18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 ARALIK 2006 CUMARTESİ 16 CHP’ye Büyükelçi Ziyareti CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, geçen hafta ABD Büyükelçisi Ross Wilson ile bir görüşme yaptı. Görüşmenin içeriğini CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’e sorduk. Şunları söyledi: “ABD Büyükelçisi başka partileri de ziyaret etmiş. Belli ki, siyasi partilerde zemin yokluyor, sondaj yapıyor. Herhalde Washington’dan sordular, ‘Siyasi partiler ne düşünüyor?’ diye. Daha çok soru sormuş Sayın Genel Başkanımıza. CHP’nin özellikle Kıbrıs, Irak, Ortadoğu ve AB meselelerini nasıl tahlil ettiğini öğrenmek istemiş. Sayın Deniz Baykal da kendi görüşlerini aktarmış. Şunu hissediyorum: Amerikalılarda da son zamanlarda bizimle daha yakın ilişki kurma temayülü var. Bunu görmek lazım.” ABD yönetiminin son dönemde “ılımlı İslam” vurgusundan özenle kaçındığına ilişkin yorumları da anımsattık Onur Öymen’e. Yorumlara katıldığını belirtti: “Ilımlı İslam modelinden artık söz etmiyorlar. Türk halkının laiklik konusundaki duyarlılığını anlamış görünüyorlar. Özellikle Danıştay’a yapılan saldırıdan sonraki cenaze töreni ve orada Başbakan’a yönelen tepkiler, Başbakan’ın halktan korunması, laiklik konusunda halkın ne kadar duyarlı olduğunu gösterdi. Böyle bir halka din devleti modeli giydiremezsiniz, Türkiye’yi açıkça bir Afganistan yapamazsınız. ABD bile olsanız, bunu yapamazsınız, bunu gördüler sanıyorum.” Bir Çoban Öyküsü SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU Hepimiz Birer Aptalız Övgüyle söz edilen Nobel töreni konuşmasını okuduk ve Orhan Pamuk’un “edebiyatçı”dan ne anladığını öğrendik: “Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kâğıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.” “Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni âlem kuran insan gelir gözümün önüne.” “Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer, kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.” Toplumdan, halktan, kendi ısrarlı deyimiyle “cemaat”ten (konuşma boyunca 6 kez “cemaat” sözcüğünü kullanıyor) adeta arınmış bir yazar tiplemesi ile karşı karşıyayız. “Cemaat”ten, hatta bir anlamda dünya nimetlerinden ve savaş gibi, yoksulluk gibi gerçeklerden uzakta, kendini onlardan tümüyle sıyırmış, bir odaya kapanıp yazan, hem de dolmakalemle yazan yazar, yaklaşık yedi sayfalık konuşması boyunca babasının bavulundan kafasını çıkarabildiğinde “dünyanın bizden uzaktaki merkezi”ni şöyle algılıyor: “... Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülktıdışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesans’ı, Aydınlanmayı, modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.” Bir odaya kapanıp, masaya oturup tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni âlem kuran Nobel ödüllü yazarın dünyanın durumu üzerine düşünceleri işte bu kadar: Duyduk duymadık demeyin ey insanlar! Varmış gibi görünen çelişkiler yok aslında ve Batı üzerinden yapılan (Batı ve Batıdışı) tanımlarla ayrılan tüm yerküre evrensel bir aptallıkta buluşuyor. Bugüne değin emperyalizmi “zenginliğin aşırı gururu ve kendini beğenmişlik”, sömürüyü de “aşağılanma endişesi ve alınganlık” olarak algılayamamış biz aptallar, bir an önce Orhan Pamuk gibi babamızın eski bavulunu kapıp, kendimizi bir köşeye çekip bir odaya kapatmalıyız. “Eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak” yaşamalı, “yalnız kalmak için, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye” yazmalı, aptallıktan kurtulmalıyız. Türkçe adına Nobel alan Orhan Pamuk’un övgü dolu konuşmasında kullandığı, ancak Türkçede bulunmayan deyimdeki gibi “hayatı daha hafiften alan” kimlikler olmalıyız ki akıllı uslu adamdan sayılalım. süzlük, yiyeceksizlik, evsizlik. Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler. Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Ba Kul dediğin koyun gibi olur, güdersin. “Sen seçilmiş kulsun, iyi kullanılırsın, çoban ol” der birileri, olursun. Elin düdüğünü öttürüp dururken “Ben hepinizi suya götürüp susuz getiririm” diye efelene efelene dolaşırken yan gelip yattın mı, sürüyü dağıttın mı, otlağı ocağı kuruttun mu, “Çobanlık neyime, ağa da olacağım, bey de olacağım, tepenize de tırmanacağım” diye tutturdun mu, kepeneği alırlar üstünden, üşürsün. Çarığını çekerler ayağından, kasketini uçururlar başından; kalırsın yalınayak, başı kabak... Köpeğini kurda boğdurur, kuzunu da kartala kaptırırlar; kızarır, bozarır, tepinirsin. Çaresiz süpürürler bir deliğe, tıkanır kalırsın. Kul dediğin koyun gibi olur, güdersin... Pinochet’nin Ardından... Tedirginlik, huzursuzluk, gerilimle hatırladığım iki röportaj var; biri Pinochet, diğeri Abdullah Öcalan... Milyonlar için “nefret ve korku abidesine” dönüşen, “elleri kanlı bir insanla” dakikalarca baş başa ve yüz yüze kalmak; soğukkanlılıkla soru sorarken bir yandan da sürekli, “Şu röportaj bitse de şurdan gitsem ve kurtulsam!” duygusunu yaşamak... “Gazeteci” kimliğinde acayip bir “bölünmüşlük” yaratan bu duyguyu anlatmak zor. Mesleki açıdan kolay ele geçmeyecek bir “scoop” gazetecilik başarısı elde ettiğinizin bilincindesiniz. Pinochet gibi dünya basınına konuşmayan biriyle ender bir “tarihi röportaj” yakalamanın keyfini yaşarken, içinizden “Şeytan görsün yüzünü!” diyorsunuz... “Cumhuriyet” (1718 Eylül 1989) için yaptığım Pinochet söyleşisini böyle hatırlıyorum. “Zamanın” izdüşümleri garip. Röportaj anında yaşanan “gerilimler”, yanıtlardan da derin izler bırakabiliyor. O röportaj için, Cumhurbaşkanlığı Sarayı “Moneda”nın hemen karşısındaki bir otel odasında günlerce beklemiştim. Soğuk, rutubetli, ayaz bir ağustos ayıydı. Güney yarımkürenin kışı. Pencereden her bakışımda, gene böyle gri, yağmurlu bir kış gününde (11 Eylül, 1973); bu “sarayı” hava ve kara bombardımanıyla kuşatan Allende darbesini gözlerimin önüne getiriyordum. O zaman henüz global köy TV’lerinin, “embedded gazeteciliğin” tutsağı olmamıştık. Atadığı genelkurmay başkanınca kuşatılan ve son ana dek teslim olmayı reddettiği için karşımdaki sarayda böyle gri bir kış günü intihar eden Allende’nin gazetelere yansıyan kahramanlık öyküleriyle büyümüştük biz... Diktatörle röportaj, “Pinochet zulmü” ile olduğu kadar; Allende’nin bu büyük “demokrasi kahramanlığı” ile tarihe geçen Moneda Sarayı’nda gerçekleşecekti... Yanıma bir fotoğrafçı bile almama izin verilmemişti. Fotoğraflar, “saray fotoğrafçısı” tarafından çekilecekti... Darbeden 16 yıl sonra dahi diktatör, tanımadığı röportaj fotoğrafçılarının deklanşöründen korkuyordu. Röportajdan aklımda kalan en çarpıcı bölüm, Pinochet’nin “insan hakları” üzerine söyledikleriydi. “Lütfen” demişti diktatör, “Bana bundan söz etmeyin. Marksistler ve komünistlerin icat ettiği bir propaganda bu...” Demokrasilerde, sol ve uç partilerin yeri olmadığına inanan general, “sınırlı, korunan bir demokrasiyi” savunuyor; Şili’de demokrasinin sorumluluğunu “silahlı kuvvetlerin üstlendiğini” anlatıyor; gerekçeyi “Kültür düzeyi düşük ülkeler, demokrasiyle gelişemez!” sözleriyle açıklıyordu. Hak mı, Yabancı Çıkarı mı? TÜRKKAYA ATAÖV Bir güçlü devlet ya da topluca güçlü devletler kümesi, Türkiye dahil, göreceli olarak daha az güçlü egemen birimlere birtakım haklar, bu arada “insan hakları” adına kimi istekler dayatıyor. Bu dayatmayı haktan da öte, aktöresel bir görev sayan tarafın küresel güç dengesinde büyük ağırlık oluşu rastlantı değil. Gücün gelişigüzel kullanımını dizginleyecek yeterli karşı ağırlıkların ve buna dayalı dengenin olmadığı ortamda insan hakları kavramı bile güç uygulamasının bir aracı olup çıkar. Kimi güçlüler “insanlık”, “uluslararası toplum” ya da Avrupa Birliği adına eylem özgürlüğünü kendilerinde görürken, söz konusu tüm deyimlerin tanımını da diledikleri gibi, bu tanımda giderek bir tekel sürdürerek yapıyorlar. Kendi çıkarlarının gerektirdiği koşullarda ise uygulamaya geçiyor, yani zor kullanıyorlar. İnsanlık ya da belirli değerler için müdahale, içişlerine karışma, başka ulusdevletleri yeniden düzenleme, giderek düpedüz saldırı sanki yasaya ya da töreye uygunmuş gibi bir kılığa sokuluyor. ??? Biçim farklı olabilir. 1991 Körfez Savaşı’nda Güvenlik Konseyi kararı vardı. ABD 1999 Kosova Savaşı’nda devreye NATO’yu soktu, Sovyet döneminin Brejnev Doktrini’ni anımsatır biçimde, tüm Latin Amerika ve Karayibler’de tek başına eylemler yaptı. Bizimle bağlantılı olarak, Kıbrıs, Ermeni sorunu, PKK, Ortodoks Patrikliği, Ruhban Okulu, DicleFırat suları ve Lozan’dan geri dönüş gibi dış istekler ortaya insanlık ve aktöre adına hareket etmeye yetkili, özel haklara sahip ve bu yoldan üstün devlet(ler) varmış gibi uydurma bir kavram yaratıyor. ABD ya da AB sanki isterse asker yollar, yeni sınırlar çizer, ülkeleri böler, zenginliklerine diledikleri gibi el koyar. Oysa buna küreselleşme çerçevesinde imparatorluk denir. Çıplak güce dayalı siyaset karşımıza, bu kez, yeni giysilerle çıkıyor. Çağımızın ABD ya da AB biçimindeki baskıcı güçleri, eylemlerine yeni dayanaklar buldular. Öyle ki, askeriyle işgal etse bile, bu eylem de bir hak, görev, demokrasi ve özgürlük gereğidir. Neyin bunlarla çatıştığına da gene o en güçlüler karar verir. 1915’in Ermeni komutanları kendi kitaplarında 200 binlik ordular kurduklarını yazsalar da, suç Türklerde olmalıdır. ??? El Kaide terörist örgüttür, ama PKK ile masaya oturmak gerekir. ABD ya da Fransa bölünmemelidir, ama Irak bölünebilir. ABD’de, öldürüle kırıla bir avuç bırakılmış yerli halk dışında, herkes ayralsız ya göçmen ya da göçmen çocuğudur, ama ataları Balkanlar, Kırım ve Kafkasya’da öldürülüp canını güç bela kurtararak Anadolu’ya sığınanların şimdiki torunları “azınlık” sayılmalıdır. ABD’de herkes Amerikalıdır, ama Karadenizlilerin kanları incelenmeli, onlara “Rumlar” diyebilmek için uzun erimli bir tasarı uygulanmalıdır. Örnekleri şimdilik keselim. İleri sürülen “değerler” sözcüğünün arkasında çıkarlar yer alıyor. Baskı ve müdahalelerin ardında daha güçlülerin sömürü altyapısı pusuda. Oysa Türkler bunu Osmanlı geçmişinde de yaşadı. “Değerler” dediklerinin en güçlülere uygulandığı da yok. İçişlerine karışmama kuralı genel uluslararası hukukun bir parçasıdır. Bu kuralın ikinci bir seçeneği de yok. Hele tek kutuplu bir dünyada. Olsaydı, adına “küresel karmaşa” demek gerekirdi. İster tek, ister çift, ister çok kutuplu dünya olsun, içişlerine karışmama ilkesinin yasal ya da uygulama olarak ortadan kaldırılması söz konusu olamaz. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak?yahoo.com.tr ‘Bu iyi bir demokrasi modeli!’ Hiç unutmadığım pasaj Pinochet’nin “Türkiye’nin de aynı durumda olduğunu” vurguladığı sözler olmuştu. “Sizinki de korunan bir demokrasi” demişti diktatör: “Bu iyi bir demokrasi modelidir!” Karizma yoksunu, kaba saba, kurnaz ve sinik (müstehzi) bir kişilik sergileyen Pinochet ayrıca, Kenan Evren’e hayranlığını belirtmekten kaçınmamış; kendisine bir kitap yolladığını açıklamıştı. Kaç muhalif yok edildi, sürüldü ya da işkenceden geçti? “Sayısal karşılaştırma” yapmak zor... Ne var ki dünyanın tanıdığı en acımasız diktatörlerden biri olan Augusto Pinochet Ugarte, kendisini pekâlâ Kenan Evren’le özdeşleştirebiliyor; göğsünü gere gere ona “gönderdiği kitaplardan” bahsedebiliyordu... Şili, o zamandan bu yana büyük yol kat etti. Bizim röportajdan bir yıl sonra diktatör, devlet başkanlığını bıraktı. Pinochet’nin sahneden çıkmasından sonra göreve önce bir Hıristiyan Demokrat, ardından da ilk kez gerçek anlamda bir iktidar değişikliği anlamına gelen “sosyalist” Ricardo Lagos geldi. Lagos’tan da bayrağı, bizzat kendisi Pinochet işkencelerinden geçen, ilk “kadın cumhurbaşkanı” Michelle Bachelet devraldı. İspanya’daki Franco sonrasını andıran bu “demokrasiye geçiş” sürecinde, Şilililer, “Geçmişi unutmadan geleceğe bakmak!” sloganı altında “kaybolanlarla” yüzleşmek adına bir “Barış ve Gerçek Komisyonu” kurdular. Bunun anlamı: Üzerine sünger çekildiği takdirde, kendisini tekrar edebilen “Geçmişe hayır!” demekti. Bu bağlamda Bachelet, “Pinochet’nin Devlet Başkanı” cenazesiyle onurlandırılmasına geçit vermedi ve bir ara yol formülü “askeri cenazeyle” yetinildi... Pinochet’nin âlâ ve vâlâ ile kendisini “özdeşleştirdiği” Evren, emri hak vaki olduğunda, böyle ince bir ayrım yapılabilecek mi? Bu sorunun yanıtı çok önemli. Verilen yanıt, bırakın Batı demokrasilerini; askeri dikta rejimlerinden bu yana büyük yol alan Latin Amerika demokrasileri yanında Türk demokrasisinin nerde olduğunu gösterecek... ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci?mynet.com HARBİ SEMİH POROY BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com ESAS NO : 2006/506 Esas KAMULAŞTIRILAN TAŞINMAZIN BULUNDUĞU YER: Kocaeli ili Yuvacık Köyü PAFTA: 17 NIC ADA NO: 77 PARSEL NO: 7 YÜZÖLÇÜMÜ: 131 m2 MALİKİN ADI VE SOYADI: Ceylan Sevil (604/635 hisse maliki) KAMULAŞTIRMAYI YAPAN İDARENİN ADI: Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Karayolları Genel Müdürlüğü KAMULAŞTIRMANIN VE BELGELERİN ÖZETİ : Kamulaştırmayı yapan davacı idare, malikleriyle cinsi ve niteliği yukarıda yazılı, kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın öncelikle 2942. Sayılı Yasanın (Değişik 4650) 8. maddesine göre pazarlıkla satın alma usulü denenmiş, ancak, anlaşma sağlanamadığından aynı yasanın 10. Maddesi gereğince mahkememizde kamulaştırma bedelinin tespiti ve tescili için davacı idare tarafından mahkememizin 2006/506 Esas sayısında dava açılmıştır. 1 Tebligat ve ilân tarihinden itibaren 30 gün içinde kamulaştırma işlemini İdari Yargıda iptal veya Adli Yargıda maddi hatalara karşı düzeltim davası açabileceklerdir. 2 Husumet Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Karayolları Genel Müdürlüğüne yöneltilecektir. 3 Kamulaştırma işlemine karşı İdari Yargıda iptal davası açanların dava açtıklarını veya yürütmenin durdurulması kararını aldıklarını belgelendiremedikleri taktirde kamulaştırma bedeli üzerinden taşınmaz mal kamulaştırmayı yapan idare adına tescil edilecektir. 4 Mahkemece tespit edilen kamulaştırma bedeli hak sahibi adına T.C. Ziraat Bankası İzmit Merkez Şubesine yatırılacaktır. 5 Konuya veya taşınmaz malın değerine ilişkin tüm savunma ve delilleri ilân tarihinden itibaren mahkemeye yazılı olarak bildirmeleri, keyfiyet 2942.Sayılı Yasanın (Değişik 4650) 10. Maddesi uyarınca İLAN OLUNUR. (Basın: 62325) TC KOCAELİ 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN KAMULAŞTIRMA İLANI TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN 16 Aralık www.mumtazarikan.com 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1/ Lübnan ve 1 Suriye’de yaygın olan dinsel 2 bir topluluk. 2/ Sıkıntı verme, 3 üzme... Güney 4 den esen yel. 3/ 5 Tavlada “iki” sayısı... Koca 6 eli’nin Körfez 7 ilçesine bağlı, 8 halısıyla tanınmış belde. 4/ 9 Kişinin kendisini başka1 2 3 4 5 6 7 8 9 sının yerine koyarak 1 S A K A R C A İ onun duygularını ve is2 A V A R E R E N teklerini anlayabilme E K S İ yeteneği... Rütbesiz as 3 K A N A E ker. 5/ Yüce, yüksek... 4 A R A B İ S İ S T İ L A Soyundan gelinen kim 5 R E E S T E T İ K se. 6/ Üzerine yapışkan 6 C İ T İ B bir madde sürülen ve 7 A R K kuş yakalamakta kulla 8 E S E L İ L A nılan değnek... Dolma 9 İ N İ A K B A Ş yapmak için hazırlanan karışım. 7/ Güzel kokulu çiçekleri olan bir ağaççık... Ateş. 8/ Japon lirik dramı... Mozart’ın, Türk müziğinden esinlenerek bestelediği ilk operası. 9/ Memelilerde asalak olarak yaşayan ve “şerit” de denilen solucan... Azerbaycan ve Kars yöresinde yaygın telli bir çalgı. YUKARIDAN AŞAĞIYA 1/ Akdeniz Bölgesi’nin Göller Yöresi’nde bir dağ. 2/ Bir meyve... “Sakırga” da denilen asalak böcek. 3/ Eski Mısır’da güneş tanrısı... Müzikte, Hz. İsa’nın çektiği acıları konu alan bestelere verilen ad. 4/ Bozma, bozukluk. 5/ Bildirme yazısı... Üye. 6/ Bir papağan cinsi... Yapma, etme. 7/ Büyük erkek kardeş... Yiyecek bulamayan, yoksul kimse... Köpek. 8/ Bir tür füze... Serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmi birlik. 9/ Doğu Karadeniz yöresine özgü, ahşap ayaklar üzerine kurulan ve tarım ürünlerini saklamaya yarayan yapı. CUMHURİYET 16 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle