18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 ŞUBAT 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Görev Kimin?.. Hüseyin AKBULUT Kültür Bakanlığı E. Müsteşar Yrd. nsanlık tarihindeki köklü dönüşümler, ifadesini öncelikle bilim ve sanatta bulmuştur. Bu anlayışla, 1923 Aydınlanma Devrimi’nde Anadolu’da bilim ve sanat alanında atılan adımlar şaşırtıcı değildir. Çağdaş anlayışla kurulmaya çalışılan konservatuvar, yeniden oluşturulan orkestra, kurumsallaşan tiyatro, opera ve bale, müzik ve resim sanatında yetiştirilmek amacıyla yurtdışına gönderilen ilk öğrenciler, ders programlarında yapılan yeni düzenlemeler, Halkevleri, enstitüler, dil, kültür ve tarih alanındaki ısrarlı çalışmalarda amaç her zaman aynıdır. İnsan... Bilinmektedir ki onun duygu ve düşünce dünyasını geliştirmedikçe diğer alanlarda başarı olanaksızdır. Cumhuriyetin kuruluşundaki bu rasyonel düşünce, zamanla başlangıçtaki hızını kaybetti, giderek siyaset dünyamızda yaşananlarla birlikte kazanımlar; karşıdevrim sürecinde güdükleştirildi, yok oluşa sürüklendi. 24 Ocak 2006 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanan okur mektubu, gelinen noktaya açıklamalar getiriyor. Ankara Devlet Konservatuvarı öğrencisi, mektubunda özetle ‘‘İcracı müzik kurumlarımızın yalnızca iki elimizin parmakları kadar olduğunu, yeni bir kurumun açılmadığını, verilmeyen yeni kadrolar ve 10 yılda bir açılan sınavlar nedeniyle konservatuvar mezunlarının iş bulamadıklarını belirtiyor, AKP iktidarının bu kurumların kapanmasını istediğinden’’ söz ederek yaşanan sürece ilişkin kaygılarını dile getiriyordu. Yaşanan tıkanıklık nedeniyle bu okullara başvurular da çok azalmakta, sonuçta kaynak da kurutulmaktaydı. Mektup beni yakın geçmişe, 1998 yılında gerçekleştirilen, tarihsel değerde bir projeye götürdü. Sorumluluk sahipleri projeye sahip çıksalar, satırlardaki kaygılar da olmayacaktı. 19952000 yılları arasında Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü görevini üstlendiğimiz dönemde sanat yaşamımız için çok önem Kasımpaşa Neresi mi? Kasımpaşa, Kasımpaşalı sözleri, suçlamaları, övgüleri, yergileri bir türlü gündemden düşmüyor. Son olarak Başbakan Tayyip Bey’in bir vatandaşa ‘‘Ulan’’, ‘‘Ananı al da git’’ çıkışması ülke çapında ‘‘Kasımpaşalılığı’’ yaygınlaştırdı. Hele bir de ‘‘Serde Kasımpaşalılık var’’ demesi bütün dikkatleri İstanbul’un tarihsel bir mahallesi olan Kasımpaşa’ya çekti! Önce ansiklopediyi açtım, Kasımpaşa için neler yazılmış, okudum: ‘‘İstanbul’un Avrupa yakasında, Haliç’in kuzey kıyısında semt. Beyoğlu ile Hasköy arasında büyük bir alanı kapsar. Adını Kanuni Süleyman’ın vezirlerinden Güzelce Kasım Paşa’dan almıştır. O dönemde semt, Mimar Sinan’ın yapılarıyla donandı, Kasımpaşa Camisi, Hasan Çelebi, Yahyatül Huda, Memleket Huda mescitleri... Osmanlı döneminden başlayarak Türk gemi yapımcılığında önemli yeri olan Haliç Tersanesi’yle, Taşkızak Tersanesi, ayrıca Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Kasımpaşa Deniz Hastanesi, gemi inşaat meslek lisesi bu semttedir. Bir dönemde İstanbul’un en ünlü kabadayıları buradan yetişmiştir.’’ Kasımpaşa’ya Kasımpaşalılara fazlaca kıyıyoruz! İstanbul’un herhangi bir mahallesi işte! Samatya gibi, Karagümrük gibi, Tatavla gibi, Kurtuluş gibi bir yer burası da!.. İstanbul’un her köşesi binbir tarihsel değer taşır. İyisi ile kötüsü hepsi ile bizimdir. Ama durmaksızın Kasımpaşa’yı hiç de güzel olmayan tanımlamalarla her gün gazetelerde, her akşam TV’lerde anmak hiç de hoş değil! Bir İstanbul insanı olarak bu yanlış tutuma karşı çıkmak istiyorum. Kasımpaşalılık önce ne demektir? Orada doğmuş olmak, orada yetişmiş, bu yörenin gelenek ve görenekleriyle büyümüş olmak mı? Yoksa, tarihte ün salmış kabadayılarına benzemeye, onlar gibi İstanbul’u haraca kesenlere yakışmaya çalışmak mı? Boşuna değildir kimi yerlerin ün kazanması. Kiminde, yetiştirdiği ürünlerdir, Langa bostanları, Arnavutköy çileği, Vefa’nın bozası.. Beylerbeyi’nin efendiliği, Çengelköy’ün sebzeleri, Emirgân’ın kahvesi vb... Kasımpaşa’nın ünü de yetiştirdiği kabadayılardan geliyor diye yazmış ansiklopedi! Ama eski günlerdeymiş... İstanbul’un ‘‘On İkililer’’ diye anılan kabadayıları içinde Kasımpaşalı da var mıydı bilmem! Ama tarih sayfalarına kabadayılar yetiştiren bir semt diye girdiğine göre kazandığı ün boşuna olmamalı... Kasımpaşa son yıllarda türlü vurgun ve kapkaç olaylarıyla anılır olmuştu. Ünlü sanatçılarımızın arabalarına saldırarak çantalarını alıp kaçanlar, karanlıkta yol kesenler... Hele akşam saatlerinde sokakta dolaşmak bile çekinilir hale gelmişti. Kasımpaşa’da yetişmiş Tayyip Bey kendini bir yeni dönem kabadayısı sanarak ‘‘Serde Kasımpaşalılık var’’ diye övünse de.. ben yine de Kasımpaşalı hemşerilerimin böyle anılmayı hak etmediği düşüncesindeyim. İ li bir proje gerçekleştirildi. Proje yaşama geçerse, Türkiyemizin bu alandaki sanatsal varlığı iki katına çıkacak, sanatın yedi coğrafi bölgeye dağılımı da sağlanacaktı. Samsun, Antalya, Sıvas, Gaziantep ve Van illerine 5 yeni opera ve bale müdürlüğü kurulacaktı. Kurulacak yeni kurumlarla, bölgedeki kentlerimizde senfonik orkestra, çoksesli koro, şan solistleri, bale sanatçıları, ressamlar, yaratıcı kadrolar oluşacak, sanatın önemli alanları taşınmış olacaktı. Daha da önemlisi oluşacak yeni sanatçı kadrolarıyla okullar ve konservatuvarlar kurulacak, o bölgede yaşayan insanların sanatsal eğitimlerine büyük olanaklar getirilecekti. Projenin gerçekleşmesi zordu. Kültür Bakanlığı, Başbakanlık, Maliye Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı’nın onayları ile Bakanlar Kurulu’nun kararı alınmalı, kadro ihdası yapılmalıydı. Dahası proje sanat’la ilgiliydi. Olmasa da olurdu (!) Sürekli değişen hükümetler nedeniyle onay yazıları yenileniyor, Başbakanlık veya planlamadan geri dönüyordu. Sürecin, birlikte çalıştığım 9 Kültür Bakanı’nın görev süresini kapsadığını söylersem çalışmadaki güçlük daha da anlaşılır. Yoğun çalışma, ancak 3 yılda sonuçlandı. Dönemin bakanları, İstemihan Talay, Hikmet Sami Türk ve Zekeriya Temizel’in verdikleri destekleri belirtmeliyim. Yeni müdürlüklerin açılmasını sağlayan Bakanlar Kurulu kararı 2 Şubat 1998 günkü Resmi Gazete’de yayımlandı. Açılacak yeni operalar için 775 sanatçı, 140 memur kadrosu tahsis edildi. 5 yeni opera ve bale müdürlüğünün kurulma kararı basında ‘‘Türk Müzik İnkılabı Yeniden Filizleniyor’’ başlıklarıyla yer aldı. Attığımız ilk adım, 5 Nisan 1999 yılında kuruluşunu gerçekleştirdiğimiz Antalya Opera ve Balesi oldu. O günkü coşkuyu hiç unutmayacağım. Antalya Opera ve Balesi’nin açılış konserini de iz leyen Ahmet Taner Kışlalı Cumhuriyet gazetesindeki yazısında yaşanan coşkuyu yansıtıyor, ‘‘Salondan ayrılırken, içimden bir dilek tuttum... Van Operası’nın açılışında da bulunabilmek dileğini...’’ sözcükleriyle özlemini de dile getiriyordu. 1949’daki kuruluşundan o güne kadar ancak 4 kentimizde opera ve bale birimi kurulabilen Türkiye’nin 1999 yılında bir defada, yeni 5 opera ve bale müdürlüğü kurma kararı alabilmesi tarihsel değerdedir. Devrimdir. Şimdi düşünelim. Yaşadığımız süreçte toplumu çağın gerisine sürükleme çalışmaları hız kazanırken, insanımızı sanatla aydınlatmada bize büyük olanak sağlayan bu projeyi tamamlamak gerekmez mi? Görev kimin? Daha da açalım. Doğu ve Güneydoğu bölgelerimize de ışık taşıyacak sanat kurumlarını, yasal güvenceye kavuşmuş yeni müdürlükleri kim açacak? Dahası bunları açma gereksinimi duyuyor muyuz? Yoksa içimizi acıtan o düşünceyle (!) ‘‘Olanlar bize yeter, diğer kentlerimizde yaşayan, vergilerini veren insanlarımızın sanata gereksinimi yok, zaten onların gözleri, kulakları, duyguları da yok’’ diye mi düşünüyoruz? Düşünmek gerekir. Van’da, Sıvas’ta bu kurumları kurabilseydik, bu kentlerimizde ortaçağa özgü acı olaylar yaşanır mıydı? Sanat kurumlarını açmayı siyasetçiler düşünmezler. Kültür Bakanlığı’nı kapatan, kültür ve sanatı merkezi hükümetin sorumluluk alanından çıkartan, bu alanları yerelleştirmeye çalışan, İslami mahalli kültürü esas alan AKP iktidarından bunu beklememiz ise hiç düşünülemez. Görev sanatçılarındır. Sanat kurumlarımızın yöneticileri kendilerini, ülkemizde sanat alanının yeşermesinin ve yaygınlaşmasının birinci derecede sorumlusu olarak görmelidirler. Kurum yasaları da onlara bunu görev haline getiriyor. Dahası bunlar yapılır, büyük emeklerle kurulma kararı çıkartılan Samsun, Gaziantep, Sıvas, Van opera ve bale müdürlüklerinden bir bölümü açılabilirse, Türkiye aydınlanacak, yaşanan tıkanıklık aşılacaktır. Kurumlarımızın yöneticileri ise kendilerini çağdaş yaşama ve sanata karşı bugünkü siyasal iktidarın bürokratları olma görünümünden kurtarabileceklerdir. PENCERE Ümmetçilik mi, Milliyetçilik mi?.. Ötede beride, gazetede televizyonda, köşe yazısında açık oturumda fena halde konuşulmaya, tartışılmaya, yazılmaya, çizilmeye başlandı... Sorunumuz ne?.. Ulusalcılık!.. Ya da ulusçuluk.. Bu sözcükleri beğenemediniz mi?.. Milliyetçilik!.. Derdimiz ne?.. Dediklerine göre ulusalcılık ya da milliyetçilik Anadolu’da yükseliyormuş.. Ve korkuyorlar... ? Korkalım mı?.. Korkmadan önce burnumuzun dibindeki Irak’a bir göz atalım; komşumuzda dincilik yüzünden halk çoğunluğu iki şak: Sünniler.. Şiiler.. Irak’ta ulusçuluk bilinci yükselse, işgalciye karşı direniş ikiye katlanacak... Ama Arap’ta ulusçuluğu ara ki bulasın!.. Peki, Arap’ta ulusçuluk neden yok da dincilik var?.. Milliyetçilik niçin yok da ümmetçilik geçerli?.. Çünkü Arap ‘‘Aydınlanmamış’’!.. ? ‘‘Aydınlanma Devrimi’’nin beşiği Fransa’da 1789 İhtilali nur topu gibi yavrular doğurdu: Laiklik.. İnsan hakları.. Demokrasi.. Liberalizm.. Vatan.. Ulusçuluk.. Fransız ‘‘Ben Fransızım’’ diyemeden, Hıristiyanlığın aşıladığı ‘‘ümmet’’ fikrini aşıp kilise egemenliğini yıkarak laikliğe erişemeden ne demokrasiye kavuşabilecekti; ne de ‘‘kul’’ değil, birey, kişi, yurttaş olduğunun bilincine varabilecekti... Ulusçuluk, Aydınlanma Devrimi’nin doğal üretimidir. ? ‘‘Ulusal’’dan zinhar korkmayın!.. Laik Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu?.. Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla!.. Varoluşumuzun kökenindeki ‘‘ulusal’’ (milli) sözcüğünden ve kavramından neden korkacakmışız? Nedir bu telaş?.. Nedir bu ürkü?.. Ortaçağı vurgulayan ümmetçiliği devletin tepesine oturtmayı siyasetlerinin ideolojisi yapanlar ulusalcılıktan elbette hoşlanmazlar, çekinirler, ürkerler; çünkü onlar Aydınlanma’ya karşıdırlar. ? Kutsal İslamı dinciliğe dönüştürmek ne denli ilkellikse; bireye, insana, yurttaşa dönük Türk ulusalcılığını faşizme dönüştürmek de o denli kötüdür... Ama ülkeyi dış destekler ve dayatmalarla İslamcı (dinci) devlet modeline oturtmak isteyen AKP iktidarına karşı demokratik direnişin ulusalcı birlikte seçenek yaratması ‘‘eşyanın tabiatı’’ gereği değil mi!.. Not, Amaç Değildir... Necdet TEZCAN ocuklarımız, başarı durumunun yansıtıldığı, adına karne denen belgelerini aldılar. Kimi sevindi, çünkü burcu burcu başarı kokuyordu karne. Bir kısmı üzüldü, çünkü başarısızlıkları su yüzüne çıkmış, gözler önüne dökülmüştü. Meslek yaşantımda hep savundum, yine de savunurum: Bana göre not, amaç değil sonuçtur. Ya da öyle olmalı, öyle yorumlanmalıdır. Not ve dolayısıyla karne, başarımızın ya da başarısızlığımızın doğal göstergesidir; göstergesi olmalıdır bu nedenle. Ç Hemen belirtmeliyim ki, başarı ya da başarısızlık yalnız tek başına öğrencinin değil, öğrenciyle birlikte okulun, ailenin ve çevresinin ortak ürünüdür. Çünkü eğer çocuk ya da gencin doğuştan getirdiği bazı noksanlıklar yoksa bu öğrencinin başarılı olması gerekir. Başaramıyorsa başka sorunlar var demektir. Bu sorunlar genellikle ‘‘biz’’ kaynaklıdır. Eğitimciler olsun, veliler olsun, suçu hep çocuğa atarız biz. Bize göre ‘‘öğrenci çalışmıyor’’dur. Ama neden çalışmıyor? Sanırım sorun burada odaklanmakta. Bu da önemli bir araştırma, inceleme konusu. Bu noktada rehberlik merkezlerine çok iş düşmekte, çünkü sorunun nedenlerini bilmeden çözüm üretilemez. Üretilse bile temelsiz olur. Davranış bilimleri bunu böyle söyler çünkü. İşin daha derinlerine inilirse verilen notun ne ölçüde gerçek, objektif (tarafsız) olup olmadığı devreye girer. Sorulan sınav ya da yoklama sorularının açığa çıkarmak isteği şeyin ne olduğunu iyi bilmek ve ölçmek önem kazanır. Ezberciliğe dayanan sorular yerine, işlevsel bilgiyi ölçebilen sorular... Çünkü tüm eğitim bilimleri, ezberlemenin öğrenme olduğunu vurgular. Öğrencinin öğrenmeyi sevmesi, okulu sevmesi, öğretmenini ve dersleri sevmesi, daha doğrusu sevdirilmesi bile başarıyı olumlu yönde etkileyecektir. Ama ellialtmış kişilik sınıflar, çift öğretim ve olumsuz fiziksel koşullar da olumsuz etkileri çoğaltacaktır. Eğitim sistemimizin bitmez tükenmez sorunları hep vardı, yine var. Böyle olsa ya da olmasa da başarısızlıkta tek başına ve yalnızca öğrenci suçlanamaz. Önce öğretmen ve veli olarak kendimizi sorgulayabilmeliyiz, derim ben. Sonra da ortak sorunlara ortak çareler aramak gerekecektir. Belki kolay bir iş değil, ama yarınların mutluluğu için değer. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle