19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
28 EYLÜL 2006 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 20. yüzyıl feminizminin eşitliğe ve demokrasiye ulaşma çabaları ütopya olarak kaldı Düzen kadını ezdi KADINLAR ÜZERİNE ‘‘Tüm radikal siyasal eylemler, ister ırkçı, ister dinci, ister etnik kaynaklı olsun, kadınları benimsedikleri siyasal ideolojiyi zafere kavuşturmak için araç olarak kullanmaktadır.’’ N. AbadanUnat (75. Yılda Kadınlar ve Erkekler, s. 336) NECLA ARAT ...Ve bizim kadınlarımız Türkiye’de de özellikle 80’li ve 90’lı yıllar çeşitli hak ve örgütlenme savaşımları ile geçti. Kadın hareketi, ‘‘kadın olmak’’ ortak paydası ile çıktığı yolda bazı başarılara imza attı. Türk Medeni Kanunu’nda, Türk Ceza Kanunu’nda kadınlardan yana yapılması gerekli değişiklikler bu yıllarda planlandı. Ailenin Korunması (ya da evlilik içi şiddete karşı kadının korunması) Yasası bu dönemde çıktı. Kadın eserleri kütüphanesi, üniversitelerde kadın sorunları merkezleri, kadın çalışmaları bilim dalları ve (sayıları az da olsa şiddete karşı) kadın sığınma evleri, çeşitli feminist yayın ve dergiler, bu iki on yılın ve kadın dayanışmasının sonuç veren ürünleri oldu. Buna ek olarak, kadınlar güçlü lobiler oluşturarak zaman zaman ülke gündemini belirleyebildiler. 90’lı yılların başlarına geldiğimizde Türkiye’deki kadın hareketinin Kemalist feministler, radikal feministler ve İslamcı hareketle ilişki içindeki İslamcı feministler olarak üç gruba ayrıldığını görmekteyiz. 90’lı yılların ortalarına doğru bu gruplara çoğu radikal kanat içinden çıkan ve de Kürt hareketi ile bağlantılı etnikçi feministler ekleniyor. Radikal, İslamcı ve etnikçi (Kürt) feministler, ‘‘farklı’’ olmanın erdemlerini yüceltirken Kemalist feministleri resmi ideoloji yanlısı olmakla (yani Kemalizmi desteklemekle) suçladılar; Kürt ve İslamcı kadınları dışladıklarını öne sürerek eleştirdiler; sivil toplumun evrensel hukuk normlarını güçlendiren, din, etnik köken ve sınıf farklarını göz önüne almaksızın insan haklarını ve medeni hakları güvence altına alan toplum olduğunu unutarak sivil toplumresmi toplum; sivil ideolojiresmi ideoloji sınıflandırmaları ile yeni ve ucu açık tartışmalara yol açtılar. Ama, din ve etnik köken temeline dayandırılan örgütlenmelerin sivil toplum olarak değerlendirilip değerlendirilemeyecekleri konusunu hiç düşünmediler. Türkiye kadın hareketinde gözlemlenen antiKemalist radikal, dinci ve etnik kökenli ayrışma, 2000’li yılların başlangıcında bu hareketin etkili bir lobi olmaktan çıkmasına, gücünü yitirip suskunlaşmasına neden oldu. Dönemin etkin radikal feministlerinden birinin yorumuna göre: ‘‘Feminizmin bu evresi, feministlerin kendilerini projeler ile tanımladıkları, tartışma ve ilişkinin sınırlı olduğu, yirmi yıl önceki bilgilere yenilerinin katılamadığı Kemalizmin ve resmi ideolojinin etkileri ile çok da parlak olmayan bir dönemdi’’. (Bkz. 90’larda Türkiye’de Feminizm, Şeriatın kıskacında. s. 85) Yazarın sözünü ettiği proje feminizmi, bütün dünyada bu arada Türkiye’de de yaygın bir siyasal yöntem olarak kullanılmakta, Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin parasal desteği ile oluşturulan örgüt ve ağlar ile büyük kadın kitlelerine ulaşılmaya çalışılmakta idi. Radikal feministler, bu örgüt ve ağların oluşumunda öncü ve eğitmen rolünü üstlendikleri gibi, Kemalist ideolojiyi ve kurumlarını karalamakta da AB sözcülerine adeta yol gösteriyorlardı. Oysa, günümüzün tek kutuplu dünyasında neoemperyalizme her zamankinden çok ‘‘hayır’’ denmesi gereken bir dönemde tarihte emperyalizme karşı görkemli bir zafer kazanmış olan bir ulusun kurucu ideolojisini yani Kemalist ideolojiyi suçlayarak çökertmeye çalışmak; buna ek olarak altkimlik, üstkimlik tartışmaları ile toplumda tehlikeli bir kimlik erozyonu yaratmak, kadınlar için de büyük tehditler içermekteydi. Yaşamın her alanında ‘‘Kadınlar vardır’’ derken ve birlikte hareket ederken inanılmaz bir güç kaynağı oluşturan kadın hareketi, şimdi dış kaynaklı projeler ile küçük gruplar üzerinden örgütlenerek kitlelere ulaşma (ya da ulaştırma) stratejisini izliyor, ama, gerçekte ayrı ayrı ‘‘fildişi kuleler’’ içine hapsolup ‘‘özel olanın’’ politikasını yaparak yalnızlaşıyor ve eski gücünü yitiriyordu. Radikal, İslamcı ve etnikçi feministler, Kemalist ideolojinin ‘‘ulusdevlet’’ modeli ile ‘‘Yurtta barışdünyada barış’’ savını savunmayı sürdüren ulusalcı Kemalist feministlerin ulusal bağımsızlık ve ulusun onuru konusundaki duyarlılıklarını ve yurtseverliklerini ‘‘faşizan milliyetçilik, neonasyonel militarist akımlara kaymış olma; linç kültürüne hizmet etme’’ diye suçluyorlar. Ama ne yazık ki ulusdevletleri bertaraf etmek için evrensel bir ekonomik siyasal program uygulamak üzere Ortadoğu’yu kan ve ateş gölüne çeviren neoemperyalizme adeta destek çıkıyorlar. Burada can alıcı nokta, radikal, İslamcı, etnikçi feministlerin Kemalist ideolojiden kurtulma ve ulusdevleti yıkma amacında neoemperyalistlerle olduğu kadar dinci gericiler ve ayrılıkçılarla birleşebilmeleridir. Örneğin, etnikçi feministler, feminizm ve insan hakları maskesini kullanarak çoğu zaman etnik ayrımcılık yapıyor; projelerinin çoğunu Güneydoğu’ya yönlendiren AB’nin desteği ile bol bol fonlanarak kendi siyasal özlemlerine kavuşacakları günü bekliyorlar. SÜRECEK ünya kadınları 19. yüzyıldan itibaren toplumdaki yerlerini, yani birey ve yurttaş olarak bulundukları konumu yoğun bir biçimde tartışmaya açtılar. 20. yüzyılın son çeyreğinde ise kadınların gerek sosyoekonomik gerekse siyasal anlamda bütün insan haklarından yararlanmaya yönelik savaşımlarına tanık olduk. Bu süreç içinde onlar, eğitim, sağlık, çalışma, siyaset, hukuk, din, bilim ve sanatta ikinci ve aşağı cins olarak bırakılmış olmalarının nedenlerini sorguladılar. Bunu değiştirmek, toplumsalsiyasal yaşama kadın bakış açısı ile bakıp yeniden yapılanmak için stratejiler, eylem planları, bildirgeler hazırladılar. ‘İnsan hakları’nı savundular; aile içindeki rol ve sorumluluklarını, toplumsalcinsiyet kavramını, kadına yönelik şiddeti, siyasete etkin katılımı, barışı, sevgiyi tartıştılar ve dünya kamuoyunun gündemini bu konularla bağlantı içinde oluşturmaya çalıştılar. Yani, 20. yüzyıl feminizmi, toplumsal ve cinsiyetler arası eşitsizlikleri eleştiren, kadınların güçlendirilmelerini amaç edinen; bilginin ve sosyoekonomik yapıların, siyasal iktidar ve uluslararası ilişkilerin dönüştürülmesi gerekliliğini vurgulayan bir akım olarak çıktı karşımıza. Bu akımın tarihsel arka planında kadınların toplumdaki yerlerini iyileştirmek, eğitimöğrenim ve tüm öteki hizmetlerde eşit fırsat ve olanaklara sahip olmak, yani gerçek anlamında eşitliği ve demokrasiyi yaşamak isteği yatmaktaydı. Bu akım gerçekçi bir akımdı ama içinde romantik bir ütopyayı da barındırıyordu ve feministler belki de olanaksızı olanaklı kılmak için ant içiyorlardı: ‘‘Ekmek, tertemiz bir gökyüzü barışın egemenliği; bir yerlerde şarkı söyleyen bir kadın sesi; pişen yemeklerden tüten duman gibi her yeri saran bir melodi.. Silahları bırakmış askerler; bereketli hasatlar; iyileşmiş yara; istenen çocuk; özgürlüğüne kavuşmuş tutsak; bütünselliğine saygı gösterilen beden; geri dönen sevgili... Eşit ve hakça paylaşılan, değeri verilen emek; sorunları çözmek için varılan anlaşmadan duyulan sevinç; yalnızca selamlamak için kaldırılan eller Güvenli yerleryürekler, evler, ülkeler öylesine güvenli ki en sonunda artık güvenli sınırlara gerek kalmamış ve her yerde kahkahalar, dayanışma, sevinç, dans, doygunluk... Biz bunu gerçek kılacağız. Kendimiz yapacağız. Politikayı, tarihi barışı yaratacağız İnanın bize, biz dünyayı değiştireceğiz.’’ (Bkz. Kadın Gerçeklikleri, s. 9 .yay. haz. N.Arat) Ne var ki bu romantik ütopya günümüze değin hiçbir yönü ile gerçekleşemedi. Neoemperyalizmin sömürü düzeni ve küreselleşme, yoksulları daha yoksul, işsizleri daha çaresiz kılarken ‘‘ekmek ve tertemiz gökyüzü’’ yalnızca düşlerde kaldı. Emeğin değeri yok sayıldı. Güvenli yerler, evler, ülkeler, hatta yürekler öylesine güven yitirdi ki askerler silahlarını bir türlü bırakamadılar. Çıkar politikaları yüzünden, barışın yerine savaşın egemenliği gerçekleşti. Savaşlara katılan sevgililer geri dönemediler. Kadın bedenlerinin bütünselliğine saygı sağlanamadı. Eller hep daha çok şiddet uygulamak için kalktı ve kadınlar dünyayı değiştiremediler. Ama, kendileri değiştiler. Çünkü kullanıldılar. Çeşitli etnik ve dinsel örgütlenmelerde erkek egemen ideolojinin başrol oyuncuları olarak sahneye çıkarıldılar. Dayanışma içinde olacak yerde, kendilerine ve birbirlerine karşı çıktılar. Örneğin Fas’ta kadın hakları için savaşım veren ‘‘Kadın Hakları Demokratik Birliği’’, aile hukukunun uluslararası ölçütlere uyarlanmasını, toplumsal konumlarının iyileştirilerek eşitlenmesini ve Faslı kadınların çağdaş dünya ile bütünleşmesini istiyordu. Birliğin savunduğu eylem planı, çokeşlilikten vazgeçilmesini, boşanmanın kolaylaştırılıp kadın ve er D Çeçen kadınların yaşadıkları küresel ideolojinin oyunları karşısında feminist hareketlerin bile ilgi odağının dışında kaldı... keğe eşit haklar tanınmasını, evlilik yaşının on sekize çıkarılmasını içermekteydi. Ama, kadınların insan haklarının bir ölçüde benimsenmesi anlamına gelen bu masum ve hakça değişiklikleri öngören eylem planı, yeni kralın ve ilerici kadın örgütlerinin desteğine karşın inanılmaz bir direnişle karşılaştı. Direnişin öncülüğünü ise, İslamcılar ve onların yönlendirdiği çarşaflı ve tesettürlü kadınlar yaptılar. 2000 yılının ilk Dünya Kadınlar Günü’nden hemen sonra Casablanca’da (sözde) Adalet ve Kalkınma Partisi ve Allah’a Hizmet Partisi (Hizbullah) gibi şeriatçı siyasi partilerin çağrı ve örgütlemesi ile yaklaşık bir milyon kişi sokaklara döküldü. Eylem planının ‘‘dine karşı olduğunu’’ söyleyerek tekbir getiren bu kalabalığın büyük çoğunluğunu trajikomik bir biçimde kadınlar oluşturuyordu. Beyinleri yıkanıp koşullandırılmış, daha doğrusu düşünme yetileri kilitlenmiş olan bu çarşaflı ve tesettürlü kadınlar, kendi insan haklarına karşı yürüyüşe geçtiklerinin bilincinde değildiler. Bütün güçleri ile ‘‘İslamın kendilerine zaten bütün hakları vermiş olduğunu’’ haykırıyorlardı. Bu kadınlar inanılmaz bir paradoksu yaşayarak çokeşliliğin yasaklanmamasını; boşanmanın kolaylaştırılmamasını; evlilik yaşının on sekize çıkarılmamasını istiyorlardı. Oysa başkent Rabat’ta da aydın ve çağdaş kadın örgütleri, bu hakları elde edebilmek için yoğun bir savaşım vermekteydi. Bu nedenle, onlar da eylem planının baltalanmasını protesto etmek ve planı desteklemek üzere Rabat’ta yürüyüşe geçtiler. Sonuç olarak İslamcılar, Faslı kadınları ikiye bölmeyi, birbirlerine ve kendilerine karşı yürümelerini sağlamayı başarmışlardı. Kısacası, İslamcı güçler, ortak senaryolarını uygulamak konusunda kararlılıklarını sürdürüyor ve en küçük uyanış kıpırtılarını bile anında durdurmak için, yüzlerce yıldır uyuttukları kadınları kullanıyorlardı. (N.Arat, Siyaset, Kadın ve İrtica, s. 244) Kadınlar, BosnaHersek’te, Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta ve daha pek çok yerde sürüp giden savaşlarda şiddeti ve bedenlerine yönelik saldırıları, savaş mağdurları olarak en yoğun biçimde yaşadılar. Örneğin, Taliban zulmü altındaki Afganistan’da da İslamcılar sözde ‘‘kız çocukları ve kadınları erkeklerle bir arada bulunmanın kötülüklerinden korumak için’’ okullardan ve çalışma yaşamından kopartıp evlere kapattılar. Ama bu kadınlara, ailelerine ve kendilerine bakabilmek için fuhuş ve dilencilik yapmaktan başka bir seçenek sunamadılar. Savaşın kapanmayan yarası MELEK TAYLAN urj alBarajneh’teki ailem, kampın içinde gecekondu bozması iki odalı bir evde oturuyordu. Tombul ve güler yüzlü annem beni görür görmez derhal kızına emirler vermeye, sağa sola koşturmaya başladı. Kazanlarda sular kaynatıldı ve ben annemin nezaretinde sıkıca keselenip temizlendim. Üzerime uyacak yeni bir pantolon ve kazak bulundu. Ailemin yedi çocuğunun hepsi Filistin direnişinin değişik örgütlerinde çalışıyordu. Kız kardeşim kamptaki bir çocuk yuvasında görevliydi. Akşam mahalle halkı bizim evde toplandı, çaylar demlendi. Herkes bana hoş geldin demeye gelmişti. Kız kardeşim aracılığıyla konuşuyorduk. Kadın erkek ayrımı diye bir şey söz konusu değildi. Genç kadınların hepsi pantolon kazak giyiyordu, başını örten kimse yoktu. Annem ve daha yaşlı kadınlar geleneksel beyaz tülbentlerini takıyordu. Gece on bire doğru babam duvarda asılı Kalaşnikofu indirdi, kefiyesini kafasına doladı ve kapıda beliren silahlı bir gençle ortadan kayboldu. Geç saatlere süren sohbetlerden sonra yerlere yataklar serildi. Kız kardeşimle ben yan yana yattık ve ben dayanamayıp sordum: ‘‘Baba nereye gitti?’’‘‘Babam milis, nöbetini tutmaya gitti.’’ Tepemizde İsrail jetleri B hemşireler, Japonlar, Latin Amerikalılar, Norveçliler... Filistin halkının kararlılığı ve mücadele azmi herkesi büyülüyordu. Gelenlerin çoğu ülkelerine geri dönmeyi düşünmüyordu. Ben de bu kervana katılmış, Filistinli olduğuma inanmaya başlamıştım. Bir gün bir görüşme için gittiğim ElFetih’in Beyrut ofisinde çok iyi İngilizce konuşan genç bir adamla tanıştım. Tanıştığım herkes gibi onu da kod adıyla biliyordum: Abu Khalid. Sakin, bilgili, insana güven veren bir kişiliği vardı. Onunla yaptığım konuşmalarda Filistin direnişinin gerçeklerini, Lübnan’ın karmaşık yapısını ve daha birçok şeyi öğreniyordum. Bir gün bana, benim ve diğer Türkiyeli arka için kullanmadı; silaha ve güce dayanan bir devlet olmayı seçti. Ben bunları yazarken Beyrut, İsrail tarafından acımasızca bombalanıyor. Eski günlerimi ve Burj alBarajneh’teki insanları düşünüyorum. Çaresizliğin yüze vurumu Kadın hakları kazanımları ütopya olmamalı. Silahlar, nöbetler, tepemizde uçan İsrail jetlerinin ses duvarını delerek yaptıkları uçuşlar, hastaneler, yaralılar, ölümü her an hissetmek... Filistin kamplarında yaşam savaşla iç içeydi. Cephede ordular arasında yaşanan savaştan çok farklı, sinsi, yaşamın içine sızmış bir savaş. Genç kadınların çoğu silah kullanmayı biliyordu. Babam bana Kalaşnikofu söküp temizlemeyi, daha sonra da kullanmayı öğretti. Bir kez beni yanında nöbete bile götürdü. Kamp hayatına çok kolay alıştım. Hastanede bayıldığım ilk gün çok gerilerde kalmıştı. İtalyan doktor haklıydı, savaşla birlikte yaşamanın kendi kuralları vardı. Her gün, ertesi gün ölecekmiş gibi yaşamak, geçmişi ve geleceği silip götürüyordu. Tek gerçek vardı, o da yaşanan an. Kampta hayat sürüp giderken arkadaşlar arasında tartışmalar da büyüyordu. Gerilla eğitimi almak isteyen bir grup, başka bir kampa gidecekti. Benim gitmem söz konusu değildi, babam ayrılmama asla izin vermiyordu. 1972 yılında Filistin kamplarında gönüllü olarak çalışan birçok yabancı vardı. İtalyan Komünist Partisi üyesi doktor ve Ortadoğu’da savaş ve şeriat kıskacı. daşların niçin orada olduğumuzu ve neden gerilla eğitimi almak istediğimizi sordu. Verdiğim yanıtların hiçbiri inandırıcı değildi. ‘‘Hepinizin buradaki varlığı bize büyük bir güç veriyor, beni yanlış anlama. Ama bizler İsrail karşısında başka çaremiz kalmadığı için silaha sarıldık. Silah, hiçbir şeyi çözümlemez, bunu sakın unutma. Sen kendi ülkende silahla değil aklınla, bilginle, birikimlerinle var olacaksın ve asıl o zaman bizlere yararın dokunacak. Ülkene dön ve bizim davamızı orada savun.’’ Abu Khalid’le yaptığım o konuşmadan sonra bir daha elime silah almadım.(1) Bu sözlerin bana söylenmesinin üzerinden tam otuz dört yıl geçti. İsrail devleti ile Filistinliler arasında silahların yerini alacak bir barış ve diyalog ortamı yaratılamadı. Filistin direnişinin birçok lideri İsrail gizli polisi tarafından tek tek öldürüldü. İsrail, Yahudi halkının deneyimlerini ve acılarını bir barış kültürü ve geleneği yaratmak 24 Temmuz 2006 günü internet üzerinden bir mesaj ulaşıyor bana. Mesajı ileten Jennifer Loewenstein, ABD’li bir Yahudi. Jennifer ve ben iki yıl önce internet üzerinden tanıştık. Jennifer, İsrail devletinin güce ve silaha dayalı siyasetine, Filistin halkına yapılan haksızlıklara cesaretle karşı çıkan bir yazar. İkimizi birleştiren Burj alBarajneh. Jennifer benden tam otuz yıl sonra aynı kampta kalmış ve oradaki deneyimlerini aktaran yazılar yayımlıyor. Birbirimizle sürekli yazışıyor, günün birinde birlikte kampa gidip film çekme hayalleri kuruyoruz. Biz film çekme hayalleri kurarken Burj alBarajneh’ten 24 Temmuz günü Jennifer’den gelen eposta bir kez daha savaşın sinsi yüzünü sergiliyor: ‘‘Güney Beyrut’ta yer alan Burj alBarajneh mülteci kampında tam bir insanlık dramı yaşanıyor. İsrail bombardımanlarından korkan çevredeki halk kampa sığındı. Her odada en az on altı kişi kalıyor. Su yok, kampa yapılan yiyecek yardımı yollar bombalandığı için ulaşamıyor. İnsanlar aç ve susuz, çocuklar bomba seslerinden korktukları için sürekli ağlıyor.’’ Yazı uzun, ama daha fazla okumak istemiyorum. Her satır, olaylar karşısındaki çaresizliğimi yüzüme vuruyor. Kamptaki insanlar gözümün önünde. Onların birçoğu belki artık yaşamıyor, ama çocukları ve torunları aynı dehşetin, aynı yoksulluğun ve sefaletin içinde. “Savaş ve Barış”ı izlediğim yıllar, filmlerdeki savaşlar, savaşa giden erkeklerini bekleyen güzel kadınlar, hepsi buğulu bir sis perdesinin arkasında kaybolmuş gibi. Savaşa ilişkin güzel bir görüntü kalmamış belleğimde. Yaşadığım gerçeklikler ise çok canlı, kapanmamış bir yara gibi, her an acıyor. Savaşın açtığı, savaş gibi sinsi, görünmeyen ama içten içe kanayan yaralar. (1) Yıllar sonra kod adı Abu Khalid olan arkadaşımın, benim onu tanıdığım dönemde Arafat’ın sağ kolu ve ElFetih’in askeri danışmanı olduğunu ve 1982 yılında Bekaa Vadisi’nde bir çatışmada öldüğünü öğrendim. YARIN: PINAR İLKKARACAN Barış geliyor derken... CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle