19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
13 MAYIS 2006 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA ÖYKÜ 7 Çatışma SAİT FAİK ABASIYANIK GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ AB’ye Atılan Goller... Kapı yoldaşım Ali Sirmen dünkü köşesinde, Erol Hocamızın (Manisalı) ‘‘Hayatım Avrupa’’ adlı yeni kitabını salık verirken kendi tanıklıklarını da anlatmıştı. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği hayalinin, gerçekleşmesi olanaksız bir hayal olduğu nicedir yazılıp söyleniyor. Adının ‘‘Ortak Pazar’’ olduğu dönemde başlayan üyelik girişimi, birilerinin yakın geçmişte açıklanan Katılım Belgesi ve yıllık değerlendirme raporlarına karşın çizmeye çalıştıkları pembe tabloya rağmen karamsarlıkla biteceğe benziyor. AB’nin zaman zaman aba altından sopa göstermesi bir yana, kimi sözcüleri geleceği, ima etmenin de ötesinde açık açık söylüyorlar ama anlamazlıktan gelmeyi yeğleyenler var. Galiba atalarımızın ‘‘Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir’’ sözlerinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Ama uluslararası ilişkilerdeki açmazların böylesi yaklaşımlarla çözüme ulaştırılacağını sanmak aşırı bir iyimserlikten başka bir şey değil. Aday ülkelerin liderlerinden oluşan futbol takımında, Başbakan Erdoğan’ın da yer alarak biri penaltıdan 2 gol atmasının mutluluğunu yaşayanlar için durum gayet güzel. Ara sıra da olsa çeşitli nedenle Avrupa Birliği’ne girdiğimizi anlatmaya çalışanlar, bu kez de futbolla girdiğimizi yazıp çiziyorlar. Anlattıklarına göre Başbakan’ın 2 golü çok önem arzediyor. Çünkü gollerin atıldığı rakip takımda Avrupa Birliği üyesi ülkelerin liderleri de oynuyorlar. Şaka bir yana, okuduğumuz ilginç maç ve performans yorumları AB üyeliği konusundaki iyimserliği yansıtmaya çalışıyor ama nafile. Çünkü hemen hemen aynı saatlerde Almanya Başbakanı Bayan Merkel ülkesinin Avrupa Birliği politikalarıyla ilgili bir açıklama yapıyor. 2007’de AB’nin dönem başkanlığı Almanya’ya geçeceği için açıklamanın ayrı bir önemi var. Açıklamasında önce ‘‘Avrupa’nın kıyısındaki ülkelerle (ki aralarında doğal olarak Türkiye de var) aktif komşuluk ve ikili ilişkiler geliştirilmeli’’ demiş, ardından da noktayı şöyle koymuştu: ‘‘Avrupa’nın entegrasyon kabiliyetinin bittiği ilk kez vahim şekilde ortaya çıkmıştır.’’ Bu açıklamanın iyi bir yönü de var. Başbakan Erdoğan ay sonunda 500 işadamıyla birlikte Berlin’e çıkarma yapmaya hazırlanıyor. Dileriz Bayan Merkel’in ‘‘aktif komşuluk ve ikili ilişkiler’’ dileğini somutlaştıracak adımların atılması gerçekleşir. ??? Cumhuriyet’e abone yapılan bombalara tepki gösterenlerden biri de Avrupa Birliği Komisyonu’ydu. Gazetemizde de yer alan açıklama şöyle bitiyordu: ‘‘Avrupa’da terorizme yer yoktur.’’ Böylece Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dışarıdan değerlendirilmesine yeni bir unsur daha eklenmiş oluyor. AB yöneticilerinin kafalarına takılan ilk soru işareti, anımsanacağı gibi ‘‘İslamcılık’’ olmuştu. Kimi yayın organlarında AKP’nin adının dinci örgütler arasında geçmesi bu konudaki kuşkularını yansıtıyor. AKP’nin, AB üyeliği girişimini kullanarak dinci yönü ağır basan bir Türkiye oluşturmaya çalıştığına değgin yorumlar ortalıkta dolaşıyordu. Hele Cumhuriyet’e yöneltilen bombalı saldırıların arkasında dinci bir örgüt çıkarsa seyreyleyin gümbürtüyü. Ç ürümeden çok önce, galiba kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen kavganın sonundaki boşlukta; birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını açıp bekleştikleri zamanı; ötekisi ile; sıcacık bir oda ve bir sepet içinde kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya hazırlandıkları zaman parçası ile karıştırıyorum. Burnuma yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, yosundan, denizden, albümin ve asit parçalarından güzel diyebileceğim bir koku; taze balıkların taze kokusu daha meme emmemiş, yıkanmamış çocuk kokusu, süt kokusu, bir genç saç kokusu geliyor. Bu ölüm ve doğum rüyası içinde şafak atıyor. Kalkıyorum. Kollarıma uykusuzluğumun hırkasını geçiriyorum. Dar geliyor. Şafak söküyor, aynadaki yüzüme saldırıyorum, bakıyorum. Birdenbire viyaklayarak bir çocuk doğuyor. Birdenbire; saniyelerle seneler birbirine karışmış bir halde büyüyor. On beş, on altı yaşlarında güzel bir erkek çocuk oluyor. Elleri fildişinden... Avuçlarını açıyor; dört nasırı var. ‘‘Kürek çekmeden oldu’’ diyor, ‘‘küreği bırakırsam bir ay içinde nasır namına bir şey kalmaz.’’ Fildişinden uzun parmaklı ellerini çeviriyor. Kıpkırmızı, tütüyorlar. ‘‘Kartopu mu oynadın?’’ diyorum. Dişlerindeki aydınlığı gözlerinin ve kaşlarının karası kesiyor. Alnının sakin mermerinin soğuk, buz gibi, yapışan buz gibiliğinden kabarmış dudağının çatlamış kırmızısını elime sürüyor. ‘‘Babacığım’’ diyor, ‘‘beni affet!’’ Kadın siyahlar giymiş, beyaz yüzünün etleri durmuş, çizgileri durmuş, onun da alnının beyaz mermeri çizgi çizgi durmuş bir zaman parçası her yerinde, elbisesinde bile durmuş. Balık pulundan gözleri var. Avucunun derisi kedi dilinden. Nefes alışında tüy sıcaklığı ile kar soğukluğu, uzun uzun bacaklarındaki büyük ve çıplak ayaklarda çatlak çatlak sarı ve ölü bir ikinci, bir üçüncü deri; oğlan çocuğunun yanında durmuş... Çocuk, ‘‘Baba, affet! Ölmüş anama acı!’’ Çocuk da, babası da, bir kenarda gözlerini açmış onlara bakan bir başka adam da ölmüş ananın, çocuğun yanındaki Soldan Sağa: Sait Faik, Behçet Necatigil, Naim Tirali, İskender Fikret Akdora. (Fotoğraflar: ARA GÜLER CUMHURİYET ARŞİVİ) yerine telaşsız bakıyorlar. Görüyorlar bu üç kişi de o garip, fosfordan, böcekten, kardan ve kıştan, balık pulundan, mermerden ve buzdan, sıcaktan ve soğuktan kadını. Ama baba adam bir silkinişte bu yalancı yokluğu, var gibi bir şiddetle kafasından iter itmez kadın yoktu ki kaybolsun. Ama çocuk, affedilmek için yanında yarattığı ve babasına, babasının yanındaki şahide tutup gösterdiği kadının kendi kendisi de görüp de inanmadığı kadınınbir hamlede üstünden atlayıveriyor. Çocukla babası arasındaki şahit daha fazla duramıyor. Kadının arkasına düşüyor, aşktan kudurmuş gibi bir gülüşle gidiyor. Kalıyorlar baba oğul yalnız... Baba şimdi birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü sıra sıra yanı başına dizildikleri ve ağızlarını açıp bekleştikleri zamanla, ötekisini; bir kurt yüzünden bozulmaya başlayan zaman parçasını birbirine karıştırıp hatırlıyor. Çocuğun burnuna yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, albümin ve asit parçalarından bir taze ve belirsiz balık kokusuna, çok uzaklardan alınmış bir deniz kokusuna benzeyen bir koku geliyor. Bu sefer yeşile çalan bir yüz, sarı eller, kırmızı tüylerle bir şeytan gibi dünyanın üstüne güneş kapanıyor. ‘‘Baba! Baba!’’ diye sesleniyor çocuk. Ses almayınca çekiliyor bir kayanın arkasına. Baba ancak bir çalılığa yüzükoyun uzanabilecek vakit buluyor. Sessiz, mavi, durgun bir gecenin ortasında bir silah patlıyor. Sabaha kadar çalılıklardan ve kayalardan silah sesleri geliyor... ??? Ben evlenmedim. Tabii çocuğum da olmadı. Ama varsa... Olabilir a. Benim kurdum bir ölmeyecek yerde saklanıp beklemiş ve bir beyaz kadının içinde büyümüştür. O kadını hayal meyal görüyorum. Ben o zamanlar İstanbul Lisesi’nde talebe idim. Gülhane Parkı’nda tanışmıştık. Zor başlamıştı sevgimiz. Ama sonra, onun tarafından gelen, gitgide büyüyen ve benim sevgimi miniminicik eden bir aşkla bitmişti. Orada, Kuruçeşme’deki koruda, ağaçların altına yatardım. Ben bir hayalet kadar zayıf, beyaz mavi gözlü, on altı yaşında lacivert elbiseli, çarliston pantolonlu, papyon kravatlı, şık fesli, nahif bir mektepli efendi idim. O yeşil gözlüydü. Çocuğumun yanında göründüğü gibi koyu siyah gözlü değildi. Siyahlar da giymezdi. Yanakları kırmızı kırmızıydı. Sarı, kırmızı saçları vardı. Bir perşembe akşamı mektepten çıkmış eve dönüyordum. Bizden iki sınıf daha büyük bir sınıftan bir çocuk yanıma yaklaştı. Bana bak, dedi bana, seni bir daha .......la görmeyeyim. (Ah, o kızın adı neydi? Neydi yarabbi? Tuu Allah kahretsin! Nasıl hatırlamam. Nasıl olur, nasıl olur?) Güldüm. Öteki çocuğun yüzü sapsarı oldu. Deli gibi etrafına bakındı. Kavga çıkaracak sandım. Görünürde kimseler yoktu. Sana yalvarırım, diye diz çöktü çamurun içine. Sen onu almazsın. Ben evleneceğim. Sen olmasan bu iş çoktan olacaktı. Ben okumayacağım. Bizim dükkânımız var; orada çalışacağım. Hemen evleneceğiz. Yapma, n’olur? Bak biliyorum yarın randevunuz var. Koruya gideceksiniz. Gitmeyiver. Ne olur? Ne kaybedersin? Sen zevkini sürdün. Bırak. Sen başkasını da bulursun ama gidersen bak... Dedi kaldı. ‘‘Karışmam’’ diye tehdit edemedi. Gözleri yaş içinde idi. Peki anam dedim, peki. Vallahi gitmeyeceğim. Sözümü tuttum. Gitmedim. Belki de tehdit edemediği için korkmuştum. Hatırlamıyorum. O zamanlar şimdiki gibi güzel insan yüzüne bile candan bakmaya korkanlardan değildim. Otuz sene geçti aradan. Ama ben hep, değil değil çok az, on senede bir kere sabah uykusundan böyle uyanır, karımı, çocuğumu (hep on altı yaşında görürüm oğlumu) görürüm. Karım ölmüştür. Çocuğumla silah silaha geliriz. Neden o benden af diler? Bilmem. Sonra neden bir kayanın arkasına çekilir ve ateş eder? Bilmem. Ama böyle sabahlarımda kırlara çıkar, bir kadın ve bir çocukla akşamlara dek uğraşır dururum. Deniz, Ada’nın kıyılarını yer durur. Uzaktan motor sesleri duyarım. Bir kır kahvesinin sandalyesinde yüzüm sapsarı, her gören, ‘‘Sana ne oldu böyle yahu?’’ diye sorunca çileden çıkarak, kimseye görünmemeye çalışarak dolaşırım. Sonra otuz yaşlarında elli yaşında gözüken Evkaf’ta tahsildarlık eden bir adamcağız görür gibi olurum. Türbede tramvay bekliyor ve sabırsızlanıyordur. Kim görmüştü geçenlerde onu, unuttum. Sana benzeyen bir adam gördük. Elinde yırtık bir evrak çantası vardı. Senin gibi bitkin, yorgundu. Suratından düşen bir parça oluyordu. Hatta bir aralık nereye böyle diyecek olduk. Baktık ki suratın bozuk, vazgeçtik. Yanımızdan geçerken ‘‘Müsaade buyurun’’ deyince adama dikkatli baktık... Sen değilsin. Ama yine de sana benziyordu. Ne tramvayında gördünüz, dedim. Edirnekapı tramvayında, dediler. Boş bulundum: Odur muhakkak, dedim. Kimdir diye sordular ama söylemedim; sanki o olduğuna eminmişim gibi. Hiç canım, dedim, ben de gördüm de o adamı. Evkaf’ta tahsildarmış. Az daha ben bile, ‘‘Ne arıyorsun buralarda’’ diyecektim, ‘‘Mehmet, oğlum?’’ Kervansaray, (2), 8 Mart 1952. Sait Faik, çok sevdiği köpeği ile birlikte. PORTRE / SAİT FAİK ABASIYANIK oerinc?cumhuriyet.com.tr S ait Faik, 1906 Adapazarı doğumludur. İlk eğitimini Adapazarı’nda, liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayıp Bursa Erkek Lisesi’nde tamamlamış, iki yıl İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ne devam ettikten sonra 1930 yılında Fransa’da yine edebiyat fakültesine yazılmıştı. Onun içki ve avare yaşamla tanışması bu yıllara denk düşer. Ama, asıl başıboş yaşamı babasının ölümü ile birlikte (1939) başlar. Ailesinin isteği üzerine girdiği ticaret işlerinde kısa sürede iflas ettikten sonra başladığı, Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi’ndeki Türkçe öğretmenliği de uzun sürmemiştir. Bir ara gazeteciliği denediyse de, kendini bütünüyle yazmaya ve gönlünce yaşamaya verdi. Düşük telif ücretlerinden dolayı eline az bir para geçmesine rağmen, ailesinden kalan miras sayesinde sıkıntı çekmedi. Burgaz Adası’ndaki eski köşkte annesi ile birlikte yaşadı. 1948 yılında siroz hastalığına yakalandı. 1954 yılında öldü. Sait Faik Türk öykücülüğünün en önde gelen isimlerinden birisidir. Anneler Zübeyde Hanım’ı andı Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, eşi Aylin Sarıgül, CHP’den ihraç edilen Menemen Belediye Başkanı Tahir Şahin ile yüzlerce Şişlili kadın, ‘‘Anneler Günü’’ dolayısıyla, Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ı, İzmir Karşıyaka’daki kabrinin başında andılar. Mustafa Sarıgül, Zübeyde Hanım’ın sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün değil, tüm Türk ulusunun annesi olduğunu söyledi. Sarıgül, ‘‘Zübeyde Hanım gibi analar Mustafa Kemal’ler gibi kahramanlar doğurmasaydı, bu güzelim vatan toprakları hangi düşmanların çizmeleri altında olacaktı’’ dedi. Altındağ kitap toplattı ? Haber Merkezi Güncel Yayıncılık tarafından geçen nisan ayında basımı gerçekleştirilen gazeteci Ersin Kalkan’ın kaleme aldığı, ‘‘Katille BuluşmaBir JİTEM Dosyası: Musa Anter Cinayeti’’ adlı kitap Diyarbakır 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından toplatıldı. Toplatma kararının kitapta adı geçen işadamı Mehmet Ali Altındağ’ın mahkemeye verdiği dilekçe sonucu alındığı bildirildi. Altındağ mahkemeye sunduğu dilekçede kişilik haklarına saldırı olduğu iddiasında bulundu. Çevre Yasası’na onay ? ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Çevre Yasası’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Yasa’yı onayladı. Yasayla çevreyi kirletenlere ağır cezalar geliyor. Yasa, yayımlanmak üzere Başbakanlık’a gönderildi. Yasayla başta idare, meslek odaları, birlikler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzere herkes, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli olacak, bu konuda alınacak tedbirlere ve belirlenen kurallara uyma yükümlülüğü bulunacak. CUMHURİYET 07 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle