11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 14 MART 2006 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Bir Kıbrıs Verelim, Yetmedi İki Kıbrıs Daha!.. Atatürk boşuna söylememiş: ‘‘... Sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki: Bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın!’’ PENCERE Sağduyuya Gereksinme Her Zamankinden Çok... Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu’nun Mustafa Balbay’la yaptığı konuşma dünkü Cumhuriyet’te yayımlandı... Okurken altını çizdiğim kimi satırları bir kez daha birlikte okuyalım... ? Ortaçağda kalması gereken dinler arası kavga, gerilim, birbirini rakip görme, birbirini yok etme mücadelesi ve Haçlı Seferleri zihniyeti artık bu çağda sona ermeli... 11 Eylül’den sonra, Madrid, Londra olaylarından sonra Batı’da güvenlik kaygısıyla, öteden beri derinden gelen İslam karşıtlığı birleşti. Batı’nın adam etmeci, üstten bakan tavrının ve uluslararası stratejileri, uzun vadeli çıkar hesaplarının ürünü olarak birkaç şey var. Ortadoğu ve İslam dünyasına uzanan eller ve onun üzerinde cereyan eden planlamalar, hesaplamalar hiç eksik olmadı. Bu anlamda Batı’yı eleştirdik, ama, şu anda İslam dünyasının da ruh hali bozulmuş durumda. ‘Radikal İslamIlımlı İslam’ gibi tabirleri doğru bulmuyoruz. İslam tek bir dindir. İslamı siyasi bir rejim olarak algılama ve tanıtma çabaları doğru değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak Cumhuriyetin temel ilkelerine, laikliğe, Atatürkçülüğe bağlıyız. Sırtında sarık, cüppe veya üzerinde din bilginliği olduğu sürece din adamlarının aktif siyaset alanında uluorta tartışmalara girmelerini doğru bulmuyorum. Ulusal ve uluslararası siyasetin dışında kaldık, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ gibi uluslararası projelerin ucundan kenarından hiçbir zaman bir yerinde yer almadık, almayız da. Biz siyasete girmeyelim. Siyaset bizim dışımızda cereyan etsin. Siyasetçiler, devletin diğer birimlerini din alanında yönlendirmesinler ve açıklama yapmasınlar. Böylece laikliği korumuş oluruz. ? Bu zamanda Diyanet İşleri’nin başında Profesör Ali Bardakoğlu gibi çaplı düşünebilen bir sağduyu sahibinin bulunması talih sayılmalıdır... Çünkü din diyanet edebiyatı ve politikası yalnız Türkiye’de değil, çoğu yerde çığrından çıkmış gibi görünüyor... Bir yanda Batı’daki Aydınlanma sürecini yaşayamamış bir geri İslam coğrafyası var... Öte yanda inanılmaz hırsı nedeniyle gözünü kan bürümüş emperyalizmin patronajı var... 1923’te laik Cumhuriyetini kurmuş bulunan Türkiye iki arada bir derede kalmıştır... Akla, bilime, sağduyuya, saf inanca her zamankinden daha muhtaç bir Türkiye’de yaşıyoruz... Bir buçuk milyarlık İslam dünyasında tek laik devlet olan Türkiye, kendisini 21. yüzyılda yaşanan bu kıyamette koruyabilirse, bütün insanlık için bir deniz feneri işlevi görebilir. Belleksiz Bir Toplum! Yaşadıklarımızı kolayca unutuyoruz! Bakıyorum, koskoca insanlar bile yakın geçmişin olaylarını, kişilerini, politikacılarını anımsamakta güçlük çekiyorlar... Yarışmalarda sık sık görülen bir durum bu. Hekimdi, öğretmendi, işadamıydı, öğenciydi, mimardı, mühendisti... Çıkmış bilgi yarışmasına, sorulanları yanıtlamakta güçlük çekiyor! Yakın tarih, edebiyat, sanat, kültürle ilgili sorularda tam bir bozgun! İnsan şaşırıyor, bu insanlar nasıl lise bitirmiş, çoğu yükseköğrenimli de üstelik!.. Anlaşılan şu, ilkokulda öğretilen en açık bilgiler bile unutulmuş mu? Kişiler dalıp gitmişler yaşam savaşına, geçim derdine diyeceksiniz. Ama bir gündelik gazete bile okumazlar mı? Ayda yılda bir kitap almazlar mı? Hiç değilse TV’nin bilgi veren programlarını da izlemezler mi? ??? Hep yazmışımdır! Nurullah Ataç bir Fransızla karşılaşmış. Ordan burdan konuşurken, sıra edebiyata gelmiş. Nurullah Bey bir de bakmış, Fransız, ülkesinin edebiyatını, ünlü yazarlarını, çağdaş şairlerini bilebilmekte, dizeler mırıldanabilmekte... Sormuş, ‘‘Siz edebiyatçı mısınız?’’, ‘‘Hayır’’ demiş Fransız, ‘‘ben mühendisim. Ama lise bitirme sınavı verdim. Bütün bunları lisede öğrendim, okudum.’’ ??? Kimileri de gösteriş olsun diye, gençlik yıllarında ezberledikleri birkaç dizeyi, bu bir iki beylik şiiri okur... O kadar, ama arkası gelmez! Aradan kırk elli yıl geçmiş, belleğinde hep o birkaç şiir parçası! ‘‘Kültür’’ diye bir konu açtınızsa birkaç cümlede biter aydın diye sandıklarımızın dağarcığı... Bilgi yok, bellek yok!.. Son otuz kırk yılda toplum olarak neler yapmışız, neler görmüşüz, duymuşuz, okumuşuz... Nice sınavlardan geçmişiz. Nice acılar yaşanmış. Nice tatsız olay!.. Öyleleri var ki belleğinizden istediğiniz kadar silmeye çalışın, boştur! Kapkara birer hayalet gibi durur, sık sık bilinçaltı sularının üstüne tırmanırlar... ??? Geçenlerde Muğla Üniversitesi’nde ilginç bir toplantı yapıldı, TV’lerde izledik. 12 Eylül darbesinin baş kahramanı Kenan Evren’e sorular yöneltildi, o da tam bir dinginlik içinde hepsini yanıtladı. Yürekliliğine şaştım! İşkence diyorlar, evet oldu, diyor, her yerde yapılıyor, işte Irak, işte Amerika, diyor... Bir daha yapmak gerekirse yaparım, diyor... Elim titremeden onca insanın idamını imzaladım, diyor. Atatürk’ün vasiyetine bir şey yapmadım, işte Dil ve Tarih Kurumları duruyor, diyor. Bir de bu kurumlarda görev yapanları suçlamaktan da kaçınmıyor! Büyük bir öğrenci kalabalığı var, önde de öğretim üyeleri... Ama sorular oldukça yavan, tam bir bilgisizlik, umarsızlık örnekleri... Haydi, genç çocuklar iyi bilmiyorlar, o günleri yaşamamışlar. Ama babalarından, ağabeylerinden bir şeyler duymamışlar mı, hiç gazete kitap da okumamışlar mı? ??? Bilgi yok, bellek, o da yok! Zaten bilgi olmazsa bellek ne yapsın? Belleksiz bir toplumu anlatmak istemiştim, ama bilgisiz bir toplum demek çok daha doğru... Sevgili Uğur Mumcu ne demişti: ‘‘Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.’’ Okumuyoruz, bilmiyoruz, ama bilir gibi yapıyoruz! Bütün yanlışlıklar bu yüzden! Aydemir CEYLAN Emekli Vali B u günlerde Türkiye’de hemen herkesin kafası karışık! İki kişi bir araya geldi mi şu soruya yanıt arıyorlar: ‘‘Her gün inanılmaz haberlerle karşılaşıyoruz, ülkemiz nereye gidiyor?’’ İşte, her yurtseverin nutkunu tutup, midesine kramp sokacak yüzlercesinden iki seçme haber: 4 Mart Cumartesi günlü Cumhuriyet’te Işık Kansu ‘‘AKP hükümeti sınırları da özelleştiriyor’’ başlığı altında şu haberi vermiş: ‘‘Maliye Bakanlığı, Türkiye’nin Güneydoğu sınırını mayından temizleyen şirketlere, 178 bin kilometrekarelik toprağı 49 yıllığına devredecek. Türk Silahlı Kuvvetleri, 2 yıl içinde 35 milyon dolarlık bir ek kaynak tahsisiyle mayınları temizleyebileceğini bildirmesine karşın Maliye Bakanlığı ‘‘kaynak bulunamadığı’’ gerekçesiyle yapişletdevret yöntemini uygun buldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a ‘‘İki Kıbrıs büyüklüğündeki vatan toprağını yarım yüzyıllığına yabancılara kapattırıyorsunuz. Bir insan kendi ülkesine bu kadar kötülük yapar mı? Siz bu memleketin evladı değil misiniz’’ sorusunu yöneltti... Güneydoğuda görev yaptım, o toprakları bilirim, öylesine bitektir ki.. Üstelik mayından temizlenecek arazi onlarca yıldır işlenmedi, sulu ziraata açıldığında baston dikseniz yeşerir, iki değil üç beş Kıbrıs eder. AB’ye, IMF’ye yaranacağız, buyruklarını yerine getireceğiz derken yoktan var ettiğimiz ulusal birikimlerimizi, vatan topraklarını yok bahasına el âleme satmaya yeltenmenin âlemi var mı? Işık Kansu’yu haberi, Onur Öymen’i bu yurtsever çıkışı nedeniyle kutlamak gerek. Yumurtacılardan(!) vergi indirimini esirgemezken Silahlı Kuvvetlerimizden 35 milyon doları esirgeyen Maliye Bakanı’na diyecek sözümüz yok, Öymen diyeceğini demiş zaten.. Yine 4 Mart Cumartesi günlü Cumhuriyet’te, Ali Sirmen, ‘‘Geçen gün Kenan Evren’i televizyon ekranlarında ‘Genç Bakış’ın ihtiyar konuğu olarak görünce..’’ dedikten sonra yazısının devamında, yalnız ‘‘12 Eylül’ün mimarı’’ için değil, aymazlık içindeki kimi siyasetçilerimiz ve ‘‘Ülkemiz nereye gidiyor’’ sorusuna yanıt arayan yurttaşlarımızın da ufkunu açacak şu saptamaları yapmış: ‘‘Bilelim ki, 11 Eylül 1980’in koşulları bir araya geldiğinde mutlaka 12 Eylüller olur. Unutmayalım ki Türkiye’deki bütün askeri darbelerin sivil sorumluluğu, asgari askeri sorumluluğu kadar, hatta belki de daha fazladır. Bu durumda faturayı Kenan Evren’e çıkarmamızın bir anlamı yok, bütün kötülüklerin ve musibetlerin sorumlusu Kenan Bey değildi. Washington’dan ‘Bizim çocuklar bu işi yaptılar’ diyenlerin çocukları arasında birinci sırada olan hep önde görünen, aslında ne olup bittiğinin bile farkında olmayan biriydi Kenan Evren. Acaba Kenan Bey artık bunun farkında mı? Kenan Bey, bütün siyasal yaşamı kilitleyip politika alanını tarikatların sultasına açar, Necmettin Erbakan’ın rüyasında bile görmeye cüret edemeyeceği anayasa değişikliklerini yaparken Türkiye’de şeriatçı iktidarın yolunu açan kişi olduğunun farkında mıydı? Açıklamalarına bakılırsa, değil gibi gözüküyor. Aradan geçen çeyrek yüzyıldan sonra, Kenan Bey hâlâ olayın neresinde yer aldığının ayırtına varmış görünmüyor. Kamuoyunda çok kişi, darbenin rütbe sırasına göre en önde olan kişilerine takılıp kaldı, arkadaki beyinleri göremedi. Oysa 12 Eylül darbesi, çok ustaca kotarılmış, Türkiye’de birçok geriye dönülmesi olanaksız değişimi hazırlamıştır...’’ Tanrım, kimler gelip geçiyor başımızdan; böylesine siyasetçi, böylesine devlet, daha doğru bir deyimle devlet adamlarını hak ediyor muyuz? Dünyanın hangi ülkesinde bizdeki kadar devlet parasını iç etmekten, görevini kötüye kullanmaktan, anayasayı rafa kaldırmaktan yargılanmış, hüküm giymiş başbakan, bakan var! Giydiler de ne oldu? Parlamentomuzun çıkardığı yasalarla kimini evinde istirahata mecbur ettik, kimilerininkini erteledik, kimilerinin de davasını karar aşamasında zamanaşımına uğrattık. Yargılanmamaları için kendi dönemlerinde yapılan anayasaya hüküm koyduran devlet adamlarımız oldu! Kimileri için de ileriki günlerin neler getireceği belli değil... Atatürk boşuna söylememiş: ‘‘... Sırası gelmişken, saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki: Bağrında yetiştirerek, başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın!’’ Atatürk bu öğüdü yurttaşlarımıza yaptığına göre, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu sarmaldan hepimiz sorumluyuz. Okumadan, bilmeden, araştırıp sormadan, hepsinden önemlisi elimizi taşın altına sokmadan birilerine biat etmeyi çok seviyoruz. Sonra da Atatürk gibi bir önder gelsin Türkiye’yi, bizi onlardan kurtarsın istiyoruz. Utkuyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşımızdan sonra uğradığı hezimeti görüp istifa eden İngiltere Başbakanı D. L ’Loyd George ‘‘Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihimize bakın ki o büyük dâhi çağımızda Türk ulusuna nasip oldu’’ dediğine göre elimiz böğrümüzde ‘‘Bir Atatürk çıkıp gelsin’’ diye bekleyecek miyiz? İsa Peygamber’i geri döndürmeye uğraşanların durumuna düşmez miyiz? Söz önderden açılmışken; seçimle işbaşına gelip, siyasi partiler ve seçim yasalarının arkasına sığınıp partisini kendi adıyla anılır duruma getiren genel başkanlara ‘‘falan parti, filan parti lideri’’ demekten, kavram karmaşası yaratmaktan vazgeçelim! Önder, önderlik farklı bir olay. İngilizceden dilimize aktarılan leader (lider), leadership (liderlik) sözcüklerini yıllardır çoğu kez yanlış kullanıyoruz. Farklı anlamlara, algılamalara neden oluyoruz. Toplumda lider yaratmak isteyenlerle önderlik özlemi içerisinde olan ya da bir partinin, bir grubun ve toplumun lideri olduğunu kendine yakıştıranlara bu yüzden sıkça rastlıyoruz. Zekâ, seziş kudreti, yaratıcılık, hatta fiziki görünüm gibi doğuştan gelen özellikler ile eğitim ve deneyim üstünlüğü önderlik için önemli niteliklerdir. Ancak yeterli midir? Hayır. Önder kavramının içinde bugüne değin yönetim bilimcilerince pek değinilmeyen bir başka boyut daha vardır. Korkusuzluk, korkunun üstüne gitmek ve bedel ödemeye hazır olmak. Olağanüstü sıkıntıların içinden yoğrula yoğrula, sınana sınana, halkıyla bütünleşerek amaçlanan doğru hedeflere ulaşanlara tanımıştır toplumsal önderlik işlevini, önder olma hakkını insanlık. Atatürk’ün sözleriyle ‘‘Önder olacakların, her ne olursa olsun tutulan yoldan dönmemeye, yurtta barınabilecekleri son noktada, son nefeslerini verinceye değin amaç uğrunda özveriyi sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir.’’ Bu niteliklere sahip bir parti genel başkanı varsa hep birlikte peşinden gidelim! Eğer yoksa, ‘‘N’olacak bu ülkenin hali’’ diye oturup, dövünmenin, kendi üzerimize düşeni yerine getirmeden, sadece başkalarını eleştirerek tedirgin, güvensiz beklemenin âlemi de yok. ‘‘AKP gitsin’’ demekle de olmuyor. Gitsin, gitsin de nasıl gidecek, kimi anketler ortada. Bölük, pörçük partiler ve gruplarla iktidar ve koltuk kavgası yapanlara halk dudak büküyor. Ülke için doğruyu gösteren, savunan yurtseverlerin de önü kesik. Siyasi parti ve seçim yasaları değişmedikçe, partilerin iç yönetimleri demokratikleşmedikçe işimiz zor. O da yetmez, dağdaki çoban bile, ülke sorunların çözmek için hangi şeffaf, somut, tutarlı, kaynağı belli, ulusalcı, halktan yana programın uygulanacağını bilmek istiyor. AKP’nin geldiği gibi gitmesi için bunlar şart. Son sözümüz demokratik kitle örgütlerine; hiçbir siyasi partinin arka bahçesi olmadan, toparlayıcı, bütünleştirici, siyasi partilere yol gösterici baskı grubu olmak gibi ağır bir sorumluluk taşıdığınız dönemden geçiyorsunuz. Toplumsal önderliğin gereğini yapmak, siyasi parti ve onların genel başkanlarına olduğu kadar size de düşüyor. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle