25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ 16 Ayrıcalığın sonucu Bilkent Üniversitesi’ne, Erzurum, Malatya, Şanlıurfa ve Van illerinde okul açması karşılığında ayrıcalık tanıyan bir yasa çıkarıldığını hepimiz biliyoruz. Nedir o ayrıcalık? Bilkent Üniversitesi; o okulları açacak, o okullarda okuyan öğrencilerin bazılarına burs verecek, ama karşılığında Bilkent’e bağlı okulların personel ücretlerinden 1 Mart 2006 tarihinden başlayarak 25 yıl süreyle gelir vergisi kesilmeyecek... TÜMOD Genel Başkanı Alpaslan Işıklı, bu ayrıcalığın iki ayrı sonuç doğuracağını söylüyor: 1 Çalışan kişilerden kesilen vergilerin kaynağı, o kişilerin ücretleridir. Bir kişinin ücretinden kesilen para vergiye gitmeyecekse o kişiye geri dönmesi, hakkaniyetin gereğidir. Bir kişinin kendi parasını, kendi iradesi dışında, devletten başka hiçbir kişi veya kurumun daha isabetli ve daha yararlı bir amaçla kullanacağı savunulamaz. 2 Başka herhangi bir kurumun veya kişinin de vergisini ödememesi, bu vergiyi kendince önemli harcamalar için kullanması yönünde bir yasa önerisi Meclis’e sunulursa ne olacaktır? Diyelim, Ankara Üniversitesi’nin de personelinden kestiği vergileri devlete ödememesi, bununla mensuplarının giderek çöküntüye uğrayan maaşlarına takviyede bulunması yönünde yapılacak bir yasa önerisinin, anayasal eşitlik ilkesini çiğnemeden reddedilmesi nasıl mümkün olacaktır? Buna karşılık, açıktır ki bu yöndeki tüm yasa önerilerinin kabulü, akıl almaz çarpıklıkta bir tablo ortaya çıkaracaktır. Prof. Dr. Işıklı, ‘‘Bu aşamada gözler CHP’ye yönelmelidir’’ diyor, ‘‘CHP, kurucusu olan Atatürk’ün partisi olma niteliğini tümüyle terk etmiş midir? Yoksa, Atatürk’ün en büyük emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkma sorumluluğunun gereği olarak yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuracak bir özü bünyesinde barındırmakta mıdır? Bir kere daha göreceğiz.’’ Kolaj SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU Tütün köleleri Yıllardır el altından yürütülen siyasaya son noktayı, ABD’den gelen görevli Kemal Derviş koymuş, tütünümüz yabancı sigara tekellerine teslim edilmişti. Tütün üreticisine gelince... TütünSen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem’in noter kanalıyla şirketlere çektiği ihtarname, onların aynı tekellerin serfi haline getirildiğini kanıtlıyor: ‘‘Sayın muhataplar; bildiğiniz üzere 2002 yılından itibaren tütün üretiminde sözleşmeli üreticilik sistemine geçilmiştir. Bu hususta Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu gerekli düzenlemeleri yaparak ‘tip tütün üretim sözleşmesi’ hazırlanmakta ve yayımlanmaktadır. Sendikamıza üye olan üreticiler de dahil tütün üreticileri ile yaptığınız sözleşmelerin tek tek ayrıntılı olarak incelemesinde sözleşmelerin özel şartlar ve fiyat kısmının bir örnek olduğu, tüm Türkiye’de aynı şekilde fiyat oluşturulduğu görülmüştür. Yine 20022003 20042005 yılları sözleşmelerinden farklı olarak fiyata eklenen ‘artı enflasyon şartı’ 2006 yılı ürün sözleşmesinde yoktur. Alıcı şirketlerle şifahen yaptığımız görüşmede son iki yılda dolar değerinin düşmesi ve enflasyon oranının düşmesi sebebiyle ‘artı enflasyon şartı’nı kaldırdıklarını beyan etmişlerdir. Doların değeri düştüğü için fiyatlandırmada bu yola gittiklerini bildirmişlerdir. Bu durumda tüm tütün üreticileri fiyat yönünden mağdur olmuştur.’’ Tütün kolcuları geri döndü, kendi toprağımızda köle olduk yine! Çaresiz Irak’ın kuzeyine operasyon düzenleme konusunda ‘‘Biz başımızın çaresine bakarız’’ demişti ama, başı çaresine baktırmadı. İşte bu duruma, özetle, ‘‘süpürülmeden kullanılmak’’ deniyor. Endüstri yüksek mühendisi Tomris Çavdar, Cumhuriyet gazetesinin ve Kitap ekinin sayfalarını kolaj tekniği ile bütünleştirmiş, ortaya bir sıra dışı kitap çıkmış... Çavdar, kendi özgün deyimiyle ‘‘meşhuriyet’’ ile ‘‘cumhuriyet’’i karşılaştırmayı amaçlamış: ‘‘Küresel pazarda markalaşma ve meşhuriyet çağının dış görünümünü kutsayan tüm görsel albenisi ile hızla tüketimi temsil etmesine karşın Cumhuriyet gazete ve dergilerinden kolaja yansıyanlar kalıcılığı, üretkenliği, sürekliliği temsil ettiği için her ikisi arasında var olan karşıtlığı ifade ediyor.’’ Beyrut’ta Domino Etkisi... Beyrut’a en son 2001 baharında gittim. ‘‘Lübnan’ın Berlusconi’si’’ lakabıyla anılan işadamı Başbakan Hariri’nin marifetiyle kent, devasa bir şantiyeye dönüşmüş, baştan sona elden geçmişti. Sermaye dönmüş, beş yıldızlı oteller, birbirinden lüks İtalyanFransız restoranlar, iç savaş öncesi yıllarda olduğu gibi dolup taşmaya başlamıştı. Beyrutluların 15 yıl süren iç savaşla ilgili tek düşünceleri, kâbusu unutmaktı. Şirketleri arasında müteahhitlik firmaları da bulunan Hariri’nin bizzat yatırım yaptığı restorasyonlara baktığınızda, kendinizi film setinde gibi hissediyordunuz. Kentin ortasında Beyrut’un tarihi dokusuyla ilgisi olmayan Amerikanvari Miami villaları, uydukentler bitmiş, bunlar birbirinden göz alıcı renklere boyanmış, meydanlar silbaştan düzenlenmişti. Hariri’nin ‘kartonpiyer kenti’ Beyrut’u iç savaş öncesinden tanıdığım için, kartonpiyer gibi duran bu yeni düzenlemeleri yadırgadığımı; eski Beyrut’u yanlız ‘‘korniş boyunda’’ bulduğumu hatırlıyorum. Bir de popüleritesini yitiren ‘‘Hamra’’ ve ara sokaklara girdiğim zaman... Hariri’nin henüz elinin ulaşmadığı bu bölgelerde, savaşın izleri olduğu gibi duruyordu. ‘‘Gölcük depreminden’’ çıkmış gibi devasa gedikler açılmış binalar; is, duman, rutubetle kararmış; bomba, şarapnel, mermi izleriyle delik deşik edilmiş duvarlar... ‘‘Bu şizofren manzarayla Beyrutlular nasıl yaşıyor?’’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir yanda 150 bin yaşama mal olan İsrail işgali ve iç savaş yılları; bir yanda ‘‘kartonpiyerden yapılmış bir dekor gibi kentin üstüne yapıştırılan eğreti bir gelecek.’’ Beyrut dışına çıktığınızda bu ‘‘sürreelgerçeküstülük’’ duygusu büsbütün yoğunlaşıyordu. İsrail’in Lübnan işgali bitmiş, Suriye işgali sona ermemişti. Kentten çıktığınızda Beyrut’un gösterisi ile alakası olmayan sefil Suriye askerleri ile karşılaşıyordunuz. İnsanın aklına hamen şu soru geliyordu: ‘‘Paçalarından fukaralık akan bu askerler, böyle bir refah ülkesini nasıl buyruk altında tutuyor?’’ Yanlız ‘‘kontrol noktaları’’ ve Suriyeli askerler değil, yol boyu karşınıza çıkan Hizbullah posterleri de bir turizm cenneti için tuhaf bir ‘‘yabancılaşma duygusu’’ yarıtıyordu. Cengâver sloganlar, Humeyni portreleri... ‘‘Hariri rönesansı’’ ile yeniden Ortadoğu’nun İsviçresi olmayı hedefleyen bir ülkede değil de, İran’a girmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Gördüğüm tablonun ‘70’ler Lübnan’ıyla uzak yakın ilgisi yoktu. Sağlığımı bozmaya başladılar Türk Tabipleri Birliği Başkanı Gençay Gürsoy, temmuz başında yürürlüğe giren “Tedavi Yardımına İlişkin Uygulama Tebliği’’ne dikkat çekiyor. Tebliğ ile Maliye Bakanlığı, sağlık kurumlarında şimdiye kadar uyguladığı ‘‘hizmet başı’’ ödemeden vazgeçerek ‘‘vaka başı’’ ödeme sistemine geçti. Gürsoy, amacı ‘‘tasarruf’’ olarak açıklanan tebliğin varacağı yerin belli olduğu kanısında: ‘‘Maliyetleri düşürmek için hastalardan daha az tetkik ve tahlil istenecek.’’ Maliye Bakanlığı’nın yine temmuz başında yayımladığı genelgeyle 117 kalem ilacın ağustostan başlayarak ödeme listesinden çıkarıldığını, dolayısıyla bu ilaçlara gereksinim duyan hastaların artık bedelini kendilerinin ödemek zorunda kalacaklarına değinen Gürsoy, her iki ‘‘icraat’’ın ne anlama geldiğini şöyle açıklıyor: ‘‘Her iki uygulamanın da sadece şu anki değil, aynı zamanda genel sağlık sigortası ile birlikte artması muhtemel kamu sağlık harcamalarını düşürmeyi hedeflediği görülmektedir. Bu uygulamaların hastalara maliyeti ise sağlık harcamaları için daha çok cepten harcama yapmaları olacaktır ki, bu durum Türkiye’deki genel sağlık sigortasının uygulamasının muhtemel ana rotasını da göstermektedir.’’ Daha durun, işin başındayız... Bakın başımıza daha neler gelecek... Jung, Kızılderililer ve Biz NEVZAT YALÇIN Almanya Emekli Öğretmen KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak?yahoo.com.tr İkinci kezdir, dünyaca ünlü İsviçreli ruh hekimi Carl Gustav Jung’un ‘‘Memories, Dreams, Reflections’’ adlı kitabını okuyorum. Okuya okuya kâğıdını eskittiğim pasajlar var bu güzel kitapta. Carl Gustav Jung beş kıtayı dolaşmış; insan ruhunu bütün giriftlikleriyle tanımak istemiş; dinlerini, örf ve âdetlerini yorumlamış... Kuzey ve Orta Afrika’dan Amerika’nın Kızılderililerine kadar... Sigmund Freud’la olan yakın dostluğunu, onunla olan tartışmalarını ve bu dostluğun nasıl sona erdiğini de anlatan bir eser ‘‘Memories, Dreams, Reflections’’. Bildiğimiz uluslararası sorunlarda zorbalığın akıl almaz boyutlara ulaştığı günümüzde, bizim gibi hâlâ gaflet uykusunda olan ülkelerin okuması gereken... Çok uzak geçmişe de uzanır Carl Gustav Jung. Haçlı Seferleri’ne, Julius Caesar’a kadar. Kendisi de Hıristiyandır, ama Papa için hazmı güç eleştiri oklarını Hıristiyanlık tarihinden esirgemez!.. Öğretilerinde insan sevgisini aşılamak isteyen ve Hıristiyanlığı kabul edenlere ‘‘Thou shalt not kill!’’ buyruğunu veren İsa Mesih’in çocuklarının, kendisinden iki bin yıl sonra bile insan sevgisine, insan haklarına nasıl kıyasıya ihanet ettiklerini tüyler ürpertici örneklerle anlatır Carl Gustav Jung. Amerika’nın Kızılderililerinden Taos Pueblos kabilesinin orta yaşlı reisi Ochwiay Biano (Dağgölü) ile görüşürken Dağgölü der ki: ‘‘Şu beyaz Amerikalılar, bakın ne kadar zalim görünüşlüdürler. Dudakları ince, burunları sivri, yüzleri buruş buruştur. Bakışlarında hep ısrarlı bir ifade var. Daima bir şeyler arar gibidirler. Hiç mi hiç rahat durmazlar. Ne istediklerini bilemezsiniz. Deli midirler ne?’’ Carl Gustav Jung (herhalde biraz bozularak) sorar: ‘‘Beyazlar neden deli oluyormuş?’’ Dağgölü: ‘‘Kafalarıyla düşündükleri için...’’ Jung hayretler içindedir. Yine sormaktan kendini alamaz: ‘‘Pek tabii kafalarıyla düşünecekler; sen ne ile düşünürsün?’’ Dağgölü eliyle kalbini göstererek; ‘‘Biz bununla düşünürüz’’ der. Böyle bir karşılığı hiç beklemeyen Jung, kitabında, donakaldım der gibi, uzun uzun düşünmekten kendini alamadığını söyler: ‘‘Hayatımda ilk kez birisi bana, beyaz insanın gerçek portresini çizmişti. O güne kadarki ‘beyaz adam’, kendini duygu yüklü gösteren bir fotoğraftan ibaretti. Kızılderili kabile reisi foyamızı yakalamış; bizim görmek istemediğimiz bir gerçeği gözümüze sokmuştu...’’ C.G. Jung, Afrika’da bulunduğu günlerde yaşadığı kamp hayatını anlatırken, ‘‘Bütün kötülüklerin anası Avrupa’dan binlerce mil uzaktaydım. Fitne fesat bana ulaşamıyordu. Yani ne telgraf, ne telefon, ne mektup, ne de bir ziyaretçi... Rahatlamış ruhsal güç kay naklarım, mutluluklar içinde ta eski çağlara dökülüyordu’’ der. Kızılderili kabile reisi Dağgölü’nün yakınmaları bu kadarla kalmaz: ‘‘Şu beyazlar neden bizi kendi halimize bırakmazlar? Danslarımızı neden yasaklarlar? Çocuklarımızı okuldan alıp dinsel ayinlerimize götürmek isteyince neden zorluk çıkarırlar?’’ İlahi Dağgölü! ‘Beyaz etli’ devletler, bugüne kadar kimi, hangi ülkeyi kendi haline bırakmışlar ki? Beş kıtanın kaç yüzyıldır onlardan neler çektiğini bilmez misin? C. Gustav Jung, bütün bunların ardından der ki: ‘‘Bir sis dalgasının içinden flu şekiller belirir gibi, önümde Julius Caesar, Skipio Afrikanus ve Pompei belirdi. Kuzey Denizi’nde, Beyaz Nil kıyılarında Roma Kartalı’nı gördüm. Sonra ölüm saçan, her yeri, her şeyi yağmalayan Haçlı orduları geldi. Şu bilinen Haçlı romantizminin ne kadar anlamsız olduğunu da düşündüm. Haçlı ordularını, Pueblolar Tanrıları güneşte huzur içinde hayal kurarken gelen Hıristiyanlık takip etti. Ve misyonerlerle gelen frengi, alkol ve kızıl hummanın perişan ettiği Pasifik Adaları halkı gözümün önünden gitmedi.’’ C.G. Jung’dan son alıntıyı sunuyorum: ‘‘...Yetmişti artık! Sömürge kazanmak için kâfirleri ‘adam etmeye’ yollanan misyonerler, sözüm ona uygarlığı yaymak için yola düşen kartallı korsanlar, pazılarnı süsleyen acayip armalar ve diğer vahşet sembolleriyle, bence gerçek karakterimizin psikolojik temsilcileriydiler...’’ Sekiz yüz yılda sekiz kez çekirge sürüleri gibi Anadolu’dan geçtiler; gelecek nesilleri daha doğmadan yok ettiler. Türk Kurtuluş Savaşı, onların son maceraları oldu; ama bu ‘son’, ilerisi için bir güvence olabilir mi? ‘Beyaz etli’ devletler, kendilerinden saymadıklarını ‘adam etme’ sevdasını sürdürdükçe olamaz. Gaflet uykusundan uyanmış bir Türkiye başta olmak üzere, diğer ülkelerin, onurlarını korumaktan başka çareleri yoktur. Çünkü uğursuz Haçlı Seferleri’nden beri değişen bir şey de yoktur. Corç Dabılyu Buş, bunun yaşayan kanıtıdır. 6O’lı yılların başında İngiltere’de gördüğüm ‘‘Hazreti İsa geldi’’, ‘‘Jesus geliyor’’ dövizlerini bugün diğer Hıristiyan ülkelerde de görebilirsiniz. Hazreti İsa’nın gelip gelmediği veya gelip gelmeyeceği, Hıristiyan devletlerin yüzyıllardır estirdikleri dehşet ve soygunun hâlâ sürdüğü yeryüzünde ancak mizah konusu olabilir. Hıristiyanlığı ‘öldürmeyeceksin’ ve ‘komşunu sev’ emirleriyle başlatan Jesus Christus, yeryüzüne inse ne olur, inmese ne? İndiğini varsayalım, karşısında, ikiyüzlülükleriyle dünyayı sömüren ve kana bulayan Hıristiyan devletlerin, haç çıkararak kendisini karşıladıklarını görünce, çocuklarının iki yüzlülüğünden duyacağı utançla şok geçirmez mi? O üryan haliyle donup kalmaz mı? ‘Lübnan bir dağdan ibaret!’ Beyrut’a döndüğümde bunlara ne anlam vermem gerektiğini sorduğum bir büyükelçi, şunları söylemişti: ‘‘Lübnan diye bir ülke yok ki! Bu bir hayal. Lübnan dediğiniz yer, bir dağ... Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından; Hıristiyan Maronitler, Sünniler, Şiiler, Dürziler ve Filistinlileri kapsayan yapay bir siyasi oluşumdur Lübnan. Amorf bir tampon bölge burası. İsrail, İran, Suriye, Irak arasında bir tampon bölge...’’ On gün önce patlayan savaş, işte bu amorf bölgenin yeniden düzenlenmesinden (Osmanlı mirasının, Balkanlar ve Irak’tan sonra yeniden paylaşımı mı demeli?) ibaret... Hariri’nin ‘‘kartonpiyer Beyrut’’u bir yılda yok oldu. Önce ‘‘Beyrut’un inşasının’’ mimari olarak anılan Başbakan Hariri’nin kendisi öldürüldü. Bunu ‘‘Beyrut baharı’’ adı verilen Suriye işgali karşıtı ayaklanma izledi. İsrail işgalinin sona ermesinin ardından, Suriye’nin de Lübnan’dan çekilmesi gerektiğini savunan yazarlar Tueni ve Samir Kassir Hariri’nin ardından öldürüldüler. Yeni bir toplu felaketin yaklaştığının haberciliğini yapan bu siyasi cinayetlerin ardından Lübnan’da yeni bir kıvılcımın çakması, an meselesiydi. Dünya ‘Mazallah!’ diyor HARBİ SEMİH POROY O kıvılcım nerde, ne zaman çaktı? Resmi demeçlere göre, ‘‘Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırmasıyla!’’ Bunun bahane olduğunu artık herkes biliyor. Lübnan semalarında kara bulutlar, W. Bush’un Irak savaşıyla birikmeye başladı. ‘‘Büyük Ortadoğu Projesi’’ adına, Saddam’ı deviren Bush yönetimi; ucunu bucağını kimsenin öngöremediği bir domino etkisi yarattı. Saddam hezimetinin kremasını Iran yiyor şimdi. ABD’nin taşeronluğunu üstlenen İsrail; İran ve Suriye’nin taşeronluğunu yapan Hizbullah’la savaşıyor. İki kampın taşeronları arasında cereyan eden savaşın ne kadar süreceği, nereye uzanacağı belli değil. Öyle ki 1914 Sırbistan’ınından, AvusturyaMacaristan İmparatorluğu velihatının öldürülmesiyle kıvılcımı çakılan I. Dünya Savaşı’na gönderme yapanlar dahi var. Kimsenin elinden, ‘‘Mazallah!’’ demekten başka bir şey de gelmiyor. HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hayatepik?mynet.com BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1/ Bir yapının istinat duvarı 1 na, sızma sula 2 rının akışını kolaylaştırmak 3 için açılan dar 4 ve uzun yarık. 5 2/ Bir etkinliğin geçici olarak 6 durdurulduğu 7 süre... İstek, di 8 lek. 3/ Merhamet etme... 9 Radyum elementinin 1 2 3 4 5 6 7 8 9 simgesi. 4/ Sürülme 1 Ç İ N A K O P P miş, ot bürümüş top2 O R U N V İ D O rak. 5/ İshal... Bir devE L letin başka bir devlete 3 P İ R U H İ B A T E R İ yaptığı bildiri. 6/ Bü 4 U S P İ R T AM yük pulluk... Kurşun 5 R boruların ağzını açmak 6 İ N İ S İ Y A L T AM İ M ta kullanılan ucu sivri 7 N E T takoz. 7/ Utanç duy 8 A B O S A İ Y İ ma... Eski vezir konak 9 İ N İ ÖN E L larındaki bir kısım müstahdeme verilen ad. 8/ Bir meyve... Uzaklık işareti... Yahya Kemal’in hece ölçüsüyle yazdığı tek şiiri. 9/ Uzun tütün çubuklarının kullanıldığı dönemlerde odanın ortasına yerleştirilen kül çanağı. 22 Temmuz www.mumtazarikan.com YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Kale duvarlarında düşmana ok atmak için açılmış delik. 2/ Tropikal Amerika’da yaşayan bir cins papağan... Fırat Irmağı’nın iki kolundan biri. 3/ Halk dilinde yağmura verilen ad... Eski Mısır’da güneş tanrısı. 4/ Sulak yer. 5/ Bir kimsenin dinin buyruklarını yerine getirmek için yaptıkları... Bir müzik sesini belirtmeye yarayan im. 6/ Saka kuşu... Bulgur, soğan, domates, biber, maydanozla yapılan ve asma yaprağına sarılıp çiğ olarak yenen bir yiyecek. 7/ Güzel sanat... İri yarı ve kaba kimse. 8/ Ateş... Tantal elementinin simgesi... ‘‘Ayrılık ateşten bir / Nazlı yârdan hiç haber yok’’ (Türkü). 9/ Basımevlerinde dizilmiş harfleri iyice yerleştirmek için üzerlerine vurmaya yarayan takoz. CUMHURİYET 16 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle