19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 15 EYLÜL 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Vakıf Üniversiteleri Gerçeği Prof. Dr. Çetin YETKİN Prof. Dr. Ümit ATABEK PENCERE Biz de Tarikata mı Girelim? 2 Bugün Türkiye ve dünya nerede?.. Nerede olacağını Cumhuriyet çok önceden görmüş ve haber vermişti... Şimdi başımıza gelenler karşısında gözler yavaş yavaş açılıyor... Açılıyor mu?.. Yoksa hâlâ ‘‘PKK Koordinatörü’’ Amerikan generalinden mi medet umuyoruz?.. ? Kendi dışındaki bir büyük güçten medet ummak eski bir hastalığımızdır... Büyük güç nedir?.. Sözgelimi NATO’dur... İki kutuplu dünyada ‘‘Komünizme karşı Türkiye’yi koruyacak NATO’’yu Cumhuriyet nasıl eleştirmişti?.. NATO’nun Sovyetler’e karşı stratejisi ‘‘Esnek Mukabele’’ idi; savunma daha ilk elde Toroslar hattına iniyor, koskoca Anadolu gözden çıkarılıyordu... Cumhuriyet bu yüzden hangi saldırılar karşısında kalmıştı?.. Bugün ‘‘NATO’nun patronu’’ Amerika hem Kuzey Irak’ta.. Hem Ankara’da.. Biz Afganistan’a NATO’nun isterlerine göre asker yolluyoruz... NATO patronu ABD ise NATO üyesi Türkiye’ye karşı PKK terörünün üssü Kuzey Irak’ı koruyor... AKP iktidarının gıkı çıkmıyor... ? Olay daha dün gibi.. Cumhuriyet’in yönetim binasına üst üste iki bomba atılıyor... En değerli yazarları öldürülmüş ve hapsedilmiş Cumhuriyet’e bomba... Dünyada böyle bir başka gazete var mı?.. Peki, bütün bunlara karşı nasıl direnebiliyoruz?.. Cumhuriyet’i Atatürk kurdu... Yeryüzünde Aydınlanma devriminin İslam coğrafyasında tek örneğine sahip çıkan bu gazete Milli Kurtuluş Savaşı’yla tohumlanmış bir bilincin yayın organıdır... Cumhuriyet’in anlamını, içeriğini, kimliğini, kişiliğini el birliğiyle savunmak ve korumak zorundayız; CUMOK’lar bu tarihsel bilince sahiptirler. ? ‘‘PKK Koordinatörü’’ Amerikan generali Ankara’da... Ya İstanbul’da ne oluyor?.. Bir tarikat camisinde, cemaatin gözleri önünde, bir cinayet işleniyor; bir hoca öldürülüyor... Sonra?.. Tarikat hocasını öldüren katil de anında öldürülüyor... Kim öldürüyor?.. Belli değil!.. Bir camide cemaat varken adam öldüren katili kimin öldürdüğünü söylemeyip gizleyen cemaate ne dersiniz?.. Ey ümmeti Muhammet, Müslümanlık bu mu?.. Altı yüz bini aşkın gazeteyi her gün bedava dağıtan tarikat patronu varken çalışanların gazetesi Cumhuriyet’in fiyatına zam yapmak zorunda kalması Türkiye’nin ne hallere düştüğünün resmidir... ? Ne yapalım?.. Bizler de bir tarikata mı girelim?.. AKP’nin Yeni Stratejisi MECLİS yeniden olağanüstü toplantıya çağrıldı. Daha doğrusu, yasama yılının olağan başlangıç tarihi olan 1 Ekim’den önce çalışmaya koyulup yeni uyum yasaları çıkarılacak ve AB memnun edilecek. Sırada Vakıflar, Kamu Denetçiliği ve Sayıştay yasalarıyla yasa değişiklikleri de var. Birincisi, gayrimüslim ve yabancı vakıfların statülerini AB’nin istediği biçime sokacak, ikincisi ülkenin kamu yönetimini Avrupa ülkelerinden alınma kurallarla büsbütün içinden çıkılmaz duruma sokup biraz daha zayıflatacak, sonuncusu ise askerin hemen her şeyini ve ulusal savunmanın her yanını siyasal iktidarın denetimine sokup sözde ‘‘saydamlık’’ sağlayacak. Saydamlığın kimlere neleri görme kolaylığı sağlayacağına aldırmadan. Ama, ne gam; önemli olan, AB’yi ve ABD’yi memnun etmek ve o çevrelerin desteğinde cumhurbaşkanlığı seçimini istenen sonuca vardırmaktır. Brüksel’le müzakere sürecinin kesilmemesi için her şey yapılacak. eki, Kıbrıs? Limanların ve hava sahasının Rum devletine açılması? Yunanistan’la Atlantik ötesindeki ve berisindeki ‘‘Tayyip dostları’’nın himmetiyle o sorunların çözümü daha kestirme ve ‘‘hayırları vesile olacak’’ harika bir manevraya bağlanmıştır: Kıbrıs’ta ‘‘birleşme’’ sağlamak ve ada Türklerini de Rumlarla birlikte tam üyeliğe almak için kollar sıvanmıştır. Bunun Türkiye’yi bir an önce tam üye yapma yolunu da kısaltacağı Ankara’ya anlatılarak. Tabii, Ankara yerse. Ama, Kıbrıs’tan gelen haberler AKP yöneticilerinin bu yöntemi pek elverişli bulduklarını ve hemen ‘‘icraat’’a geçtiklerini gösteriyor. Kendilerine özgü yolları kullanarak: Türkiye’deki ‘‘Diyanet’’in benzeri olan Kıbrıs Din İşleri Başkanlığı’nın başındaki Ahmet Yönlüer ‘‘Erdoğan’a yakınlığı’’yla bilindiği için onun aracılığıyla Ankara’nın mesajları etkili oldu ve muhalefetten Talât canibine transferler sağlanarak tek partili iktidarın yolu açıldı. Gerisi, Rumların beğeneceği önerilerle masaya oturmaya kalıyor. ‘‘Solcu’’ sayılan, hatta güneydeki AKEL’in kuzeydeki gölgesi olduğu söylenen CTP’nin bir din adamı aracılığıyla sunulmuş böyle bir hizmeti kabul etmesi herhalde kimseyi şaşırtmamıştır. O partiyi yönetenlerin, kendi açılarından bakınca, Rumlarla birleşip AB’ye girişi kolaylaştıracak her yolu mubah gördükleri bilinmiyor mu? elirtiler, Ankara’daki iktidarın gerekli dış destekleri bir süre daha geçerli tutup ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi ‘‘bir başka cumhuriyete dönüştürme’’ planını bir an önce gerçekleştirmek için artık ‘‘gözü kara’’ davranacağını gösteriyor. AKP için, istenen sonucu genel seçimlerde almak tehlikeye girmiştir. Strateji, kilidi seçimle açmak ve büyük dönüşümü, bunun hemen sonrasında, genel seçimlerden önce çıkarılacak yasalarla tamamlamaktır. T P B ürkiye’de 1984 yılından itibaren kurulan 25 vakıf üniversitesinin yarıdan fazlası İstanbul’dadır. Kalanlar ise Ankara ve İzmir’dedir, Mersin’deki tek üniversiteyi saymazsak Anadolu kentlerinde hiç vakıf üniversitesi yoktur. Vakıf üniversiteleri şimdilik toplam öğrencinin ancak yüzde 67’sine sahiptir. En fazla öğrenci Yeditepe Üniversitesi’ndedir. Bu üniversiteler hem öğrencilerden eğitim ücreti alırlar, hem de 2547 sayılı yasanın 56. maddesiyle devlet üniversitelerine tanınan ‘‘mali kolaylıklardan’’ aynen yararlanırlar ve belirli şartları yerine getirdiklerinde devlet üniversitelerine öğrenci başına verilen ödeneğin yüzde 30’una kadar ödeneği devletten alırlar. Vakıf üniversiteleri de kamu kuruluşu sayılmaktadırlar; rektörleri, devlet üniversitelerinde olduğu gibi kırmızı plakalı makam aracı sahibidirler; bu rektörler Üniversitelerarası Kurul üyesidirler. Üniversitelerarası Kurul’da senatolarının seçtikleri temsilcileri de bulunur. Birçok vakıf üniversitesi profesörü YÖK üyeliği de yapmıştır, yapmaktadır. Başka bir deyişle, devlet üniversitelerinin yönetimi üzerinde söz sahibidirler. Hatta, şu anda YÖK Başkanvekili bir vakıf üniversitesindendir. Vakıf üniversitelerinin sayısı arttıkça devlet üniversiteleri üzerindeki etkinliği ve denetimi daha da artacaktır. Bir vakıf üniversitesi kurabilmek için gerekli temel koşulların başında birinin/bir kuruluşun bu amaçla bir vakıf kurması ve bir mütevelli heyeti oluştur Çıkarsal yapılanma ması gerekmektedir. Mütevelli heyet üyeleri vakfın kurucusunun / başkanının seçtiği kişilerdir. Vakıf üniversitesinin rektörü, YÖK’ün onayı ile bu mütevelli heyetince atanmakta ve yine aynı yolla görevden alınmaktadır. Vakıf üniversitesinin yönetiminde yetki mütevelli heyetindedir. Bu üniversitelerin kurucularının işadamları oldukları ortadadır. Şu halde, daha bu düzeyde bu üniversiteler, işadamlarının sınıfsal ve siyasal konum ve ideolojilerine göre yapılandırılmakta oldukları gibi, rektörleri bile bunların istek ve buyruklarına göre davranmak durumundadırlar. Yoksa, son örneği bir vakıf üniversitesinde görüldüğü gibi, hemen görevden alınabilmektedirler. Öte yandan, öğretim üyelerinin, devlet üniversitelerinde olduğunun tümüyle tersine, neredeyse hiçbir bilimsel özgürlüğü ve güvencesi yoktur. Çünkü, sözleşmeli olarak İş Kanunu’na göre işçi statüsünde çalıştırılmaktadırlar. Beğenilmeyen öğretim üyesinin sözleşmesi feshedilerek görevine son verilebilmektedir. Oysa devlet üniversitelerinde böyle bir uygulama söz konusu olmadığı gibi, kendisine yasadışı uygulama yapıldığı savında olanlar idari yargıya başvurabilmektedirler. Vakıf üniversitelerinde, bilimsel özgürlüğün ve güvencenin varlığının kanıtı sayılabilecek nitelikte bazı öğretim üyelerinin de çalıştığı bilinmektedir. Bu istisnai durumun, yukarıda değindiğimiz sorunların sonucu olarak ortaya çıkan genel görünümü düzeltmeyeceği kanısındayız. Bu nedenlerle, vakıf üniversiteleri, kurucularının heves ve isteklerine, sınıfsal çıkar ilişkilerine, ideolo jilerine göre kurulan ve varlıklarını sürdüren, bilimsel ve yönetimsel özerklikten yoksun kuruluşlardır. Söz gelimi Koç, Sabancı ya da TOBB’nin üniversitelerindeki öğretim üyelerinin bu kuruluşların ‘‘sahipleri’’nin çıkarlarını zedeleyecek, ideolojilerine ters düşecek bilimsel araştırmalar yapıp yapamayacakları, siyasal ideolojilerine karşı çıkacak bilimsel görüşler öne sürüp süremeyecekleri düşünülmeli, aksi yönde davrananların sözleşmelerinin uzatılmayacağı gerçeği bilinmelidir. öğretim üyeleri bilimsel özgürlüklerini yitirmektedirler. Aynı süreç, çok eski ve köklü devlet üniversitelerinde bile öğretim üyesi eksikliğine, sıkıntısına yol açmış bulunmaktadır. Kaldı ki, siyasal iktidar, devlet üniversitelerinden esirgediği mali desteği vakıf üniversitelerinden esirgememektedir. ‘‘Vakıf üniversitelerinde ita amiri mütevelli heyet başkanıdır’’ şeklindeki ifadeyi içeren önergenin, kimin tarafından ve kimin isteğiyle verildiği de belli değildir. Sonuç Vakıf üniversiteleri, sermaye çevrelerinin eğitim kurumlarıdır. Bu üniversiteler aracılığıyla ve sayılarının artmasına koşut olarak sermaye çevreleri devlet üniversitelerini de denetim ve yönetimleri altına almak sürecine girmiştir. Vakıf üniversitelerinde bilimsel özgürlük yoktur ya da vakıf başkanının gönlüne göredir. Devlet üniversiteleri, bu üniversiteler aracılığıyla da çökertilmekte, yükseköğretim böylece özel sektörün eline bırakılmaktadır. Anayasanın 130/2. maddesine ve yukarıda anılan yönetmeliğe aykırı olarak, vakıf üniversiteleri kazanç amacına yöneliktirler. Kimi işadamlarının salt bilim aşkıyla üniversite kurduklarını sanmak safdilliktir. Hele 900’lü telefon hatlarından kazanılan para ile üniversite kuranların ve Soros’un mali yardımları ile güçlenen kimi üniversitelerin ve üniversite kuran kimi işadamlarının geçmişleri göz önüne getirildiğinde bu durum daha bir açıklıkla anlaşılacaktır. Anayasanın 130/3. maddesi, ‘‘üniversitelerin ülke sathına dengeli bir biçimde yayılması’’nı öngörmesine karşın, vakıf üniversitelerinin yalnızca üç büyük kentte toplanmış olması, amaçlarının bilim aşkından çok, kazanç sağlamaya elverişli ortamı seçmekte olduklarının bir başka kanıtıdır. En önemlisi ise, vakıf üniversiteleri, yükseköğrenim görmekte hak eşitliğini ortadan kaldırmakta, yalnızca mali durumu iyi olanlara, belirtilen nitelikte de olsa, üniversitede okumak hakkını tanımaktadırlar. Vakıf üniversiteleri olayı, Türkiye’de siyasal iktidarların halk çoğunluğundan mı, yoksa bir avuç kapitalistten mi yana olduğunun, bilim ve öğretim özgürlüğüne karşı çıktıklarının, devleti küçültürken (güçsüzleştirirken) devlet üniversitelerini de aynı yazgıya yargılı kılmakta olduklarının, özelleştirme olgusunun arkasındaki nedenlerin üniversite alanında da geçerli olduğunun somut bir kanıtıdır. Bu gidişle, yakında devlet üniversitelerinin de, öteki milli kuruluşlarımız gibi satışa çıkarılacağından kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Amaç, para kazanmak Vakıf Yükseköğretim Kurumları Yönetmeliği uyarınca bu üniversiteler kurucu vakıflara ‘‘kârları’’nı aktaramazlar, elde ettikleri geliri tamamen eğitim için üniversitede tutmaları gereklidir. 27. madde vakıfların kendilerine kazanç sağlamak amacı ile yükseköğretim kurumu kuramayacaklarını belirterek ‘‘Vakıf yükseköğretim kurumunun her çeşit gelirleri kurulmuş bulunan yükseköğretim kurumunda kalır ve geçici ya da dolaylı olarak dahi hiçbir suretle vakıf mamelekine veya hesaplarına intikal edemez’’ hükmünü getirmektedir. Ancak bu kısıtlama uygulamada mütevelli heyet başkanlarının girişimleriyle rahatça aşılmaktadır; inşaat şirketleri, yurtlar, öğrenciye yönelik mal ve hizmetler bilinen gelir aktarma mekanizmalarıdır. Kendi holdinglerinin bilgisayar şirketinden, pahalı mal ve hizmet almak gibi başka yöntemlere de bu üniversitelerde rastlanmaktadır. Özellikle bu mali konular nedeniyle, vakıf üniversitelerinde ita amirinin kim olacağı sorunu mütevelli heyet başkanlarını ciddi bir şekilde meşgul etmiştir. Vakıf üniversitelerinde rektörleri mütevelli heyet atamaktadır ve bu durum anayasanın 130/son maddesine aykırıdır. Başkanlar atayacakları rektörleri (ita amirlerini), onları bir üniversitenin akademik namusunu koruyacak en yüksek akademik düzeydeki kişi olarak değil de, ita amiri olarak görerek seçimlerini özenle yapmaktadırlar. Ama yine de sıkça yanılmaktadırlar ve bu yüzden de sorunlar yaşanmaktadır. İşte bu nedenle bu duruma (rektörlerin tıpkı devlet üniversitelerinde olduğu gibi ita amiri olmaları durumuna) son vermek istemişlerdir ve bunu AKP iktidarı sayesinde gerçekleştirmişlerdir. Bu konuda 5467 sayılı yasayla yapılan değişiklik, ne ilgili komisyonlarda ne de TBMM’de, yeni kurulacak 15 üniversite kavgası sırasında, hiç tartışılmadan kabul edilmiştir. Üstelik, Milli Eğitim Komisyonu’nda metne sonradan eklenen Çifte standart Devlet üniversitelerinde 67 yaşını dolduran öğretim üyeleri ‘‘yaş haddi’’ nedeniyle zorunlu olarak emekliye ayrılmaktadırlar. Oysa, vakıf üniversitelerinde ‘‘yaş haddi’’ diye bir sınırlandırma söz konusu değildir. Bu nedenle, bir devlet üniversitesinden 67 yaşını doldurduğu için ayrılmak zorunda bırakılan ve kendi üniversitesinde ders vermesi engellenen bir öğretim üyesi, vakıf üniversitesinde öğretim üyeliğini sürdürebilmektedir. Bu durumda hem emekli aylığını alabilmekte ve hem de kendisine vakıf üniversitesinden yüksek bir ücret ödenmektedir. Devlet üniversitelerinde ise aylıklar inanılmaz ölçüde düşüktür. Oysa vakıf üniversiteleri, devlet üniversitelerine göre çok daha yüksek ücret ödediklerinden, özellikle başkaca bir gelirleri olmayan öğretim üyeleri de, devlet üniversitelerindeki görevlerini bırakarak bu üniversitelere geçmek zorunda kalmaktadırlar. Bu süreç, bir yandan devlet üniversitelerini giderek güçsüzleştirirken, vakıf üniversitelerini öğretim üyesi bakımından varsıllaştırmakta, ancak bu CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle