27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 MART 2006 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Palme ve 20 yıl sonra geldiğimiz nokta Şubat Olof Palme’nin öldürülüşünün 20. yıldönümüydü. O günlerde doğanlar şimdi 20 yaşındalar. İsveçli yaşıtları bile Palme’nin adını o kadar az duyuyorlar ki, bizim gençlerin hiç duymamış olması beni şaşırtmaz. Cinayetin nedenini bir kenara bırakalım. Cumhuriyet okurları için bu konu pehlivan hikâyesine dönmüş olduğu için yeniden deşmeyeceğim. Ancak önce farklı bahanelerle, son 10 yıldır da Avrupa Birliği etiketinin arkasına saklanarak şekil ve kalıp değiştirmiş olan İsveç sosyal demokrasisinin piyonları, Olof Palme’nin adı anılınca rahatsız oluyorlar. Cinayetten bu yana 20 yıl geçmesinden dolayı Olof Palme’nin adı, dostlarınca ve düşmanlarınca anıldı. İlk grup bunu bir vefa borcu olarak yaptı, ikinci grup ise fırsattan yararlanıp kin kusmak için. Göran Greider, sosyal demokrat bir yerel gazetenin başyazarıdır ve şairdir. Olof Palme’yi şahsen tanırdı. Bir Stockholm gazetesine önceki gün yazdığı anma yazısında, Palme’nin ‘‘sınıfına ihanet ettiği için’’ birçok kişinin kine varan nefretine hedef 28 olduğunu vurguladı. Söz konusu sınıf, ülkenin üst tabakasıdır. Stockholm’ün en ‘‘güzide semti’’ Östermalm’de varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğan Palme, o sınıfa ihanet etmiş ve emekçi kitlelerin haklarını savunmuştu. Amerikan emperyalizminden anası ağlayan yoksul ülkelerin yanında yer almış, İsveç’in en büyük ağabeyi ABD’nin öfkesine hedef olmuştu. 1970’li yılların başında, kamu sektöründe çalışan kadınların ekonomik durumunun erkeklerinkiyle eşit hale getirilmesi gerektiğini söylemiş ve bunun için ‘‘herkesin dayanışma göstermesini’’ istemişti. Yani pamuk eller cebe gidecek ve vergi oranları arttırılacaktı. Göran Greider, ‘‘İşte bu sözü söylemek günümüzdeki hiçbir sosyal demokrat politikacının aklının ucundan geçmez’’ diye yazıyor. Ve de ekliyor: ‘‘Eğer Palme, o en ateşli konuşmalarından birini bugün partisinin meclisteki grubu önünde yapsa, dinleyiciler sıkıntıdan resmen kurdeşen dökerlerdi.’’ Olof Palme, dış politikada diplomatik kıvırtmalar yapmadan tavır aldığı ve açık konuştuğu için geniş kitlelerin STOCKHOLM GÜRHAN UÇKAN kalbine girdi, malum ülkelerin gazabını üzerine çekti. Birkaç örnek mi? Bunları yazıyorum ve bu örneklerin kimlerin tepesini attırdığının tahminini size bırakıyorum: Olof Palme, çeşitli konuşmalarında Margaret Thatcher’ın ve Ronald Reagan’ın ‘‘yeni liberal’’ politikalarını, ‘‘sınırsız bir pazar ekonomisi, ticari çıkarcılık, egoizm, işsizlik ve sınıf farklarını derinleştirici öğeler oluşturduğu’’ için eleştirdi. 1968’de Kuzey Vietnam’ın Moskova Büyükelçisi Nguyen Tho Çanh’la birlikte Stockholm’de düzenlenen protesto yürüyüşüne katıldı. Richard Nixon, derhal Stockholm büyükelçisini geri çekti ve Palme’den özrünüze sığınarak ‘‘The Swedish asshole’’ olarak söz etti. İsveç halkı buna, ABD’nin Hanoi’yi bombalamasını kınayan 2.688.782 imzalı bir bildiri göndererek yanıt verdi. (O zamanlar İsveç’in nüfusu yaklaşık 8 milyondu.) Olof Palme ise tavrını bir kez daha açıkça ortaya koydu: ‘‘Vietnam savaşını eleştirmemizin doğru olduğunu kanıtlayan haberleri aralıksız olarak alıyoruz. Eğer dünyadaki insanlar demokratik yönetim şekline olan güvenlerini koruyacaklarsa, ABD derhal Vietnam’dan çekip gitmelidir. Vietnam halkı kendi kaderini kendi tayin etmelidir.’’ 1972’de ‘‘Mutfak Söyleşileri’’ adlı ünlü konuşmasını yaptı ve ‘‘Guernica, Lidice ve Sharpeville’e Hanoi katliamının da eklendiğini’’ söyledi. 1975’te Küba’yı ziyaret eden ilk Batılı başbakan oldu ve Fidel Castro’yla puro tüttürdü. Bundan dolayı ülkesinde bazı kesimlerce eleştirilince şu karşılığı verdi: ‘‘Dünyanın herhangi bir köşesinde ezilen bir halk iktidara gelince onlardan derhal akılcı ve kusursuz davranmaları isteniyor. Önceki iktidarların işledikleri suçlara hiç değinilmiyor ve bunlar neredeyse unutuluyor.’’ Palme, Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki ırkçı rejime kararlı bir şekilde karşı çıkmış ve ANC’ye resmen para yardımı yapmış, liderlerini İsveç’te ağırlamıştı. Aynı şekilde, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü daha bazı çevreler terörist kabul ederlerken tanımış ve Yaser Arafat’ı Stockholm’e çağırmıştı. Nikaragua’daki Sandinistleri desteklemiş ve kontralar tarafından hedef olarak gösterilmişti. Olof Palme, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne genel başkan seçildiği gün, ‘‘Partinin politikası artık radikal bir şekilde değişecek mi?’’ diye sorulduğunda şu yanıtı vermişti: ‘‘Sosyal demokrasi, asla bazı bireylerin güdümünde olmamış ve olmayacak bir halk hareketidir. Ben bir demokrat sosyalistim ve bundan hem gurur hem de sevinç duyuyorum.’’ Palme, Birleşmiş Milletler’in 1972’de Stockholm’de ve ilk kez olarak düzenlediği uluslararası çevre konferansında da şöyle konuşmuştu: ‘‘İnsanların yaşadıkları çevre için, kişisel veya ulusal bir gelecek yoktur. Gelecek ortaktır.’’ İşte, 20 yıl sonra geldiğimiz nokta ortada... Yüksel’e üç kat ceza üksel Arslan 29 yaşında, Fransa doğumlu bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Babası 35 yıl önce Gümüşhane’den Fransa’nın Centre bölgesinin Mer isimli küçük ve sevimli kasabasına göçtüğünde kendisinin, ailesinin ve oğlunun başına gelecekleri tasavvur edebilir miydi? Yüksel’in hikâyesi Fransız kamuoyuna kısmen de olsa yansıdığına göre, biz de onun kimliğini gizlemeden rahatça konuşabiliriz... Anlatacaklarımız elbette sınırlı bir araştırmanın geçici sonucu. Tek ve en doğru gerçeği aktarmak gibi bir iddiamız yok. Fransa’yı şimdilerde sarsan siyasi ve sosyal bunalımlar, AB dışı göçmenler ve göçmen çocukları etrafındaki polemikler, son banliyö olayları, Türkiye’nin 2005’te AB ve Fransa ile yaşadıkları da eklenince Yüksel’in başına gelenler ayrı bir anlam kazanıyor. Mer, Fransa’nın ortalarında, Paris’e 160 km, Orleans’a 38 km mesafede, iki yanında ülkenin en ünlü tarihi şatolarından Azay le Rideau, Chambord, Cheverny, Chinon, Villandry gibilerinin sere serpe uzandığı Loire nehri ve ovasının bir kenarına ilişmiş bir kasaba. Yüksel’in ailesi, dedesi ve ninesi hariç amcadayıenişte, halateyzeyenge ve çocuklar hepsi burada toplanmışlar. 80’li yıllarda kasabadan yaklaşık 15 aile çocuklarını Türkiye’ye ortaöğrenime yolluyor. Yüksel de 19881996 arasında 1219 yaşlarını İstanbul Pendik’te bir ortaokul ve lisede geçiriyor. Döndüğünde ne tam oralıdır, ne buralı. Bu eğitim macerasının biraz zorla olduğunu, küçük kardeş Muhammet’ten öğreniyoruz. ‘‘Ben Yüksel Ağabeyim gibi gitmek istemedim. Fransa’da devam ettim.’’ Muhammet ve Fransa’da kalan diğer iki kız kardeş, bu arada Fransız vatandaşı oluyorlar. 20 yıldır çalıştığı karyola fabrikasında bir iş kazası geçiren baba Arslan devre dışı kalıyor. Yüksel bir uyuşturucu işine karışıp 2003’te 3 yıl hapse mahkum ediliyor. 2 yıl sonunda şartlı salıveriliyor. Fakat hakkında İl Özel Sınır Dışı Etme Komisyonu’nun muhalefet şerhine rağmen LoireetCher Valiliği emriyle sınır dışı edilme kararı var. Yüksel, Nisan 2005’te Fransa’dan atılmak üzereyken uçağa binmeyi reddediyor ve nezarete alınıyor. Kısa bir süre sonra yine serbest bırakılıyor. Yeri yurdu belli, normal bir hayata dönüyor. Bir Fransız kadınla evleniyor. Kardeşinin kurduğu bir temizlik şirketinde çalışmaya başlıyor. Bir iş için 6 Şubat’ta Paris’e PARİS geldiğinde sıradan bir trafik kimlik kontrolü esnasında hakkındaki ihraç kararı bir kez daha gündeme geliyor. Gözaltına UĞUR HÜKÜM alınıyor. 19 Şubat’ta Paris’in kuzey havaalanına en yakın Bobigny Emniyet Müdürlüğü nezarethanesinde kendi durumundaki 21 kişilik bir grupla açlık grevine başlıyor. 24 Şubat’ta havaalanına götürüldüğünde uçağa binmeyi reddediyor. Bu kez bir üst mahkemenin kararını açıkladığı güne kadar tutukluluğuna karar veriliyor. Ama Yüksel artık yalnız değildir... Yüksel her şeyden önce Fransız olmadığı gerekçesiyle Fransa gibi insan hakları kaleliğine soyunmuş bir ülkeyle bağdaşmayacak bir ‘‘çifte’’ veya ‘‘iki kat ceza’’ çekme haksızlığıyla karşı karşıyadır. Önce hapis, sonra sınır dışı... Fransız vatandaşlığına geçişi düzenleyen yasada 1993 yılında yapılan bir reformla, AB ve özel ikili anlaşmalar dışı ülkelerden gelen göçmenlerin çocukları Fransa’da doğsun doğmasınlar yeni bir uygulamaya tabi tutuluyorlar. Çocuklar 11 yaşından itibaren Fransa’da en azından düzenli 5 yıl yaşadıklarını kanıtlamak kaydıyla 1621 yaşları arasında kendiliklerinden veya ebeveynleri aracılığıyla Fransız vatandaşlığına başvurabiliyorlar. Yüksel bir yere kadar ailesinin, bir noktadan sonra da kendi hatası veya ihmaliyle edinmediği bir hakkı artık mücadeleyle almak zorunda. Başta eski sol bakanlardan Yeşiller Senatörü Dominique Voynet olmak üzere, eski Sosyalist Partili Adalet Bakanı Elisabeth Guigou, iktidardaki UMP milletvekillerinden Versailles Belediye Başkanı ve Millet Meclisi Çifte Ceza Komisyonu Başkanı Etienne Pinte, 67 tane de sosyalist ve komünist milletvekili ve CIMADE gibi bazı dayanışma kuruluşları Yüksel’in yanında yer aldılar. Ayrıca son derece kararlı ve mücadeleci bir kişilik izlenimini veren avukat Fabrice DiVsiou, üst mahkemenin 17 Mart’ta vereceği kararı beklerken boş durmuyor. Basın toplantıları ve imza kampanyaları düzenliyor. Özellikle Fransa’da yaşayan göçmenleri ve Türkleri dayanışmaya çağırıyor. DiVsiou ‘‘İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy, Yüksel Arslan’ın sınır dışı edilmesini Türkiye karşıtı siyasetinin simgesi yaptı. Arslan’ı attırarak yakın dönem için siyasi yatırım ve prim yapmak istiyor.’’ Sarkozy Arslan’ı Fransa’dan attırmayı başarırsa Yüksel’in şahsında hepimiz bir üçüncü ceza yemiş olacağız. Hem de kat kat katmerli... Türk ve Türkiye kamuoyunun kayıtsızlığı sağ olsun! Paris’teki hiçbir manken veya türevi ‘‘sanatçı’’nın(!) nişan, nikâh, düğününü kaçırmayan anlı şanlı Türk basını nerede acaba? Türk ve Fransız resmi makamlarını uyarabilmek, statükonun ardına gizlenmeden insan haklarını savunabilmek için bundan daha iyi fırsat olabilir mi? hukum@paris.com Y Faşing kriz dinlemez! merkezi bizim uyanık girişimcilerin tekelinde artık. Öte yandan, her köşede bir kara bıyıklı dönercinin gülümsediği kentte, can sıkıntısı, insanları ister istemez eğlenceye hâlâ daha bir Türk kitapçısının olmayışı da itiyor... Yüzü gülmeyen binlerce insan kimsenin dikkatini çekmiyor... Evet öyle ya da böyle, günübirlik yaşam kesitlerini ilgiyle oraki de olsa alkolün de ateşleyici izlediğim bu şehirde bizim açımızdan en etkisiyle, sokaklarda maskelerle ve çılgın renkli köşe Goethe Caddesi olmalı. Yeşil kostümlerle dans edip coşuyor günlerdir... sermayenin palazlanıp büyüdüğü, o varoş Münih’in merkezi sayılan Marien Meydanı, sarhoşluğun yine doruğuna çıktı. Ancak marketlerde içki satışı kesinlikle (!) yasak, ancak vitrinlerdeki konser afişleri ve sanat faşing balolarının birkaç hafta daha süreceği belli... Şaşırtıcı bir yapaylık sezinleseniz bile, olaylarının üst üsteliği gözden kaçmıyor. Geçen gün verdikleri konserle dikkatleri faşing olayı aslında bir patlamadır, çeken Şef Mesut Somalı yönetimindeki çılgınlıktır. Artık sağda solda, ne Almanya’ya da ulaşan kuş gribinin yarattığı klasik Türk sanat musikisi korosunun başarısı bir tarafa, arabeskçilerin ürküntü ne de hayat pahalılığı ve yeni vergilerle ilgili keyif kaçıran posterleri de başköşede... Bununla MÜNİH beraber çok ciddi kültür ‘‘kriz’’ muhabbetleri yapılıyor. etkinlikleri de yaşanıyor bu Varsa yoksa çılgınca dans eden günlerde... Bunlardan biri ise maskeli karnavalcıların gazetemiz yazarlarından Ümit vurdumduymazlığı, konuşulup yaşanılan!.. Faşing zamanı çok Zileli’nin Türk Halk Derneği’nce düzenlenen Uğur Mumcu’yu şey bir araya gelir nedense... EROL ÖZKAN anma etkinlikleri kapsamındaki Konserler ve sanat olaylarının harika söyleşisi idi! Ve dışarıda kar bini bir para her yerde... Bu atıştıran bir cumartesi gecesinde arada günlerdir Alman basınında gürültü koparan ‘‘Kurtlar Vadisi Irak’’ Münih’te yaşayan bir avuç aydın mutlu oldu... Bu keyifli toplantıda gece yarısı çıkıp filminin yarattığı gerginlik sürüp giderken, da sokakları arşınlamak ise şaşkınlıkları aynı akşam tesadüfen TürkAlman filmleri yaşatır adama... Faşing sarhoşluğunu yaşayan haftasının da açılışı yapıldı Münih’te... bir yığın insan sokakları renklendiriyor Kentin ünlü sineması Matheser’de verilen muhteşem bir kokteyl ve galada Münih sanki... Elinde yarılanmış birasıyla bir cadıya metro girişinde rastlamak ya da zilzurna bir Başkonsolosumuz Abdurrahman Bilgiç de palyaçonun attığı konfetilerle gülmeye hazır bulundu ve şu sıralarda ülkemizde çalışmak, o da olmazsa Drakula gösterime giren ‘‘Dün Gece Bir Rüya kıyafetindeki bir yorgun ‘‘faşing delisi’’nin Gördüm’’ adlı filmin yönetmeni Ulaş Ak ile oyunculardan Pelin Batu ve Arzu Yanardağ’ı yalnızlığını yüzünden okumak hiç de zor değil. Evet kim ne derse desin, Almanlar tebrik etti. Kısacası Münih’te şu sıralarda bir durmadan artan dertlerini ve krizleri Türk filmleri rüzgârıdır esiyor... Sinema unutmuş gözüküp bugünlerde faşing tutkusu hiç değilse karlı pazar günlerinde heyecanını yaşamaktalar... Yüzüne maske binlerce insanı karanlık salonlara çekip, düşlere sürükleyebiliyor... Sinemalar dolup takıp sokağa çıkan çıkana... Ben de geçenlerde yüzüme bir maske uydurup, dolup boşalırken, tiyatro izleyicisi ve konser Marieplatz’daki çılgın kalabalığa karıştım... hastaları ise nereye gideceklerini şaşırmış Elimde yarılanmış bir bira şişesi, kafamda haldeler... Faşing partilerini ise hiç sormayın. sayısız düşler ve ilkyaz günlerinin Üst üste yapılan maskeli baloların birkaçını da bizim Türklerin yaratmasına ne dersiniz? beklentileri... erolozkan66@hotmail.com Şaka filan değil, Münih’te pek çok eğlence lmanya haftalardır faşing ve karnaval heyecanıyla yaşıyor. Güneşe hasret olan A bu ülkede soğuk havaların yarattığı kasvet ve Dış Haberler Servisi Avustralya’nın Sydney kentinde dün yapılan ‘‘29. Gay ve Lezbiyen Mardi Gras’’ yürüyüşüne dünyanın dört bir yanından gelen eşcinseller katıldı. Rengârenk, ilginç kostümlere bürünerek çeşitli kılıklara giren binlerce eşçinselin yürüyüşünü kaldırımlara dizilen 500 bin kişi izledi. Yaklaşık 1 ay süren ve tiyatro, müzik, sinema gibi alanlarda çeşitli etkinliklerin düzenlediği eşcinsel festivalinin sonunda binlerce kişinin katıldığı yürüyüş düzenleniyor. (AFP) Sydney’de cümbüş... Tek kişilik dünyalarda toplu yalnızlık... ‘‘Yalnızlığa dayanırım da bir başınalığa asla Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka Bir dost göz arayışıyla /saat tıkırtısıyla... Korkmam, geçinip gideriz bir mutlulukla, Ama; ‘Günün aydın, akşamın iyi olsun’ diyen biri olmalı Bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda Yoksa Zor değil, hiç zor değil demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya Ama; ‘Çaya kaç şeker alırsın?’ Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...’’ diye yazarken kendini yalnız hisseden yaşlıların, saati 28 Avro’ya, sohbet etmek, beraber dolaşmak yani sosyal ilişki kurmak için ‘‘arkadaş’’ kiralayabileceğini aklının ucundan geçirmiş miydi acaba Can Yücel? ‘‘Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler’’ derken Orhan Veli ‘‘Yalnızlık Şiiri’’nde, yalnızlığın saati 28 Avro’ya giderilebileceğini biliyor muydu dersiniz? Chat ile ‘‘yapay’’ yalnızlığını gidermek, paralı seks hatlarından muhabbet satın almak, genelevlerden ve telekızlardan aşk ödünç almak derken, insanlık şimdi de ‘‘kiralık arkadaşı’’ piyasaya sürdü. Belçika’daki Türkçe bir yayın organı için yarattığım ‘‘Evrimini tamamlayamayıp magandalıkla delikanlılık arasında kalmış, harbi yazar Haydar Abi’’ tiplemesi ‘‘Ben böyle medeniyetin...’’ başlığı altında bu gelişmeyi yorumlayınca bana da pazar yazısı fikri vermiş oldu. Bakın neler yazmış Haydar Abi, ‘‘Delikanlı adamın köşesi light’lar ve yumuşaklar okumasın!’’ diye uyardığı köşesinde: ‘‘Hollanda’da kendini yalnız hisseden yaşlılar, Brabant kentinde DGM Yaşlılara Hizmet Servisi adıyla açılan şirketten saati 28 Avro’ya, sohbet etmek, beraber dolaşmak, yani sosyal ilişki kurmak için ‘arkadaş’ kiralayabileceklermiş. Bak sen şu medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarın işine. Medeniyetin kalbi de kalmamış birader. Sadece parası olan yararlanmasın, madem yapıyorsunuz bu işi, adam gibi yapın. Bu hizmet için verilen para ‘sosyal terapi’ masrafı olarak sağlık sigortasından çekilebilsin. Parası olmayan yalnızlara Haydar Abi’niz kucağını açıyor. Gelin istediğiniz kadar sohbet edelim. Kahvede iki el de okey atarız. Bu hizmetim bedava, çaylarınız da Haydar Abi’nizden!’’ Modern yaşamın kent insanına biçtiği en önemli giysi bireysellik. Büyük kent yaşamının neden olduğu yalnızlık, çağdaş kent yaşamında hızlı değişimin akışına kapılmış ve köşeye sıkıştırılmış, tek yüreği bile kalmamış canavar, medeniyet! Şirketin müdürü, günümüzde çoğu yaşlının, çocukları ve yakınları olmasına karşın, günlük iş yaşamının getirdiği yoğunluk nedeniyle sosyal ilişki kuramama ve ilgi görememe sıkıntısı içinde bulunduğunu belirterek, bu yönde ortaya çıkan talebi karşılayabilmek üzere bu kuruluşu hayata geçirdiklerini söylüyor. ‘‘Sosyal ilişkinin satılık olmasının yadırganmadığını’’ dile getiriyor. İş çıkışı yapacak başka bir şeyi olmadığı için fazla çalıştığını söyleyen Belçikalı iş arkadaşımın 2 kedisiyle paylaştığı yalnızlığı geliyor aklıma. 2004 yılında AB’nin başkenti Brüksel’de Güney İstasyonu’nda kimsesiz, yapayalnız ölen ve nisan ayında can vermesine karşın cesedi haziranda bulunan kimliği belirlenemeyen yaşlı bir Belçikalı ve ondan birkaç hafta sonra aynı koşullarda 76 yaşında ölen Ernest Picard’ı anımsıyorum. Oradan geçen birisi tarafından görülmeseler, kimse onları aramayacak ve yoklukları fark edilmeyecekti. Evinde yapayalnız ölen, gelen kokular nedeniyle komşularının polise haber vermesi üzerine günler sonra öldüğü anlaşılan yaşlı yalnızlar artık Batı’da sıradan olaylardan sayılır hale geldi. İnsanlarda bulamadığı dostluğu, kedi ve köpeklerin yoldaşlığında arayan, yalnızlığını hayvanlarla paylaşan insanların sayısı her geçen gün artıyor. Fastfood yaşamın dayattığı ‘‘paylaşılamayan’’ yalnızlık insanları bunalıma itiyor. Belçikalı erkeklerin yüzde 15’i, Belçikalı kadınların yüzde 20’si hayatının bir döneminde depresyonla karşılaşıyor. (Terapi de bir tür muhabbet kiralama aslında!) Bu konularda Belçika’dan pek de farkı olmayan Hollanda’da ‘‘sosyal ilişkinin satılık olmasının yadırganmamasını’’ anlıyorum. İnsanlık, tarihinde hiç olmadığı kadar yalnız tek kişilik dünyalarda. Ancak küresel sistemin bizi ‘‘tüketiciler yığını’’ yapan istemlerini yerine getirirken yalnız değiliz. Aynı şarkı, aynı film, aynı tatil biçimi, aynı güzellik anlayışı... Herkes sistemin gösterdiği mutluluk biçimlerine yöneliyor. Birbirinin kopyası programlar ve yayınlar, birbirinin kopyası tekdüze insanlar yaratıyor. Birbirine benzeyen ama yalnız insanlar. erdincutku@binfikir.be BRÜKSEL ERDİNÇ UTKU gökdelenlerin yapay ikliminde yaşayan insanlar, kitle iletişim araçlarının sürekli geliştiği günümüz toplumunda had safhaya varan iletişimsizlik ve iki insan arasındaki ilişkinin imkânsızlığı bazı girişimcilerin ağzını sulandırmış. Başkasının yalnızlığını bile iş fırsatı olarak değerlendiriyor CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle