25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
20 ARALIK 2006 ÇARŞAMBA AÇI MÜMTAZ SOYSAL PENCERE Muvakkit?.. Başlangıcı çok eskidir, sanırım çocukluğumdan beri bizim eve “Büyük Saatli Maarif Takvimi” alınır. Bugün 20 Aralık Çarşamba günü, takvim yaprağının birinci sayfasında şu dizeler okunuyordu: “Şebi yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir? Müptelâyı gâma sor kim, geceler kaç saat?” ? ‘Şebi yeldâ’nın en uzun gecelerin başlangıcı, müneccim’in yıldız falcısı, ‘muvakkit’in güneşe bakarak zamanı ve namaz saatlerini saptayan kişi olduğunu söylemek, ‘müptelâ’nın alışkan ya da tiryaki anlamına geldiğini, ‘gâm’ sözcüğünün de keder ya da hüzünle akrabalığını belirtmek, şiirin keyfini kaçırmaya yol açar mı bilemem... Bildiğim ve anımsadığım, bu dizeleri Yusuf Ziya Ortaç’tan başlayarak tanıdığım eski şairlerin ve kıdemli dostların sık sık söyledikleridir... ? Geçenlerde güzel mi güzel bir hanım dostumu yorgun gibi gördüm, gözünün altına belli belirsiz bir çizgi mi yerleşmişti?.. Uyuyamıyorum.. dedi. Peki, ne yapıyorsun?.. İlaç alıyorum.. Hemen şebi yeldâ’yı vurgulayan ünlü beyit aklıma geldi... Şiir Sabit’in... Alâeddin Sabit 17’nci yüzyıl divan şairi, Bosnalı, bizim gibiler onu çok az tanırlar; ama, doğrusu gecenin zamanını edebiyat muvakkiti gibi şiirle saptamaktaki başarısına diyecek yok!.. Peki, ya gündüzler?.. Yılbaşına yaklaşıyoruz, günler çok güzel geçiyor, havalara diyecek yok!.. Ama, ne diyorlar: Sevinmeyin!.. İklim değişiyor, mevsimler bozuluyor, doğa ölüyor, insan kendi kendisini bitiriyor... Yeni bir şey mi?.. Kutsal kitaplar ‘kıyamet’i boşuna mı icat etmişlerdi?.. İnsan kötülüğün piyasasını tanrılaştırarak yaşamında sınırsız tüketime ram olursa, kıyamet alametlerinin çanları çalmaya başlamaz mı?.. ? Sabit ‘müptelâyı gâm’dandı.. Geldi bu dünyaya ve gitti.. İnsan geçicidir.. Ya evren?.. Veya doğa?.. Sorunun yanıtını bir güzel kadının gözünün altına bir sabah yerleşen belli belirsiz kırışıkta okuyabilirsiniz... Çağımızda kişi hem müneccimdir.. Hem muvakkittir.. Vakit, yıldızların ışıltısına sinmiş ‘dördüncü boyut’un öteki adıyla zamanlaşması değil mi?.. Tıkayışlar ve İlkeler İKİ SORUN var ki, ikisi de bugünkü Türkiye’nin önünü tıkamakta: Biri Cumhurbaşkanlığı seçimi, öbürü de Avrupa BirliğiKıbrıs bağlantısı. Bunların Türkiye’nin önünü tıkayıcı birer sorun haline gelmesi gerekmiyordu. Eğer, başlangıçtan beri her iki konuda da ilkeli davranılabilse ve başkaları ilkeli davranmadığı zaman durup daha ileri gidilmeseydi. umhurbaşkanını seçmek sorun olmamalıydı. Şimdiki Anayasa, daha önceki 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, daha doğrusu o dönemde yaşanan sıkıntıdan ders alınarak, bu seçimin bunalımsız sonuçlandırılması için kesin kurallar getirmiş: Süreç, en az üçer gün arayla yapılacak dört oylamayla sınırlı; ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluğuyla seçilme sağlanamazsa, üçüncüde tamsayının salt çoğunluğu yetiyor; bu da olmamışsa üçüncüde en çok oy almış iki aday arasında yapılan seçimde de salt çoğunluk çıkaramayan Meclis, genel seçime gidip kendisini yenilemek zorunda. Başka bir deyişle, devlet başkanını seçemeyişin yaptırımı öylesine ağır ki, Meclis ne yapıp yapıp sonuca gitmeye çalışacak. Şimdi sorun var. Çünkü, Meclis’teki oy durumu ilk iki turda bile seçimi bitirmeye elverişli olduğu halde, seçilmeye en hevesli görünen adayın kimliği çok kişiyi ve kurumu endişelendiriyor. O başa geçerse laik cumhuriyetin tehlikeye girmesinden korkuluyor. Ama Atatürk’ten sonra İnönü’yle başlayarak Türkiye’yi yönetenler, Meclis çoğunlukları, cumhurbaşkanları, başbakanlar ve hükümetler ve yargı organları olarak, laikliği bütün boyutlarıyla korumakta ilkeli davranabilselerdi, bu noktaya gelinir miydi? Ama “aydın din adamı” yetiştireceğiz diye laik eğitim sisteminde gedikler açarak ve hukuk engelleri, aşama aşama yumuşatılarak girilen süreç, hep “Korkma abi, bi şey olmaz” diye diye, imam hatip çıkışlı birini cumhurbaşkanlığının eşiğine kadar getirmedi mi? Şimdi gelinen tıkanış, çok eski ilkesizliklerin sonucudur. akın tarihin ilkesizlikleri olmasa, ABKıbrıs bağlantısı da sorun olmazdı. Eğer, vatandaşlarının bir bölümünü katletmeye kalkışıp “meşru hükümet” unvanını gasp etmiş ve kendi başlattığı sorunları çözememiş bir “Kıbrıs Cumhuriyeti”, ayrıca otoritesinin “kuzeye uzanmadığı” ilan edilerek AB’ye alındığında, Ankara “Biz bu işte yokuz” diyerek adaylıktan çekilseydi böyle bir sorun kalır mıydı? Bir yanda hukuka saygı havariliğine soyunurken öte yanda hukuksuz davranan bir AB’nin kapısını çala çala gelinmemiş midir bu günlere? Diplomasi, hep yanlışla doğrunun ortasında uzlaşmak mıdır? “Winwin” sözünü yanlış anlayıp haksızı haklı kadar kazançlı kılmak mı? Üstelik, aslında çoktan “sorun” olmaktan çıkmış olması gereken Kıbrıs konusu gibi hem haklı hem güçlü olduğunuz bir konuda? Türkiye böyle bir konuda bile ilkeli davranamazsa hangi konuda davranacak? C Y mumtazsoysal@gmail.com ‘Apronda Deve Kesmek Caiz midir?’ Ali BULUNMAZ B öyle olacağı biliniyordu. Ne demişler, “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir”. AKP’nin icraatları ve yarattığı ortam, birdenbire oluşmadı. 80’lerde ekilen tohumlar, 90’ların ortalarında filizlenip yeşillendi; günümüzde ise bunların meyveleri toplanıyor. Tarikatlarla kol kola girmiş medya ile işadamları eşliğinde, Türkiye’de tuhaf bir siyasi oyun sahneye konuyor. Dincilik gemi azıya almış yürüyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumları irtica tehdidi altında, her yer kuşatılmış; çember daraltılıyor. Kentler ormanlaşıyor; ormanlar kentleşiyor ve bu kentlerde “orman kanunları” işliyor. Tam da bu arada, o meşhur “deve olayı” patlak veriyor. Onarımı tamamlanan RJ 100 tipi yolcu uçaklarının sonuncusu, İngiltere’ye teslim edilmek üzere aprona çekilince, aynı yerde bir deve beliriyor ve kasap, elindeki koca bıçakla hayvancağızı tek harekette boğazlıyor. Uçağın onarımının tamamlanışı da, böylesine muzaffer bir edayla “kutlanıyor”. Kesilen deveden nasiplenmek isteyen ve “kendi aralarında topladıkları parayla” kurbanlık alan personel ise kamyon kasasında ellerindeki et parçalarıyla objektiflere “haklı bir gururla” poz veriyor. Bu olayı yatıştırmak için Ulaştırma Bakanlığı’ndan ve THY’den yapılan açıklamalar da nafile bir çaba olarak kalıyor; keza konu, ulusal ve uluslararası basında ayrıntılarıyla işlenip, kaygıyla izleniyor. Bu tam bir kara mizah. Çünkü yaşananlar bir zihniyet sorunu. Deve kesilen havaalanından kalkan uçaklar ile onları kontrol eden ve uçakların bakımını yapan birimlere personel alımında “imamlık veya dincilik testi” yapıp; bunu “kişilik envanteri” diye yutturanlar, o deveyi adak olarak kesen zihniyetin ta kendisidir. Bu yüzden apronda deve kesilmesi “anormal” değildir; aksine “beklenen” bir gelişmedir. Bunlar, kimilerinin görmek istemediği, “dincilik geriliyor” gibi sonuçlarla herkesin aldatıldığı Türkiye gerçekleridir; üstelik “densizlik” diye geçiştirilemeyecek kadar ciddi olaylardır. Ama “durduk yerde” bunları dillendirip, var olan “pembe tabloyu” bozmaya ne hakkımız var?! Olmuş bitmiş; geçmiş gitmiş!.. Her gün televizyonlarda ve gazetelerde anlı şanlı hocalarımız, “Haram parayla kurban kesilir mi; kurban etiyle içki içilir mi; yılbaşı gecesiyle bayramın çakışması, eğlenmeye engel mi?” türünden sorulara yanıtlar döktürüyor. Yarın bir gün bunlara, “Apronda deve kesmek caiz midir hocam?” gibisinden bir soru eklenirse şaşmamalı! İşte Türkiye 2007’ye böyle giriyor. Yeni yıl zor geçecek deniyor, gerçekten de öyle. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimi ile genel seçimler var. Bir uçağın tamirini havaalanında deve keserek “kutlayan” zihniyet; kendi görüşlerini Çankaya’ya taşıyacak biri seçildiği takdirde, bunu acaba nasıl kutlar diye düşünmeden edemiyor insan... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle