25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Hukuka Felsefeyle Bakınca Toplumlara ergin olup olmamaları açısından baktığımızda ortaya çıkan durumun hiç de iç açıcı olmadığı belirgin bir biçimde kendini gösteriyor. Erginleşmemiş, olgunlaşmamış insanların oluşturduğu toplumlar hukukla bir türlü barışık olamıyorlar; böyle ortamlarda hukukun yerini birden bire keyfilik alıyor; keyfilik hukuku yok ediveriyor. PENCERE Terör ve Dincilik Yazgımız mı?.. Başbakan.. Zapsu.. Delik.. Süpürge.. Kullanmak.. El Kadı.. Terör.. RTE.. Gül.. Kefil.. Şehit.. Hani sözcükler üzerine kurulu oyunlar vardır, sanki onlardan biri bu ülkede oynanıyor gibi. Oyunun kahramanı Cüneyd Zapsu’ya ilişkin gazete başlığı: ‘‘Başbakan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu, Alman Elçisi ile kahvaltı yaptı, sonra İsrail Elçiliği Müsteşarı ile buluştu, öğle yemeğini ABD Elçisi Wilson ile yedi, akşam da İngiliz Elçisi’yle beraber oldu...’’ Bu Zapsu kim?.. ? Sabah gazetesi manşet atmış: ‘‘Gölge Dışişleri Bakanı Zapsu!..’’ El Kadı’nın yakını.. Hangi taşı kaldırsan altından Zapsu çıkıyor... Amerika’ya gidip RTE’ye şefaat eylemiş, öğüt vermişti: ‘‘ Bu adamı deliğe süpürmeyin..’’ Ne yapalım?.. ‘‘ Kullanın!..’’ Her yanda yankılanan, gazete sayfalarında dalgalanan bu konuşma yalanlanmadı... Peki, şimdi ne oluyor?.. Amerikalılara ‘‘deliğe süpürmeyin’’ dediği Başbakan’ın adamı ‘‘Gölge Dışişleri Bakanı’’ oluyor... Bizim iç politika çoktandır adamakıllı pespayeleşti... Dış politika da pespayeleşiyor... Kaba, onursuz, bağımlı, zekâdan yoksun, köşeye sıkışmış, zavallı bir dış politika... ? AKP iktidarı ekonomiyi yüzüne gözüne bulaştırdı; IMF’nin güdülemesindeyken bile ne yapacağını şaşırdı; Amerikan Doları’nın son Anadolu macerasında kazığı yiyen Türkiye oldu... Kuzey Irak kökenli terörde şehit üstüne şehit veren toplumun tepkisi sonunda patladı... Recep Tayyip ortalıkta dolaşıp konuşmaktan, sağa sola çatmaktan, hiçbir işe yaramaz lafları ayaküstü söylemekten başka bir şey yapmıyor, yapamıyor... Recep Tayyip’in adı bir.. El Kadı’nın adı iki.. Zapsu’nun adı üç... Beşibiryerde gibi üçü bir yerde dedikodusal haberlerin malzemesini oluşturuyor... Amerikan Doları Türk Lirası’nı vururken PKK terörü de Türk Mehmetçik’i vuruyor... Halk tepkili... Çok ilginçtir ki hâlâ AKP iktidarına alternatif yok... RTE de Çankaya’ya çıkacakmış... RTE için Amerikalılara ‘‘Bunu deliğe süpürmeyin’’ diyen adam ‘‘Gölge Dışişleri Bakanı’’ sıfatıyla elçilikler arasında fink atıyor... Soruyoruz; Türkiye dinciliğe ve teröre mintarafillah mahkum edilmiş bir zavallı ülke mi?.. Belediyeler Âlemi TUHAFTIR, insanlar ülkenin, hattâ başka ülkelerin, dünyanın durumunu ve sorunlarını önemserler, merak ederler, tartışırlar da.. belediyeler âlemiyle aynı ölçüde ilgilenmezler. Oysa yaşamlarının büyük bölümünde saat saat, gün gün, kentlerde, kasabalarda, beldelerde o yerel küçük âlemin içindedirler. Belediye, kapı eşiğini aşar aşmaz başlar; öbür âlemler, ülkeler ve dünya uzaklardadır. ürkiye’de belediyecilik galiba iki ana yaklaşımla ele alınıyor. Birinci ve yaygın, genel olarak da doğru bilinen yaklaşım, halkın maddi gereksinimlerini, yaşama koşullarını, somut beklentilerini öne çıkarır: Çöp, su, gaz, elektrik, yol, kaldırım, pazaryeri falan gibi sorunların çözümüne ağırlık verir. Bu maddi ve somut yaklaşımın bir başka çeşidi de, insanların günlük geçim dertleriyle ilgilenmektir. AKP’li belediyeler genellikle bu kategoriye girer. Yalnız altyapı sorunlarına, yol ve ulaşım konularına ağırlık vermekle kalmazlar, mevsim değişimlerini, bayramları, seçim kampanyalarını aynı zamanda yiyecek, giyecek, erzak ve kömür dağıtma fırsatı olarak değerlendirmekte de ustadırlar. Bunun oy getirici yönünü hiç ihmal etmeden. İkinci, ama aynı ölçüde yaygın olmayan yaklaşım, gereksinimlerin ve beklentilerin manevi yönünü önemser gibidir: Kültürel ve sportif etkinlikler, şenlikler, dostluk ve komşuluk temasları vurgulanır. CHP’li ya da o kökenden belediyelerin geleneği sanki buymuş gibi bir kanı vardır herkeste. Nitekim, bugünkü İstanbul’un Kadıköy, Beşiktaş ve Ataköy belediyeleri bu kanıyı doğrularcasına söz konusu etkinliklerde hep başı çekerler. Ama, bunun öbür yaklaşım kadar oy getirdiği söylenemez. lbet her şey bu kadar basit ve kolay kategorilendirilir türden değildir. Her belediye her çeşit etkinliği yapar; bu kategoriler olsa olsa birer genel izlenimdir. Yoksa, her iki alanda da başarılı olan belediyeler hiç eksik değildir. Örneğin Beşiktaş Belediyesi, bir yandan Kuruçeşme’nin kömür depolarından kalma kıyısında Türkiye’nin en ilginç açık hava gösteri alanını yaratır, yeni kültür merkezleriyle tiyatro salonları açar ve Barbaros Meydanı’nda halk konserleri düzenlerken, bir yandan da klasik belediye hizmetlerinin hepsini ilçe halkını memnun edecek ölçüde sürdürmeye çalışır. Hattâ sokak adlarını gösteren levhaların sıklığına özen göstermek gibi bazı alanlarda başkalarına örnek olurcasına... Dikkat ederseniz, çoğumuza ayrıntı gözüken bu çeşit sorunlar, aslında günlük yaşamımızda hepimize yaşattıkları öfke anlarıyla birer ömür törpüsüdür. Falan kentimizin filan semtinde hangi sokağın nerede başlayıp nasıl bittiğini bilmeden adres arayıp da sinirlenmemiş olanımız var mıdır?.. Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN Maltepe Üniversitesi T M altepe Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü üniversitemizin kurucu vakfı olan İstanbul Marmara Eğitim Vakfı’yla birlikte düzenlediği Felsefe Söyleşileri, altı yıldır sürdürüyor. Bu yılın konusu hukuk felsefesiydi; 1 Nisan 2006 günü başlayan söyleşiler, haftada bir gün ve iki saat olmak üzere, 27 Mayıs 2006 gününe kadar sürdü. Söyleşiler sırasında son derece heyecanlı tartışmalar yapıldı; bilgiler, deneyimler paylaşıldı. Hukukçularla felsefecilerin, genç öğrencilerin, sivil toplum kuruluşları yöneticilerinin buluştuğu oturumlarda; bir toplumda hukukun, kamusal yaşamı düzenleyen kuralların ne denli önemli olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Gerçekten de, nasıl ki tek kişilik bir dil olamazsa, kuralsız dil mümkün değilse; kuralsız toplumsal ilişkilerin sağlıklı ve insan onuruna uygun bir biçimde gerçekleşmesi de mümkün değil. Ne yazık ki çoğun, kurallar da ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmede engel oluşturuyor ya da kuralların uygulanmasında alabildiğine aksaklıklar yaşanıyor. Toplumun grameri olan hukuk, bir toplumun kamusallaşmasını sağlayan en önemli nokta ola rak beliriyor. Kurumsallaşmayı bir türlü içselleştirememiş olan toplumlar hukukla barışık olmadıklarını da açık seçik olarak sergiliyorlar. Hukukun amacı olan adalet aynı zamanda etik bir değer olarak kendini gösteriyor; ayrıca toplumsalkamusal ilişkilerde eşitlik ve özgürlükle birlikte belirleyici oluyor. Ancak adaletin gerçekleşmesi için ve bununla bağlantısı içinde hukukun geçerli olması için, toplumun gerçekten olgunlaşması, erginleşmesi gerekiyor. Toplumlara ergin olup olmamaları açısından baktığımızda ortaya çıkan durumun hiç de iç açıcı olmadığı belirgin bir biçimde kendini gösteriyor. Erginleşmemiş, olgunlaşmamış insanların oluşturduğu toplumlar hukukla bir türlü barışık olamıyorlar; böyle ortamlarda hukukun yerini birden bire keyfilik alıyor; keyfilik hukuku yok ediveriyor. Bu durumda toplumsal olanla hukuksal, hatta daha doğrusu hukuksal, kurumsal ve kamusal olanın arasına aşılamaz bir uzaklık, adeta bir uçurum giriyor. Özel ve toplumsal olan; hukuksal, kamusal, kurumsal olanla bir türlü barışık olamıyor. İşin ilginç yanı, hukukun temsilcileri ya da uygulayıcıları da geçerli hukuk dizgesiyle barışık olamadıklarını sık sık dile getiriyorlar; eylemleriyle görünür kılıyorlar(!). Bu durumda artık kamusalın, kurumsalın kurucu öğeleri olan ‘‘eleştiri’’, ‘‘açıklık’’, ‘‘tartışma’’ (Habermas) ortadan kalkıyor ya da keyfi tutumlar içinde her üç öğe de ‘‘sözde eleştiri’’, ‘‘sözde açıklık’’, ‘‘sözde tartışma’’ya dönüşüveriyor. Özellikle kimi kamu görevlileri birer yasa uygulayıcısı olduğunu unutarak kolaylıkla keyfi bir tutum içine girebiliyorlar. Böyle bir ortamda adaletten, eşitlikten ve özgürlükten söz edilebilir mi? Kısaca demokrasiden söz edilebilir mi? Ancak işin ilginç yanı, kamusalkurumsalhukuksal olandan alabildiğine uzak bir ‘‘sözde demokrasi’’, olgunluktan, erginlikten uzak toplumsalı kamusal üzerinde egemen kılmanın yollarını açma olanağını da içinde taşıyabiliyor. Bu durumda, çocuklukla ergenlik arasında gidip gelenlerin çoğunluğu oluşturduğu bir insan kaynağının; erginliği, olgunluğu gerektiren bir hukuk ortamını oluşturması ve hukukun amaç değeri olan adaleti gerçekleşmesi olanaksız görünüyor. O zaman da hukuk felsefesi konusundaki çalışmalar, eylemdeğer ilişkisi üzerinde düşünme çok daha anlamlı bir duruma geliyor. Felsefi yönelim her zaman olduğu gibi, eylemdeğer ilişkisi konusundaki sorulara; hukuk kurallarının temelinin ne olduğu sorusuna, yasayı oluşturma ve yasayı uygulama arasındaki ilişkilere ve özellikle bu bağlamdaki gerilimlere ışık tutuyor; düşünen bireyleri uyarıyor. Yasa koyucuların ve uygulayıcıların, ayrıca yasa koruyucuların felsefe kültüründen pay alması, gerçekten büyük önem taşıyor. İnsanı ve toplumu tanımayan, hukuk kurallarının nereden, nasıl türetildiği konusunda kafa yormayan sözde hukukçular, sanırım toplumun kamusallaşmasının önündeki en büyük engeli oluşturuyor. E Kapanacağına Artan Cari Açık Aynur MELETLİ iddi dış borç, cari açık ve kaynak sıkıntısı içindeki Türkiye’nin neoliberal politikalarla kalkınabilmesinin önkoşulu; doğrudan yeni yatırım (greenfield investment) alabilmesi, cari açık finansmanını sıcak para yerine bu yatırımlarla yapabilmesi ve ileri teknoloji transferi gerçekleştirebilmesidir. Ne var ki çoğu zaman, doğrudan yabancı sermayenin çekilebildiği durumlarda bile bu yatırımlarla gerçekleştirilmek istenen ekonomik gelişme arzulanan düzeyde olmamaktadır. Bunda, ülkeye giren yabancı sermayenin C niyeti, yatırımın türü, süresi, gittiği sektör kadar yerel ülke yönetimlerinin de rolü bulunmaktadır. Yabancı sermayeyi rasyonel bir seçimle ihracata, hızlı kalkınma sağlayacak katma değeri yüksek ürünlerin üretildiği sektörlere yönlendiremeyen ülke yönetimleri, ulusal yatırım kararlarının alınmasında yerli sermayenin yönetimlerle işbirliğindeki isteksizliği ya da ikna edilememesi, ülke ekonomisinin yapısına ve ihtiyaçlarına uygun olmayan yatırımlara izin verilmesi yabancı yatırımlardan sağlanabilecek olası ekonomik gelişmeye, cari açık finansmanına ilişkin alınabilecek faydayı sınırlamakta hatta bu etkiyi tersine çevirebilmektedir. Gelişmişlerden gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) akan sıcak para, bu ülkelerin ekonomilerini daha da kırılgan hale getirerek dış şok, cari açık ve finansal krizlere yol açmaktadır. Nitekim onlardan biri olan Türkiye para piyasalarında 25 gün önce yaşanan finansal krizin, cari açık finansmanında kısa vadeli, sınırlandırılmamış sıcak para kullanımının tehlikeli boyutlarını gösteren en son örnektir. Ayrıca mevcut var lıkları ele geçirmek amacıyla ülkeye giren, doğrudan yatırım olmayan yabancı sermaye yeni varlık, yeni yatırım (greenfield investment) yaratmadığından mevcut ekonomik durumun sürdürülebilirliği dışında milli gelire, ödemeler dengesine istihdama ilave bir katkı yapmamaktadır. Türkiye’nin 24 milyar dolara ulaşan cari açık finansmanının çözümünü, kârlı ve ülke güvenliği için son derece stratejik kamu kuruluşlarının satılmasında gören AKP yönetimi şuursuzca her çeşit yabancı sermayeyi ekonominin kontrolünü kaybetme pahasına da olsa ülkeye çekebilme çabasındadır. Bu amaçla 5.6.2003 tarihli 4875 sayılı doğrudan yabancı yatırım kanunuyla yabancı sermaye ile yerli sermaye eşit tutularak yabancı sermaye çıkışının, kâr ve sermaye transferlerinin önündeki tüm engeller kaldırıldı. Türkiye bu ölçüde liberal kanunlarıyla 2005’te 9.6 milyar dolar yabancı sermaye çekmesine karşın, doğrudan yatırımların (greenfield investment) tutarı ancak 1.5 milyar dolar oldu. Türkiye’ye giren yabancı sermaye bankacılık, telekomünikasyon, enerji, parekendecilik gibi gelir ve tasarrufu içeride yaratan sektörlerde mevcut kârlı varlıkları satın almayı, Türkiye yerine kendisine yatırmayı tercih etmiştir. Üretime, ihracata dönük olmayan, uzun vadeli yeni sabit sermaye yatırımları olmayan ya da teknoloji transferi gerçekleştirmeyen bu tür yabancı sermaye girişleri ile ekonomik kalkınma mümkün değildir. Yurtiçinde yaratılan gelir, tasarruf kâr transferleri ile dışarı aktarılacaktır. Nitekim cari açık kapanacağına 24 milyar dolara tırmanmıştır ve finansmanı hâlâ yüksek dış borçla yapılmaktadır 2005 yılı itibarıyla toplam dış borç 159.9 milyar dolara, yüzde olan işsizlik oranı genç nüfusta yüzde 19.6 ya çıkmıştır, ithalatın ihracat içindeki payı yüzde 67’dir. Dış borç, cari açık, işsizlik sorunları çözüleceğine artmıştır. Ayrıca burada belirtilmesi gereken bir başka önemli nokta ise ülke güvenliği açısından son derece stratejik olan bu sektörlerin birtakım şaibeli yabancı şirket ve bankaların eline geçmiş olması (VodaphoneTelsim, EuroFinansbank gibi)* olası bir finansal ve siyasal krizde ulusal, bağımsızlığımızı ve güvenliğimizi tehlikeye düşürecektir. Örneğin; bankacılık, sektöründe artan yabancı payı, reel ekonomide desteklenecek ya da tasfiye edilecek sektör kararlarının alınmasında, planlamada yabancı sermayeyi söz sahibi yapacak, bu bankalardan, reel sektör şirketlerine verilen krediler vasıtasıyla da para piyasalarının, iç borcun, bütün ekonominin denetlenmesi, kontrolü yabancıların eline geçmiş olacaktır. Nitekim bugün yabancıya banka satışlarında gelinen nokta da ekonomik işgalin önkoşulları yeterince olgunlaşmış, bu sektörde yabancının payı yüzde 40’ları aşarak tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Aynı potansiyel tehdit, enerji ve iletişim sektörleri içinde geçerlidir. Bu nedenle bir an önce bu sektörler için izin verilen yabancı sermaye miktarına bir sınırlama getirilmeli ve zor da olsa (üretim ve girdi maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle) ağırlıklı olarak sabit sermaye yatırımı yapma arzusundaki ihracata yönelik istihdam artışı sağlayacak yabancı sermaye çekilmelidir. Sonuç olarak, gelişme sürecindeki Türkiye’nin yatırım ortamının yeterince iyileştirilememesi nedeniyle doğrudan yabancı yatırımı almakta zorlanması, alabilse dahi çok, uluslu şirketlerin kâr, sermaye transferlerinin denetimindeki zorluk (yabancı sermayenin kâr maksimizasyonuna odaklanmış anti demokrat doğası) nedeniyle doğrudan yatırımların bile ekonomik gelişmeye ilişkin katkısının istenilen düzeyde gerçekleşmeme ihtimalini, kalkınmada tek alternatifin yabancı sermaye olmadığını dikkate alarak, bir an önce ulusal bilinci harekete geçirmeli, kalkınmada iç kaynak, tasarruflara yönelmeliyiz. Kamu açıklarının önüne geçilmeli, kamu gelir arttırıcı maliye politikaları uygulanmalı bir kriz esnasında sıcak paranın ülkeden ani çıkışını engelleyecek önlemler alınmalıdır. (vergi stopaj). Ayrıca stratejik sektörlerde artan yabancı payına yasal sınır getirilmelidir. Atatürk’ün 1923 İktisat Kongresi’nde söylediği “Osmanlı’dan kalan kötü tecrübeye rağmen yabancı sermaye yatırımının ülkeye sağlayabileceği yararları maksimize edebilmek için ulusal çıkarlar ile yabancı sermayeli kuruluşların çıkarları arasında akılcı (rasyonel) denge kurulmalıdır” sözleri yabancı yatırımın, bir ülkedeki ekonomik, sosyal hatta siyasi yapıyı değiştirebilecek, ulusal bağımsızlığı ve ülke güvenliğini tehdit edebilecek boyuttaki tehlikeli etkisini vurgulamaktadır. Bu ağır bedelleri daha önce ödemiş bir ulus olarak yüce liderin uyarıları doğrultusunda cumhuriyetimizin stratejik kazanımlarımn ,vatan topraklarının ucuza yabancıya satılmasından vazgeçilmeli, yabancı sermaye kabulünde dengeli politikalar izlemelidir. KOOPC’DEN DUYURU Kooperatifimizin 2006 yaz dönemi kültür etkinliklerinden üçüncüsü Çantaköy Cumhuriyet Mahallesi Kır Kahvesi’nde TÜRKİYE CUMHURİYETİ PARÇALANACAK MI? konu başlığı altında 23 Temmuz 2006, Pazar günü saat 14.00’te yapılacaktır. Kooperatifimiz Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İLHAN SELÇUK’un yapacağı söyleşiye kooperatif ortaklarının yanı sıra tüm Cumhuriyet okurları davetlidir. Not: Etkinlik günü saat 12.00’de AKM (Taksim) önünden otobüs kaldırılacaktır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle