19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 EYLÜL 2006 PAZAR 2 Kendi uzmanlık alanında 13 kitap; 300’den fazla Sümer tabletini çözüp bilim dünyasına ‘‘çivi yazıları arşivi’’ kazandırmak ve yaşamını tarih çalışmalarına adayıp tüm dünyaca tanınan saygın bir sümerolog kimliği kazanmak!.. İşte bilimsel kimliği böyle özetlenen, 90’lı yaşlarını süren Muazzez İlmiye Çığ yargılanacakmış. Bilimsel çalışmalarında ortaya koyduğu gerçekler nedeniyle!.. Tıpkı ortaçağ Avrupası’nda olduğu gibi! Bilindiği gibi ortaçağda kilise önemli bilimsel buluşlara imza atan bilim adamlarını yargılıyor, cezalandırıyor, hatta aforoz ediyordu. Çünkü ortaya koydukları bilimsel bulgular onların dini inançlarına uymuyordu. Böylece o inançlarla insanları sömürmeleri tehlikeye düşüyor, saltanatlarının zarara uğrama olasılığı doğuyordu. Şimdi ülkemizi yönetenleri kutlamak gerek! Dört yıl gibi rölatif olarak oldukça kısa bir zamanda geriye doğru bu kadar uzun bir yol kat edebildikleri, ülkeyi asırlarca geriye götürüp ortaçağ düzeyine eriştirebildikleri için!.. Sayın M.İ. Çığ ömrünü sadece bilimsel çalışma yapmakla geçirmemiş, tam bir aydın duyarlılığı ile ülkesinin gidişatındaki korkunç gerilemeyi, çarpıklıkları, yanlışları da izlemiş; izlemekle de kalmamış, bunları dile getiren, ilgilileri uyaran yazılar yayımlamış, mektuplar yazıp ilgililere yollamış. Daha sonra bunları ‘‘Vatandaşlık Tep OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ARADA BİR FATMA ESİN kilerim’’ adı altında bir kitapta toplamış. Halen de Çağdaş Yaşam Derneği bünyesinde burslu öğrencilerle sohbetler ederek birikimlerini onlara aktarmakta... Bütün bunlar, değil bir dava, yüzlerce dava açılsa bile Sayın Çığ’ın bilimselliğine, aydın kişiliğine ve saygınlığına bir nokta kadar bile gölge düşüremez. Fakat ülkenin üstüne kara, kapkara gölgeler düşürecektir! Çünkü bu dava Sayın Çığ’a değil, bilime açılmış bir davadır. Akılcı düşünceye, bilimselliğe, çağdaşlığa açılmış bir davadır. Bilindiği gibi ülke yönetimi ve de geleceği bilimi düşman, yasaları yok sayan, yaşam gerçeklerini kabullenmemekte direnen kişilerin eline düşmüş durumda. Bilimi inançlarla, dini kurallarla özdeşleştiren, hem de siyasal güçlerine katkı yapacak inanç ve kurallarla özeleştiren bu kişiler gerçeklere tahammül edememektedirler. Hele bunlar bilimsel bulgulara, belgelere dayalı gerçeklerse!.. Sayın Çığ bilimsel buluşlarından dolayı suçlandığı günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kurulan ‘‘Aile Danışmanlık Büroları’nda’’ çalışan kişiler kendilerinden yardım isteyen kadınlara okunmuş su önermekteydiler. 100 Bilime Açılan Dava! Felak, 100 Nas okunmuş bir bardak su... Ya da umreye gitmelerini söylüyor, müftülüklerdeki sohbetlere davet ediyorlardı. Sabır önerip, sabrından dolayı öbür dünyada kazanacağı mükafatlarla teselli ediyorlardı. Bu bilge(!) kişiler o kurumlara Diyanet İşleri Başkanlığı’nca atanmış olmalılar... Bu kişiler ya da bu kişileri oraya atayanlar hakkında bir işlem yapıldığını ben duymadım. Duyan var mı, bilmiyorum. Fakat yapılacağını da sanmıyorum. Çünkü onlar iktidarın öngördüklerini uygulayarak, iktidarın politikasına büyük hizmetlerde bulunmaktadırlar. Tıpkı koskoca müftülerin, belediye başkanlarının, hatta bakanların Kuran kurslarına gidiyorlar diye, küçük çocukların sırtlarını sıvazlayıp kız çocuklarının ellerini öperek Kuran kurslarını çağdaş eğitim diye, en önemli, en yararlı eğitim diye yutturmaya çalışmaları gibi... Ülkenin her yanına dağılmış tarikatlar, çocukları, gençleri, genç kadınları ağlarına düşürüp, kafalarını hurafelerle doldurup bilimsellikten, akılcılıktan, çağdaşlıktan uzaklaştırıyorlar. Gericiliği simgeleyen kıyafetlere büründürüp kendileri gibi giyinmeyenlere saldırtıyorlar, ülkeyi ilkel bir görünüme büründürüyorlar. Bu koşullarda Sayın Çığ’ın belgelere dayanan gerçekleri onların tekerlerine çomak sokmak olmaz mı? Dava açmayıp da ne yapsınlar?.. Osmanlılık Özlemi Aydın AYBAY ‘‘Osmanlıcılık’’ hâlâ epeyce yandaşı olan bir siyasal ‘‘ekol’’dür. Padişahın, yani ‘‘velinimeti biminnet efendimizin’’ lütuf ve inayetiyle yetişip yaşamış olduklarına inandıkları için bu ekole ‘‘intisap etmiş’’ son kuşağın kalıntılarını ben de tanıdım. Onlara ‘‘saltanat yandaşları’’ denirdi. Bir bölümü yaşlı ve cahil kadınlardı; ‘‘Abdülhamit efendimizin zamanında kırk paraya ekmek alırdık’’ deyip ‘‘zamaneden’’ yakınırlardı. ‘‘Kırk kuruş verdim dün akşam bir kavun aldım, düşün/kırk kuruş versem alırdım bağı da bostanı da’’ diye yakınan ozan bozuntusunun derdi de buydu: ‘‘Evvelce her şey ne kadar ucuzdu; şimdiki pahalılığa bak’’ deyip herhalde, ‘‘padişahımız efendimiz’’ zamanına hasretini dile getiriyordu. Bugünlerde, kimi ‘‘devlet adamcıkları’’ da bu Osmanlıcılık hayranlığına tutulmuş görünüyorlar. ‘‘O görkemli ve büyük’’ imparatorluğun bir anda yok oluşuna yanıp yakınıp üzülüyorlar. ‘‘Hafiyyen’’ (örtülü olarak) yaptıkları ‘‘göndermelere’’ bakarsan, sorunları ve kavgaları, o büyük devleti ortadan kaldıran yeni Türk Devleti; yani Atatürk Cumhuriyeti ile. Tıpkı, ‘‘ünleri dünyayı tutmuş’’(!) anlışanlı, birincinin ‘‘münkiri’’, ikinci cumhuriyetçilerimiz gibi. Birinci Dünya Savaşı sonunda, daha önce Batı başkentlerinde yapılmış gizli anlaşmaların uygulamasından; çalışan kamu görevlisine maaş ödeyecek parası olmayan Osmanlı hazinesinden; emperyalizmin petrol denizi üzerinde oturan Arapların elindeki topraklarla ilgili hesap ve tasarılarından habersiz olarak, bol keseden parçalanan ‘‘Mülki Âli Osman’’ için ahlanıp vahlanma edebiyatı: ‘‘Ne etti de o M. Kemal, güzelim imparatorluk yerine, bu küçümencik cumhuriyeti kurdu!’’ Tabiatıyla ahüvahda Sevr’den de hiç söz yok; öyle bir şey hiç yokmuş da Cumhuriyetçiler Lozan ve sonrasında, örneğin Kerkük’ü ellere vermişler. Emperyalizm ve onun ‘‘kendi kutsal çıkarları’’(!) için kuvvet ve şiddet kullanarak çizdiği haritaları, savaştan bitap çıkan ve devlet olarak elindeavucunda bir şey kalmayan Osmanlı hünkârı ve yönetimi değiştirebilirmiş gibi. Bunların, hiçbir gücün dünya imparatorluklarının tasfiye sürecinin başladığı dönemde, tarihin tekerleğini tersine çevirme olanağına sahip olmadığından da haberleri yok. Bütün bunlara değinirken, Osmanlı Devleti’nin geçmişini küçümseme gibi bir yanılgıya düşmüş değiliz. Kuruluşundan itibaren yüzlerce yıl zamanının en görkemli ve güçlü devleti olarak varlığını sürdürmüş bir imparatorluğun küçümsenecek yanı yoktur. Bu yanıyla, on dokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı devleti (T.Z. Tunaya’nın deyişi ile) ‘‘Gerçekten çok büyük bir siyasal varlık; çok büyük bir devlettir’’. Bu yanı ile egemen öğesi Türk asıllı uyruklar olan imparatorluğu tarihteki yerinden oynatmak, kuşkusuz olanaksızdır: Ama şu var; onu tarihteki yerinden çıkarıp bugüne getirmeye kalkışmak işte bu olacak iş değildir. Birtakım ‘‘devlet adamcıklarının’’ yakın zamanda böyle bir özlemi dile getirip ‘‘ah o görkemli devlet’’ diye yakınmalarında böyle bir mantıksızlık yatmaktadır. 1982’de İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen Mithat Paşa Sempozyumu’nda paşanın dönemindeki Osmanlı düzeni görüşülürken, Selanik Üniversitesi’nde görevli bir Yunanlı doçentin (İstanbul Hukuk Fakültesi mezunuydu), ölçüyü kaçırıp bölgede yeniden ‘‘Pax Otomana’’ kurulmasının uygun olacağını söylemesi, başta bizim siyasal bilimciler olmak üzere, sempozyuma katılan herkesin şiddetli tepkisine neden olmuştu. Dikkat edilirse, Lübnan’a asker gönderilmesi kararı savunulurken ya da ünlü tezkere reddi olayı ile Silahlı Kuvvetlerimizin Amerikan ordusunun peşine takılıp Irak’ın işgaline katılma fırsatının kaçırılmış olmasından yakınırlarken bunun arkasında hep bir özlemin varlığı hissedilmektedir: Osmanlının anlışanlı geçmişini ‘‘ihya etmek’’ özlemi. ‘‘Bölgede söz sahibi olmak’’ ya da ‘‘geleceğin Ortadoğu haritasının çizilmesinde etkili bir güç olmak’’ bu özlemdir. Halbuki bir kez daha anımsatmakta sanırım yarar vardır: Emperyalizmin Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilip şekillendirilmesi ile ilgili planlarında, bize verilecek hiçbir ciddi pay yoktur ve olamaz. Bizim hissemize düşecek olan, olsa olsa, petrol kuyularının korunması jandarmalığından ibaret bir görevdir. 20. yüzyılın başında zaten bitik haldeki Osmanlı’yı altında petrol zenginliği yatan topraklardan çıkarıp süren emperyalistlerin, üstelik çoğu kendi verdikleri silahlarla donanmış bir gücü buradaki kazanca ortak edeceklerini düşünmek, bizce, iyimserlikten de öte hamakat örneği bir düşünce sayılır. PENCERE Ramazan Hoş Geldi.. Bektaşiyi, öğle vakti, tek odalı evinde, sofrasını kurmuş, peynir ekmek yerken gören softa öfkelenmiş: Ayıp ayıp.. demiş, senin eve ramazan girmedi mi?.. Bektaşi lokmasını yutmaya çalışırken ham sofuyu yanıtlamış: İmanım!.. Konaklar, köşkler, saraylar, gökdelenler, lüks apartımanlar, villalar varken mübarek ramazan bizim tek gözlü eve uğrar mı?.. ? Bilindiği gibi Alevi göreneğinde ramazana bakış sünnilerden farklıdır; oruç tutulmaz, iftar yoktur, sahura kalkılmaz... Bektaşi ramazanda öğle vakti alenen yemeğini yiyormuş... Sofu bozulmuş: Ulan, demiş, ramazanın geldiğini bilmiyor musun?.. Bektaşi: Ramazandan bana ne!.. Baba, sen Müslüman değil misin?.. Bu kez Baba Erenler bozulmuş: Sana ne!.. ? Bektaşiyi oruç yerken yakalayıp Kadı’nın huzuruna çıkarmışlar... Kadı sormuş: Oruç yiyormuşsun.. Bektaşi istifini bozmamış: Seferiyim... Mahalleli karşı çıkmış: Yok, Baba Erenleri tanıyoruz, biliyoruz, kırk yıldır bizim burada oturur... Bektaşi, Kadıya dönmüş: Onlar bilmez, demiş, ben seferiyim... Kadı: Nasıl oluyor bu?.. Bektaşi: Ahret yolcusuyum!.. ? Bektaşiyi yine ramazanda öğle vakti yemek yerken yakalayıp sıkıştırmışlar: Neden oruç yiyorsun?.. Bektaşi: Ulan, demiş, aç gezerken kimse bir şey sormuyor; bugün yiyecek bir şey buldum, hepiniz üstüme geliyorsunuz!.. ? Softa, ramazanın sonuna doğru, mahalle kahvesinde demiş ki: Mübarek ramazana doyamadık, yine gidiyor... Bektaşi hemen yanıtlamış: İmanım yalan söyleme!.. Ramazanı sevseydiniz ‘bitti’ diye bayram yapmazdınız... ? Sıcak bir ramazanda herifin biri sokakta şapurdata şapurdata karpuz yiyerek yürüyormuş... Bektaşi: İmanım, demiş, dikkat et, icabına bakarlar... Herif yanıtlamış: Ben Müslüman değilim!.. Bektaşi: Öyleyse bir ye, bin şükret!.. ? İnsanımızda mizah, hoşgörü ve yergi yeteneğiyle gelişip geçmişte ramazanı da iğneleyen bir içerik kazanmış.. Günümüzde ramazan geldi mi, yobaz ve softalar bu mübarek ayı bir baskı dönemine dönüştürmek istiyorlar... Oysa Müslümanlığın güzelliği, hoşgörüyü yücelttiği zaman ortaya çıkar... Ramazan geldi.. hoş geldi... YAĞLIBOYA RESİM, DESEN DERSİ GÜZEL SANATLARA HAZIRLIK HOBİ AMAÇLI RESİM ATÖLYE ORTAMINDA DERS VERİLİR 0535 794 09 85 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle