Kanun’da değişiklik yapılması uygulamada kolaylık sağlayacaktır. Yapılacak yasa değişikliğinin amaca uygun olması için ‘‘eşlere evlilik süresince kendi soyadlarını taşımaya devam imkânı veren, aynı zamanda eğer isterlerse kadının veya kocanın soyadını aile adı olarak seçme hakkı tanıyan’’ şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Haklarını kullanamıyorlar Müslüman kadınlar dünyanın her yerinde İsrail ve ABD karşıtı eylemlerle Lübnan işgalini protesto ettiler PINAR İLKKARACAN Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de, kadın haklarının yasalarda yer alsa da yaşama geçirilmesi kolay olmuyor. Özellikle aile içi şiddet konusunda bu süreç daha zor. Kadın kuruluşlarının, kadın hukukçuların ısrarlı ve kararlı çalışmalarının medyada yer bulması ve medyanın da sorunu sürekli gündemde tutmasıyla ‘‘aile içi şiddet’’ ve şiddetin en ağır biçimi ‘‘namus (töre) cinayetleri’’ konusun Filistinli kadınlar, on yıllardır süren savaş, işgal, teröre ve tüm yoksunluklara rağmen, bir yandan savaşa ve işgale karşı, bir yandan da ailelerinin temel ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele ederken, bir yandan da kadın olarak haklarını kaybetmemek, hatta genişletmeleri için eşi bulunmaz bir direnç gösterdiler. 1980’lerde namus cinayetlerine karşı ilk mücadeleyi başlatanlar, Türkiye’de namus cinayetlerine karşı başlattığımız mücadeleden yıllarca önce içinde yaşadıkları son derece zor koşullara rağmen Filistin kadın hareketi ve kuzey Irak’taki Kürt kadın hareketi. Türkiye’de 2002’de Kadın Bakış Açısından Türk Ceza Kanunu kampanyasını başlatmamızdan kısa bir süre sonra, Filistinli arkadaşlarımızdan çok sevindirici bir haber almıştık. Onlar da bizim kampanyamızdan yüreklenerek Filistin’deki ceza yasasının kadınlar açısından reformu için benzer bir kampanyaya girişmişlerdi ve desteğimizi istiyorlardı. Filistinli arkadaşlarımızın kampanyası gittikçe genişleyerek sürerken... Hepimiz nefesilerimizi tutmuş beklerken... Sahne son. dinci Hamas’a bel bağlamaya başladılar. Filistin’e müdahalelerinin vardığı sonuçları yani Hamas’ın seçimleri kazanacağını son dakikada anlayan ABD’nin, bu sefer de bu durumu değiştirmek için giriştiği etik dışı manipülasyonların seçimlerden birkaç gün önce ortaya çıkmasıyla Fetih daha da güç kaybetti. Sonunda bütün bu oyunlardan kârlı çıkan köktendinciler oldu. Sağcı İslamcı bir siyaset güden Hamas, Filistin’de iktidara geldi. Filistinli kadınların büyük emek verdikleri ceza kanunu kampanyasına ne mi oldu? En az onlar kadar Ortadoğu’daki tüm kadınlar, hepimiz kaybettik... GAZZE’DEN... İsrail 2004’te, 38 yazıyla otuz sekiz yıl boyunca işgal ettiği Gazze’den Ağustos 2005’te çekileceğini ilan etti. Dünya kamuoyuna ‘‘barış adına tarihi bir adım’’ olarak yutturulan bu karar, aslında Filistinliler için İsrail’in askeri kontrol kıskacının artması, Gazze’deki halk için daha fazla askeri şiddet, daha fazla ekonomik yoksunluk anlamına geliyordu. Gazze İsrail kontrolünde dünyanın en büyük hapishanesi haline gelirken kadınlara ve kızlara ne mi oluyordu? Filistin’den öğretim görevlisi, kadın hareketinde yıllarca bir aktivist olarak çalışmış arkadaşımız Nadera ShalhoubKevorkian şunları yazıyordu: ‘‘Bu savaşın en büyük acısını çocuklar, özellikle kız çocukları çekiyor, ama onların çektikleri acılar hiç görülmüyor. Gazze’deki İsrail bombardımanlarından birinde bir evde kızlar, yaşadıkları korkunun etkisiyle erken âdet görmüşler. Bunun üzerine bu ‘kanayan’ kızlar aileleri tarafından bir köşeye itilmişler ve bir de onlar tarafından şiddete uğramışlar, o kadar ki onlara bir köşeye gidip oradan ayrılmamaları söylenmiş. Yalnızca saldırı nedeniyle hijyenik bağ bulamadıklarından ve kanlarının yerlere akmasından değil (Kafalarına bombalar yağarken nasıl hijyenik bağ bulabilirlerdi ki?), aynı zamanda ailelerindeki erkekler tarafından ‘kirlenmiş’ görüldükleri için. Konuştuğum 15 yaşındaki bir genç kadın, bu savaşın onu delirtmesinden daha doğrusu deli olarak damgalanmasına yol açmasından duyduğu korkuyu şöyle ifade ediyordu: ‘Bu durum beni delirtiyor. Ama duygularımı açığa vurursam, ağlarsam, hissetiğim gibi yürüme, konuşma yetilerimi yitirirsem, bana deli derler! Ben bir kadınım, deli olma hakkım yok’...’’ BEŞ YIL SONRA... Ağustos 2006’da İsrail Lübnan’a saldırdı. Beyrut’ta 2002 yılından beri kadın, cinsellik, insan hakları konusunda birçok bölgesel toplantı düzenledik ve hepimiz her seferinde hayranlık ve sevinç içinde Beyrut’un uzun, ama çok uzun süren bir savaştan sonra nasıl küllerinden doğan bir anka kuşu gibi tekrar rengarenk tüylere büründüğünü, nasıl büyük bir kararlılıkla demokrasi ve insan hakları adına tüm bölgede önderlik yapacak bir konuma geldiğini izlemiştik. Lübnanlı aktivist arkadaşlarımızın Suriye’nin pençesinden kurtulma çabalarını, köktendinciliğe karşı verdikleri mücadele YENİ SAHNE: ABD ve İsrail, ElFetih’i yıpratmak ve elini zayıflatmak için elinden geleni yaptı ve kurumlarını tek tek yok ederek Fetih’in Filistin’de düşüşüne büyük bir katkı sağladı. Filistinliler, en temel gereksinimlerini bile sağlayamayaz hale gelen Fetih’dense kökten CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle