17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 HAZİRAN 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yeni Üniversitelerimiz Ülkemizde yükseköğrenim yapmaya istekli büyük sayıdaki genç nüfusun ‘‘kapıya dayanması’’ karşısında, ‘‘devlet’’ bu basınca dayanamayarak (sonradan bazı ‘‘çekingen’’ ilaveler de yaparak) ikinci sistemi benimsemiştir. Son yirmi, yirmi beş yıldan beri üniversiteye öğrenci kabulü bu düzene dayanmaktadır. PENCERE CBT (Cumhuriyet Bilim Teknoloji...) Erdal İnönü 16 ve 17’nci yüzyıllarda Avrupa’da yaşananların anlamını ‘‘Bilimsel Devrim’’ diye vurguluyor... Galileo, Copernicus, Newton, Leibniz, Bacon, Descartes vb. ünlülerin yarattıkları atılım gerçek bir devrimdir; İnönü diyor ki: ‘‘ Bilimsel devrim derken, öteki devrimlerden farklı bir oluşumu anlatmak istediğimizi de işaret edeyim. Siyasal bilimcilerimizin hoşgörüsüyle söylüyorum. Devrim deyince kamuoyunda genellikle siyasal devrimler akla geliyor; Fransız ihtilali, Rusya’daki 1917 Komünist devrimi, Amerika’da ABD’yi kuran devrim ya da Türkiye’deki Cumhuriyet devrimi gibi. Siyasal devrim, hangi ülkede ortaya çıkmışsa, o ülkedeki toplumu değiştiriyor. (...) Bilimsel devrimde ise başka bir özellik var. 16 ve 17’nci yüzyıllarda gerçekleşen olgu, yeni bilgi üretme yolunun bulunması. Bilimsel devrimin temeli bu! Gözlem, deney ve matematiksel gösterime dayanan araştırma yöntemiyle yeni bilgi üretimi!.. (...) Bilimsel devrimin hemen arkasından ‘Aydınlanma Çağı’ geliyor. Nedensellik ilkesine, mantıklı düşünceye dayanan araştırmaların yeni bilgiler üreterek dünyayı değiştirdiği görülünce bu durum sosyal bilimleri de etkiliyor, demokratik yaşama özendiriyor, ‘Aydınlanma Çağı’nı getiriyor, yeni buluşlarla enerji elde edilmesiyle Sanayi devrimi ortaya çıkıyor. Yeni bilgi üretiminin yolunu açtığı ‘Aydınlanma’ çağına girmek çok önemli bir atılım, bir devrim... Din ile siyaset ve bilim arasındaki farkları ortaya çıkarıyor, insanlara özgür düşünceyi getiriyor, eskisinden farklı bir eğitim anlayışı, zamanla yeni bir yaşam biçimi doğuruyor.’’ (Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı). ? Erdal İnönü ‘‘Bilimsel Devrim’’i öne çıkarıyor; yanılmıyorsam bu deyiş ve yaklaşım ona özgüdür... Gerçekten bilimsel devrim dünyayı değiştirdi, toplumsal devrimlerin yanı sıra bugün tüm etkilerini duyumsadığımız ve içinde yaşadığımız teknolojik devrimi de tohumladı... Atatürk devrimi, bilimsel devrimin ürünüdür. Cumhuriyet’in yayımladığı CBT (Cumhuriyet Bilim Teknik) eki bu sürecin yarattığı fikrin dergisidir... Ancak bir süreden beri derginin adı, üstlendiği işlev karşısında yetersiz kalıyordu, günümüzde insan toplumlarını biçimlendirmede ‘teknik’i kat kat aşan bir ‘teknolojik devrim’ söz konusudur. 1000’inci sayısından sonra CBT’nin adı ‘Cumhuriyet Bilim Teknoloji’ oldu... ? Teknoloji, tekniklere ilişkin genel kuramın adıdır; ama, bu iş kuramda kalmadı, soyuttan somuta geçişinde insan yaşamını avucunun içine aldı; piyasayı kullanarak kişinin özel yaşamını belirleyen en etkin güce dönüşmek üzeredir... Peki, bilimsiz teknoloji olur mu?.. Bilim devriminin yarattığı Aydınlanma’nın karşısına çıkmak amacıyla nükleer teknolojiyi kullanmak isteyen İran’a ne diyeceğiz?.. Başında türban, elinde cep telefonu, lüks arabasında direksiyon başına geçmiş kadın, Batı’daki bilimsel devrimin temel kurallarından habersiz, daha ne kadar yaşayabilir?.. İnterneti Aydınlanma ve bilim devriminin temel ilke ve kurallarını reddetmek propagandasında kullanan yobaz, dinci, softa nereye dek direnebilir?.. ? Yanıt: Son sözü söyleyecek olan bilimdir!.. Teknoloji araçtır.. Bilim amaçtır. 1000’inci sayısını geride bırakan CBT, bilimsel devrimin dergisi olduğu için, teknolojinin anlamını da yerli yerine oturtuyor... CBT’ye başarılar diliyoruz. Deneyimi Harcamak TÜRKİYE gibi bir ülkede cumhurbaşkanının seçimini halka bırakmak, yüz yılı aşkın bir parlamentarizm deneyimini bir çırpıda harcamak demektir. Belki, üzerinde en çok durulması gereken nokta da budur. Anayasa hukuku, bütün hukuk dalları arasında ulusal ve yerel niteliği en ağır basan daldır. Her toplum, anayasa hukukunda kendi deneyimleriyle belirli bir noktaya varmış sayılır. Başka ülkelerin tarihlerinden de çıkarılabilecek bazı dersler olmakla birlikte, hiçbir toplumun bu alandaki gelişmesi başka herhangi bir ülkenin gelişmesine tıpatıp uymaz. Bu açıdan bakınca, cumhurbaşkanını halka seçtirmenin ülkeyi nerelere götüreceği de ancak kendi tarihimizin ışığında tartışılabilir. üzyıllar boyunca mutlak yetkilere sahip padişahlarla yönetilen ve siyasal iktidarı sınırlama geleneği pek de eski olmayan bir toplumda Mustafa Kemal’in ‘‘meclis hükümeti’’ sistemiyle işe başlamış olması boşuna değildir. İstiklal Savaşı hızlı karar alma ve disiplinli bir yönetim gerektirdiği için, pekâlâ kendisinin başına geçeceği bir başkanlık sistemi kurabilirdi. Onun yerine, her konuyu meclis içinde çözen bir sistemi tercih etti. 23 Nisan 1920 Meclis’inden başlayan bir çizgi Türkiye’ye hiç de küçümsenmeyecek cumhuriyetçi bir parlamento geleneği kazandırmıştır. Atatürk, başkanlık sisteminin kendisine sağlayacağı kişisel üstünlüğe karşılık toplumdaki padişahçı alışkanlıkları depreştireceğini ve sistemin yavaş yavaş eski günlerin biçimlerine kayabileceğini kestirmişti. Meclis ağırlıklı bir sistem, devlet başkanının seçimini de meclis içinde tutarak sorunu demagojiye ve ucuz popülizme kaymaktan kurtarmıştır. Bunun gerisindeki inanç, halkça seçilen milletvekillerinin devletin başına geçecek en iyi kişiyi saptamakta milyonlarca insandan daha sağlıklı bir sonuca varabilecekleri inancıydı. ugün de, en doğru yol yine budur: Parlamenterlerin, hangi partiden olurlarsa olsunlar bir araya gelerek, devleti temsil edecek ve kurumlarını kollayacak kişiyi tartışmayla ölçüp biçerek saptamalarıdır. İlle dışarıdan örnek aramak gerekiyorsa, belki kötü örneklerden yola çıkarak sonuca varılabilir: Fransa’da Üçüncü Napoléon’un önce cumhurbaşkanı seçilip sonra imparator olması, Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti’nin acıklı öyküsü, seçimle işbaşına gelmiş bir Hindenburg’un iktidarı Hitler’e teslim etmek zorunda kalışı gibi olaylar ve Latin Amerika’da seçimle gelen sayısız diktatörlükler... Hemen hepsi, ilk bakışta pek demokratik sayılan bir yöntemin toplumları nelere sürüklediğini gösteren açık kanıtlarıdır. İşin kötüsü, halk da, hemen her yerde, ‘‘demokratiktir’’ ve kendisine ‘‘önem’’ veriyor diye, bunu hep isteyegelmiştir. Başına açacağı dertleri bilmeden. Aydın AYBAY Y Y B eniden 15 tane üniversitemizin kuruluşu hakkındaki yasanın yürürlüğe girmesiyle ‘‘üniversite’’ sorunumuzun ne kadarı çözülmüş olacak? Cumhurbaşkanı’nın rektör atamalarıyla ilgili hükme itiraz etmiş olması, bu sorunun olumsuz yanıtıyla ilgili sayılamaz. Bu girişime karşın söz konusu yasanın (eğitime değil!) ‘‘üniversite’’ sorunumuza ya da üniversite kurumuna ilişkin yanlış anlayışımıza bir çözüm getireceğini sanmıyorum. Ama bu yazıda sorunun tamamına değil, sadece bir bölümüne ilişkin görüşlerimi açıklamaya çalışacağım. Değinmek istediğim bölüm, YÖK sistemi içindeki bugünkü sınav düzeninde, yükseköğrenim yapmaya liyakat sorununun doğru olarak algılanıp algılanmadığıyla ilgilidir. Bunun da tam yanıtı ve ayrıntısında değil, sadece yöntemi üzerinde duracağım: Acaba, YÖK’ün, yükseköğretime girmede liyakatı belirleyen sınav sistemi, adayların tespiti mümkün olan bütün beceri ve başarıları değerlendirilip bunların göz önünde tutulmasına mı, yoksa sadece test adıyla anılanbirkaç saatlik yoklamadaki tespitlere mi dayansın? Bu soru karşısındaki tavrımızı belirleyecek olan ölçüt, her şeyden önce, ‘‘üniversite’’ kavramından ne anladığımızdır. Üniversiteyi sadece öğrencilere ders anlatılan ve pratik çalışma yaptırılan bir yer, bir kurum olarak algılıyorsak, öğrenci seçiminde ikinci yöntem yani liyakatı sadece testle saptama yöntemi amaca uy gun ve yeterlidir. Bunun doğal sonucu da üniversite = okul denklemidir. Üniversiteyi, sadece öğrenciler için ‘‘ders üreten’’ bir kurum değil de bunun ötesinde (hatta bazen tamamen dışında) bilimsel faaliyet yapılan, bilim üretilen bir kurum olarak algılıyorsak, bu takdirde, öğrencinin tabi olacağı seçim sistemi de ‘‘seçkinci’’, yani ‘‘elitist’’ bir sistem olmalıdır. Ülkemizde yükseköğrenim yapmaya istekli büyük sayıdaki genç nüfusun ‘‘kapıya dayanması’’ karşısında, ‘‘devlet’’ bu basınca dayanamayarak (sonradan bazı ‘‘çekingen’’ ilaveler de yaparak) ikinci sistemi benimsemiştir. Son yirmi, yirmi beş yıldan beri üniversiteye öğrenci kabulü bu düzene dayanmaktadır. Aslında, salt ‘‘üniversite’’ kurumu açısından uygulanırsa, yine de az çok seçkinci olabilecek bu düzen, üniversite kavramının ‘‘yükseköğretim kurumu’’ kavramıyla eşanlama ‘‘çekilmesi’’ ile sadece ‘‘basit bir sıralama’’ sistemine dönüşmüştür. Bugünkü uygulamaya göre, hiçbir ‘‘üniversite’’, kendisine öğrenci olarak gelecek olanların ‘‘nitelikleri’’nin belirlenmesiyle ilgili herhangi bir yetkiye sahip değildir; bu konudaki rolü ÖSYM veya ÖSS’den gelen sıralama listesine göre öğrenim görecek öğrencilerin kaydını yapmaktan ibarettir. Bu durumu doğuran ya da pekiştiren olgunun YÖK düzeni olduğunu, sanırım, bilmeyen kalmamıştır. Becerikliliğiyle maruf bir zatın, zamanın egemenlerine hulul ederek, bütün öğretim kurumları nı, ‘‘yüksek’’ vasfıyla ‘‘bir kazana tıkması’’ndan oluşan bu ‘‘düzen’’ içinde, her taraf ‘‘üniversite’’ ile dolmuştur. Yasa da buna göre yapılmıştır. Sistemi icat eden becerikli zatın hâlâ ‘‘medarı iftiharı’’ olarak zikrettiği ve anayasaya da sokuşturduğu bu çarpık yapının yasasına göre üniversitenin birinci işlevi, ‘‘eğitimöğretim’’ olacaktır. Kullanılan bu terim bile üniversite için öngörülen işlevin nasıl yanlış anlaşıldığını ortaya koymaktadır. Yanlışlık şuradadır: Bilim üretimi baş işlevi olan üniversitede eğitim yapılmaz; öğretim yapılır. Eğitim, ilk ve ortaöğretimin ve meslek okullarının işidir. Bu terimleri yabancı dile çevirirseniz, farkı kolayca anlarsınız. (YÖK öncesi üniversite yasalarında eğitim sözcüğü hiç kullanılmamış hep öğretim denilmiştir!) Bu ifadeden ilham alınarak, bakın iş nerelere vardırılmaktadır: Gelişmiş bir ayakkabı firmasının yetkilisi, sektöre eğitim desteği vermek için önce bir ayakkabı koleji açacaklarını, ardından da bir üniversite kuracaklarını söylemiştir (Milliyet, 16 Ağustos 1999). Bu projeden vazgeçilmemişse yakında bir ‘‘Ayakkabı Üniversitemiz’’ olacak demektir! Bugün ülke, bu sakat anlayışın sonucu olarak (siyasal etkilerin de basıncıyla) YÖK düzeni içinde, bilimsel öğretim bir yana, doğru dürüst meslek eğitimi bile veremeyen ‘‘sözde’’ ya da ‘‘sanal’’ üniversitelerle dolup taşmaktadır. Yeni kurulan 15 ‘‘üniversite’’ de bu kervana katılacaktır. Bu tablo karşısında, sanırım, Sayın Prof. Şengör’ün sözünü ettiği ‘‘acımasız elitizm’’ gerçekleşmesi olanaksız bir rüyadan ibarettir. Elitizm olmadıkça üretken bir üniversite yaşamının olamayacağına ben de inanıyorum. Ama YÖK depremiylee büyük bir bölümü zaten enkaz altında kalmış üniversitelerdeki bugünkü öğretimin elitist bir yapıya kavuşması için ufukta hiçbir umut ışığı gözükmüyor. ‘Kültür Başkenti’ Atatürk, boşuna mı “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir’’ demişti? İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ‘‘7 Tepe 7 Tünel’’ parolasıyla bayındırlık işleri yürütüyor. Sorsanız bu tepelerin adını, ilk yanıt ‘‘Çamlıca’’ olur. Bilirler mi 7 tepenin, ‘‘sur içinde’’, yani SarayburnuTopkapı arasında olduğunu? İkinci Türkiye İktisat Kongresi yapılıyor. Ama Atatürk ilkelerinden ‘‘devletçilik’’, bu kongrede eleştiriliyor. 12 Eylül’den bugüne gelen süreçte, ‘‘cemaat misyonu’’ ekonomik gücüne erişiyor. Şirket adlarına bakar mısınız? Eski dönemin kavramları, dahası Harf Devrimi’ne aykırılık dolu. Bu bir psikolojik yüklemedir. Yurttaşımız bu kavramlara alıştırılıyor. Geçenlerde İstanbul’un fetih yıldönümü kutlandı. Stadyum on binlerle doldu. Onlarcamız, konferanslarda konuştu. Konuştu da, politik beklentilerin dışında ne sağlandı? İşte bu da, tarih bilgimizin ‘‘dayanılmaz’’ sancısı: Yöneticileri yönlendireceği yerde, yöneticilerle yönlenmek Atatürk, boşuna mı ‘‘Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir’’ demişti? İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ‘‘7 Tepe 7 Tünel’’ parolasıyla bayındırlık işleri yürütüyor. Sorsanız bu tepelerin adını, ilk yanıt ‘‘Çamlıca’’ olur. Bilirler mi 7 tepenin, ‘‘sur içinde’’, yani SarayburnuTopkapı arasında olduğunu? Geçelim bunları, bilgisizlik diyelim. Yoksa asıl amaç başka mı? AB’nin Fener semtine ayırdığı milyon Avro’lar, Dubai kuleleri, Galataport ve ötekiler. Ve İstanbul’un, AB ‘‘kültür başkenti’’ programına alınışı. Ayasofya Müzesi’ni gezen turistler, her geçen gün daha mı az ‘‘iç geçiriyorlar’’? Üsküdar meydanı kazılıyor. Marmaray kazılarında, eski kalıntılara rastlanmış. İyi de İstanbul’un neresini kazsanız, birkaç kat uygarlık çıkar. Kazmaya bile gerek yok. Beyazıt’taki Patrona Hamamı’nın cadde üzerindeki temellerine bakın. Roma’nın mermer sütunları kullanılmış. Egemen uygarlık, öncekinin değerlerini kullanır. Günümüzde ekonomik güçle desteklenen tarih yaklaşımında ya duygusallık var ya da politik çıkar. Ama ders almak yok, sonuç çıkarmak da... Çünkü bizde ‘‘24 saat uzun süre’’dir. Ama Batı politikası için ‘‘100 yıl kısa’’dır. Durum böyle olunca bize karşı, ‘‘seç, beğen, al’’ bir yığın politika var. Türkiye için ayrı, İstanbul için apayrı. İstanbul’u, Konstantinopol yapmayı güncellersek ‘‘Hong Kong’’ yapmak demek. İstanbul’un öne çıkarılması, Ankara’nın geriye itilmesidir. Osmanlı’nın çöküşündeki, ‘‘Elini sallasan yabancıya çarpıyor’’ İstanbul’una dönmek. Lozan’ı bir ‘‘yanlışlık’’ sayıp ‘‘Nerede kalmıştık’’ yaklaşımı. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok saymaktır. Doğal olan ‘‘kuş kuşluğunu, kış kışlığını yapar’’ mantığı. Peki, biz ne yaptık ya da yapıyoruz? Kocaman bir hiç. Yalnızca konuştuk ve de hâlâ konuşuyoruz. Üstelik ayrı tellerden. Oysa ‘‘yapılan şeyi konuşmaya gerek yok’’tur. Ve ‘‘bir şey konuşuluyorsa, yapılmadığı için’’dir. Henry Layard, İngiltere’nin İstanbul elçisi. 18771880 arasında çok önemli görevler üstlenecektir. İstanbul’u ilk kez 1839 yılında görür. 22 yaşındaki bir delikanlı bakışıyla şunu der: ‘‘İstanbul, Avrupa devletlerinden birinin olsaydı, dünyanın en kuvvetli şehri olurdu. Türklerin elinde ise dünyanın en manzaralı şehri olmuştur.’’ Büyük politikalar karşısında ‘‘görüntü’’ bizim, ‘‘güç’’ başkalarının. Ama bu sorumluluk hepimizin. Kimse ‘‘emeklilik güvencesi’’ ardına sığınmasın. Türkiye Cumhuriyeti’nin yapı taşları bir kez yerinden oynarsa, bırakın üstümüze yuvarlananları, ‘‘mezar taşı’’ bulmakta zorluk çekeriz.. Dosya No: 2005/276 Davacı K.H. tarafından mahkememize açılan davanamesinde; Bolu İli, Merkez Yenicepınar Köyü, cilt no: 131, hane no: 3, Birey sıra no: 57’de nüfusa kayıtlı Sedat Çalışkan’ın 15.4.1992 tarihinde Bolu Merkez İlçesi, Ahmetler Köyü’nde bulunan dereye düşerek kaybolduğu ve ölüm tehlikesi içinde kaybolan ve kendisinden bir daha haber alınmayan Sedat Çalışkan’ın öldüğü yönünde kuvetli olasılık bulunduğu ve 15.04.1992 tarihinden itibaren 13 yıldan fazla bir sürenin geçtiği anlaşıldığından, Sedat Çalışkan hakkında 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 32. ve devamı maddeleri gereğince, gaiplik kararı verilmesi talep edilmiş olmakla, adı geçen hakkında malumatı olanların veya bulunduğu yeri bilenlerin, mahkememize bilgi vermeleri veya duruşmanın atılı olduğu 11.07.2006 günü saat: 09.00’da hazır bulunmaları gerektiği, bu ilan tarihinden itibaren 6 ay içinde gaip veya kendisini tanıyanların, mahkememize bilgibaşvurmadıkları takdirde, adı geçenin gaipliğine karar verileceği hususu ilan olunur. (Basın: 28103) BOLU ASLİYE 1. HUKUK MAHKEMESİ’NDEN Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul Üniversitesi ca, tarihe mal olan değerlerimiz rahatsız. Oysa her tarihsel olayın, birbirinden değerli üç ayrı bedeli ödenmiştir: 1) Zaman, 2) Maliyet, 3) İnsan. Bu bedeller konusuna göre; yüzlerce yıl, yüz binlerce YTL ve yüz binlerce kişi demek. Osmanlı’nın çöküş süreci, 1700’lerde başladı ve İlk Dünya Savaşı ile tamamlandı. Ölüm Raporu da Sevr Antlaşması. Ona yaşıyormuş işlemi yapmak, onun çektiği acılara bile saygısızlık. Tıpkı, dayanılmaz acılar içince yaşamı sona eren kişiye ‘‘Niçin öldün’’ demek gibi. Osmanlı: 60 etnik unsur, 35 devlet, 3 büyük din. Hani neredeler? Macaristan’dan Yemen’e, Kırım’dan Cezayir’e. Bugün hangisi kabul eder ki? Yalnızca düşman kazandırır. Ne denli düşman kazandırdığı ayrı, beri yandan yurttaşımız kandırılıyor. Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı Titanik’inden, Anadolu filikasıyla kurtulan insanların seçeneği, yaşam tarzıdır. Cumhuriyet koşullardan yararlanıp ‘‘eski harmanları savurmak’’ ise saygısızlık. Özellikle de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı haksızlık. 1920’de İstanbul’u işgal edenlerin karşısına, Fatih Sultan Mehmet’i çıkarmak gibi çarpık bir yaklaşım. Buna kimsenin hakkı yok. Ve tarih bilimi, ‘‘birileri’’nin ‘‘baba mirası’’ değil. Atatürk’ten sonra Cumhuriyet, ekonomik olarak desteklenmedi. Dışa bağımlı politikalarla içten içe kemirildi. Tarih 22 Kasım 1948. Daha Demokrat Parti dizginleri ele almamış. S on günlerde Osmanlı hayranlığı daha da arttı. Övgü düzenleri mi sorarsınız, yeniden anlamaya çalışanları mı? Sanki Osmanlı, sapasağlam duruyor ve arenaya sürülecek gladyatör gibi, sırasını bekliyor. Bu yaklaşım yeni değil. İlk örnek, İsmail Ha mi Danişmend. ‘‘17031924 Açıklamalı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’’ni yazıyor. Ama içinde Atatürk yok. Türk Gençliği kendisini protesto ederek 22 Temmuz 1955’te kitabın kapağını yakıyor. Toplumsal tarih anlayışımız yanlı ve çıkarcı. Durum böyle olun CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle