25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 KASIM 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Tabana Seslenmek Bugün Avrupa’da teknik ve meslek okullarına çok çok önem verilirken bizde bu okulları ortadan kaldırmak gayreti içinde olan iktidar AB’ye girmek istemekte ne kadar içtenlikli olduğunu; dahası, bir kez daha yüzünün Batı’ya değil, Doğu’ya dönük olduğunu ve AB’ye çok da gönüllü olmadığını gösteriyor. Adı da tabansıza çıkmasın diye tabanını sıkıya alıyor. Almasına alıyor da... Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmasın! Bizden söylemesi... Yaratacağı bu karmaşanın altında kalarak boğulabilir. PENCERE Sisteminde Kademeler Arası Geçişler, Yönlendirme ve Sınav Sistemi”ni sözümona gündeme getirdi. Dahası, getirmedi. Gündeme getirdiği bir tek, sorun olarak gördükleri ÖSS’deki katsayı konusuydu. Onlara ve başta divan başkanına göre ortaöğretimde bir tek sorun vardı; o da meslek okullarının önünü açmaktı. Tornacı okulunu bitirmiş birinin felsefe okumasında hiçbir sakınca yoktu! Öğretimin, eğitimin bir süreç olduğunu A’yı bilmeden Z’nin öğrenilemeyeceğini göz ardı etmiş olmaları beni şaşırttı. Dahası, şaşırtmadı. Bunu bilerek yaptıklarını ve karanlık bir amaca hizmet ettiklerini görüyordum. Komisyonda ortaöğretimin sorunları hiç tartışılmadı. Öğretmenlerin özlük hakları hiç gündeme gelmedi. Öğretmenlerimizin günün koşullarına göre eğitilmeleri hiç mi hiç konuşulmadı. Okullardaki eğitimöğretim izlenceleri hiç konu edilmedi. Varsa da yoksa da meslek okullarının, dahası imam hatiplerin önünün açılmasıydı. Açtılar. Sanıyorum, seslerini tabanlarına ulaştırdılar. Gerici bir zihniyetin çıkarına ama ulusal bütünlüğümüzün, öğretim birliğimizin zararına. Ve aldıkları kararlarla övündüler. Divan başkanı bundan “şeref duyduğunu” söyledi. Ne ki, Türkiye bu boş böbürlenmelerle bu çıkmazlara geldi. Bugün üniversiteler önünde bir milyonu aşkın genç toplanıyorsa, yarın iki katı toplanmış olacak ve üniversitelerde giderek düzey ve kalite daha da düşecektir. Bugün Avrupa’da teknik ve meslek okullarına çok çok önem verilirken bizde bu okulları ortadan kaldırmak gayreti içinde olan iktidar AB’ye girmek istemekte ne kadar içtenlikli olduğunu; dahası, bir kez daha yüzünün Batı’ya değil, Doğu’ya dönük olduğunu ve AB’ye çok da gönüllü olmadığını gösteriyor. Adı da tabansıza çıkmasın diye tabanını sıkıya alıyor. Almasına alıyor da... Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmasın! Bizden söylemesi... Yaratacağı bu karmaşanın altında kalarak boğulabilir. Soluklanma ve Kesme ŞANTAJ sürüyor. AB’liler, Ankara’nın karar verme süresini kısaltıp “Limanlara ve hava sahasına ilişkin tutumunuz bir an önce değişmezse tren kazası olur ha!” demeye getiriyorlar. 1415 Aralık Doruk Toplantısı’nın gündemini Türkiye derdiyle meşgul etmek istemiyorlarmış. Niçin şantaja başvurmaktalar? Çünkü, “Türkiye sürecin kopmasından korkuyor” izlenimine varmışlardır. İtiraf edelim ki, bu izlenimi veren, gelip geçmiş bütün iktidarların ürkek tutumları olmuştur. Hep birlikte, tam üyelik olmazsa dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir hava yaratılmadı mı? Her şeyden önce, bu izlenimin giderilmesi gerekiyor. Türkiye fırsatı kaçırmamalı, onlar bazı “başlık”ları askıya aldıklarını afralı tafralı bir kararla ilan etmeden Ankara’nın tek yanlı iradesiyle müzakerelerden çekilerek bunu başarabilmelidir. Gerekçe basit olmalı: Bizi olur olmaz bahanelerle oyalayarak ciddi olmaktan çıkıp ödün üstüne ödün koparma sürecine dönüşen bir süreci ayakta tutmanın artık anlamı kalmamıştır. öylesine kararlı olması gereken bir tutum için şimdi kullanılmakta olan “soluklanma” deyimi ancak bu izlenimi sürdürmeye yarar. Soluklanma, yorulma belirtisidir ve karşı tarafın iznine bağlıdır. Yani, Birand’ın da yazdığı gibi, AB Konseyi’nin soluklanmaya razı olması gerekecektir. O durumda, lütfedilen soluk alma süresi sonunda masaya tekrar oturulması için yine AB’nin yeni koşullar ileri sürmesi de kaçınılmazlaşır. Hayır, masaya geri dönmek için koşul koşacak taraf Türkiye olmalıdır. Artık açıkça belli olmuştur ki, şimdiye kadar genellikle sanılanın aksine, süreci sürdürmek, Ankara’dan daha çok, ondan hâlâ bir şeyler koparma peşinde olanların işine geliyor. Kesme döneminde, hatalı tutumlarının “muhasebe”sini yaparak yeni, açık ve dürüst bir tutum belirlemek zorunda olan, onlardır. nlar düşünedursun, aynı kesme dönemi Türkiye’nin bütün çevrelerine her şeyi yeniden değerlendirme fırsatı verecektir: AB’ye tam üyelik tutkusunu, bu uğurda Gümrük Birliği’ni olanca eksikliğiyle kabullenmiş olmanın doğruluk derecesini ve müzakere sürecinin neler kazandırıp neler kaybettirdiğini serin kafayla düşünmek gerekmiyor mu? “Bazı kusurlarımız bu süreç sayesinde düzeldi” deniyorsa, kalan kusurlarımızı bundan sonra kendi irademizle saptayıp düzeltmek çok mu zordur? Böyle bir kesme kararının şimdiki ekonomik düzeni altüst edeceği ve borsayı dalgalandırıp kalkınmanın umut kaynağı olan yabancı sermaye akışını olumsuz etkileyeceği gibi tedirginliklere gelince, o konuda söylenmesi gereken de şudur: Kesme, yanlış düşüncelerle bel bağlanan bu düzeni ve bu umudu yeniden değerlendirip daha sağlam bir ulusal özgüven kazanmanın da fırsatı olamaz mı? mumtazsoysal@gmail.com Bayrağı Çekmek!.. Cumhuriyet’in dünkü manşeti tırnak içinde iki sözcüktü: “Bayrağı çekeriz!..” Söyleyen kim?.. TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı.. “Hiçbir Milli Eğitim Şurası, hiçbir milli eğitim sorunu laiklikten taviz verilecek konu değildir. Bunu gördüğümüz an TÜSİAD olarak bayrağı çeker doğru bildiğimizi söyleriz. Laik eğitimden yanayız, bunun karşısında olanlarla mücadelemizi sürdürürüz.” Peki TÜSİAD’ın bu kesin tutumu siyaset midir?.. Hayır!.. Anayasa gereğidir; çağdaşlık ve uygarlık yolunda insan haklarını savunmaktır... ? TÜSİAD’ın laiklik konusundaki duyarlığı aynı zamanda tarihsel bir aşamanın da altını çiziyor... Laiklik demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ temel koşuludur... Batı’da, sanayileşen toplumda türeyen iki yeni sınıf özgürlüğün temellerini geçmiş yüzyıllarda atmışlardı; burjuvaproletarya ‘Avrupa’da demokrasiyi oluşturdular.. Türkiye’de sermaye sınıfı bu düzeye erişebildi mi? Sayın Ömer Sabancı’nın konuşması bu bakımdan umut verici bir içerik taşıyor... ? Ülkemizde iki tehlike gündemdedir: Terör.. İrtica.. Oysa Türkiye’nin kalkınması için iç düzen “huzur ve güven” sağlayıcı bir “istikrar”a kavuşmalıdır... İki kırmızı çizgimiz var: Bölünmezlik.. Laiklik.. Bölünmezliğe saldırı sınır ötesi kaynaklardan ve coğrafyadan güç alıyor; laikliğe saldırı bugünkü iktidarın, daha somut deyişle AKP’nin temel siyasetini oluşturuyor... Ülkede gün geçtikçe yoğunlaşan huzursuzluk ortamında güven duygusu gün geçtikçe yitirilmektedir... ? Türkiye’de sermaye düzeni, iktidarın şemsiyesi altında iki gerici örgütlenmenin denetimine girmek tehlikesi karşısındadır... Mürteci belediyeler.. Tarikatlar.. ‘İrtica sermayesi’ ya da öteki adıyla ‘Yeşil Sermaye’ laik sermayeyi boğmak yolunda etkinliğini sürdürüyor... Siyasal iktidar bu tasarının başını çekiyor... ? Milli Eğitim Şurası da bu tasarının ya da planlamanın öğretim düzenine yatırım yapan kararlar aldı... TÜSİAD bu kararların anayasaya ters düşen çağdışı siyasetini saptamış ve uyarısını yapmıştır. Sayın Ömer Sabancı ne diyor: “ Bayrağı çekeriz...” Bu bayrak, çağdaş, laik, anayasal ve hukuksal Türkiye’nin bayrağıdır. Prof.Dr. Necdet Adabağ Ankara Ünv. Öğr. Üyesi er şeyin bir tabanı vardır. Tabansızlık korkunç bir şey. Bir insanın tabansızını düşünebiliyor musunuz? Partilerin de tabanı vardır, iktidarların da... Tabanları beslemek gerek. Yer yer, zaman zaman seslenerek... Bu, çok doğaldır. İnsanları ayakta tutan tabanlarıdır. İktidarları da iktidarda tutan. Taban olmadan iktidarlar iktidar olamaz. Bunun bilincindedir iktidarlar. Bugünkü iktidar da bilincindedir. Hem de nasıl! O kadar ki, ulusal bir davayı tabanına seslenmek ve sözümona tabanı mutlu edebilmek için çarpıtabilmekte, harcayabilmektedir. Tabanına hoş gözükebilmek için milyonlarca gencin geleceğini belirsizliklere sürükleyebilmektedir. Tabana seslenişin değişik yolları vardır. Bunlardan biri de meğerse şuralarmış. 1317 Kasım 2006’da Ankara’da toplanan Milli Eğitim Şurası bunun somut örneği oldu. Adı üstünde. Danışmanlar Kurulu Toplantısı olacağı yerde tümden tabana seslenmek uğruna rasgele, düşünmeden, taşınmadan, önceden belirlenen çizgi gereği parmak kaldırma toplantısı oldu. Tam bize göre bir toplantı. Ben ilk kez katıldım böyle bir toplantıya. Dahası, görevlendirildim. Görmediğimi gördüm. Danışma Kurulu deyince benim aklıma bu işi bilenlerden oluşan bir kurul gelir. Bir başka deyişle, danışılabilecek kişiler bir araya toplanır ve bir konuyu enine boyuna tartışır, ardından kamuoyunun görüşüne sunar; beğeni ve eleştirilerle birlikte konu bir kez daha değerlendirilir ve karara bağlanır. H B O Ben böyle biliyordum. Bir kere, söz konusu olan şurada danışman kişilerden çok çok fazla koşullandırılmış ve önceden belirlenmiş çizgide devinim gösterecek kişiler vardı. Bize göre danışman kişiler akademisyenler, bu konuda emek vermiş, tasarım yapmış, kitap yazmış kişiler olmalıydı. Ülkemizde eğitim bilimleri fakülteleri var. Gördüğüm kadarıyla o fakültelerden gelen değerli öğretim üyeleri gölgede kaldı; öne çıkan ve alınan kararların ulusal bağlamdaki olumsuzluklarına karşın parmak kaldıran bordro mahkumu öğretmeler, il milli eğitim müdürleri ve okul müdürleriydi. Şimdi danışman olması gereken konunun uzmanı öğretim üyeleriyle yanlış olduğunu bile bile karşı koyamayan öğretmenleri yan yana koyduğunuzda ortaya çıkan manzara acıklıdır. Konunun uzmanı olmayan ancak dizgenin uygulayıcıları olarak öğretmenlerin ancak oy hakkı olmayan gözlemciler olması gerekirdi. Beş kitap okuyanla bir kitabı baştan sona okumamış olanları aynı tartışmanın içine sokmanın anlamı yoktur. Akademisyenler, sözümona demokratik tercihten ötürü kaybedenler oluyor; koşullandırılmış öğretmenler ve ulusal çıkarlara karşı parmak kaldıranlar ise kazananlar oluyor. Akademisyenlerimizin şaşkınlığı bir yandan, öğretmenlerimizin kurnazca kullanılmış olmaları öte yandan, ülkemizin düştüğü durumu göstermesi açısından çok önemliydi. İçimizdeki duygu, acımak ve ülkemiz adına utanç duymak oldu. Birkaç öğretmenin bana gelerek izlendiklerini söylemeleri de işin cabası... İki komisyonun ilki “Türk Milli Eğitim Vatansız Rönesansçılar Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul Üniversitesi S on günlerde birkaç üniversite görevlisi, Atatürk’e karşı saldırı başlattı. Yoksa bir yerlerde, başka düğmelere mi basıldı? Bile miyorum. Tam 30 yıldır tarih disiplini içindeyim. Asya Hunları’ndan Osmanlı’ya. Üç bin yıllık Türk tarihini özümsedim. Avrupa tarihini de. Ata türk’ü 20. tarih yılımda tanıdım. Uzun, zor ama en sağlam biçimde. Son söyleyeceğimi başta diyecek olursam; Atatürk, Türkiye’de yaşamanın gerçeğidir. Aykırı düşünenleri küçümsemiyorum. Bir yerlerden beslenenleri saymıyorum. Kimin arabasına binerse, onun türküsünü söyleyenleri de. En masum karşı çıkışın kökeninde, bilgisizlik yatıyor. Geçen yılları gruplarsak: 1930’lar Atatürk ile yaşanan yıllar, 1940’lar Atatürk ile yarışılan yıllar, 1950’ler Atatürk’e aykırı yıllar, 1960’lar Atatürk’ün unutulduğu yıllar, 1970’ler Atatürk’ün kullanıldığı yıllar, 1980’ler Atatürk’ün yıpratıldığı yıllar, 1990’lar Atatürk’ün anımsandığı yıllar. 2000’ler Atatürk’ün arandığı yıllar. Eski bir söz, “Bu kadar cahillik, ancak bilgiyle olur” der. Doğrudur. Hiç bilmiyor olsa, yerine tam bilen gelirdi. Ama, yarım doktor candan, yarım imam dinden ediyor. Bugün Atatürk’ün; savunmaya, övgüye, alkışa gereksinimi yok. Yunus Emre’nin deyişiyle uçmaka gitti. 57 yıllık yaşamını, Türk ulusuna adadı. Esinlendiği Fransız Devrimi’ni bile aştı. Onlar cumhuriyeti, 167 yılda, 5. denemede oturttu. Atatürk, arasızaracısız, doğrudan ve hemen. Tanzimat yıllarında İngiliz elçisi sadrazamın konağında kalır. Sabah pencereden bakar ki, kardan her yer bembeyaz. İstanbul’da yenidir. İlgiyle sorar: Nasıl temizleyeceksiniz? Sadrazam rahattır: Bize iş düşmez. Elçi şaşırır: Nasıl yani? Yanıt: Bizim bir Lodos Paşamız var. Birazdan gelir, her yeri temizler ve gider. Tarih, bedeli en ağır bilim dalı. Kulak verene, en büyük yardımcı. Kayıtsız kalana, en acımasız. Başa döndürür. Kimse ne Atatürk olmayı beklesin ne de bir Atatürk’ün daha gelmesini. En az Atatürk’e saldıranlar kadar sorumlu onun ilkelerini, söylemden eyleme geçirmeyenler. Doğa boşluk kabul etmiyor. Atatürk en büyük darbeyi, abartılmaktan yedi. Oysa: Gerçeği söylemekten çekinmeyin diyordu. Atatürk gerçeğini burada anlatmama olanak yok. Ama ona saldıranları bilgili olarak dinleyince, söze de gerek yok. Az bilen çok konuşunca, aklının ucu çabuk görünüyor. İki saldıran ile ilgili, birer örnekle bitiriyorum: Birincisi: Milli Mücadele yıllarının gazetelerine bakıyorsunuz. İstanbul’da işgal altında çıkan gazeteler Mustafa Kemal’i alkışlıyor, Anadolu hareketini destekliyor, diyor. Gerçekten mi? Peki Mustafa Kemal neden 1919’da ayrıldığı İstanbul’a 1927’de geldi? 8 yıllık küskünlüğün gerekçesi neydi ki? Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan imzalanmış. Tan gazetesinin şu yorumuna ne dersiniz? Doğu Barışı’nın kurulması 8 ayda gerçekleşebildi... Barış ancak 24 Temmuz’da imzalanabiliyor. Gerçi görüşmeler pek uzun sürdüyse de, madem ki sonuçsuz kalmadı, o halde bu uzunluk bağışlanabilir. Dört mevsimi birden kucaklamış olan konferans, “meyve mevsimi”nde sona ermek gibi bir özellik taşıyor. İkincisi: Atatürk için söylenen “Türkiye’yi ortaçağ karanlığından kurtardı” görüşü ile ilgili. Ortaçağ tarihi İslam dünyasını değil, Avrupa’yı ilgilendirir, di yor. Doğru söylüyor, yanlış sonuca varıyor. Karanlık, Avrupa için ortaçağdaydı. İslam dünyası aydınlıktı. Ama bilim ışığı, Fatih’ten sonra söndü. Hıristiyan dünyası Aydınlanma dönemine geçerken, İslam dünyası karanlığa gömülmeye başladı. Bugün bile o karanlıktan çıkabilmiş değil. Batı, dinsel sorunlarını 500 yılda özümsedi ve aştı. Türkiye’de öyle mi? Halifeliğin kaldırılışının üzerinden 100 yıl bile geçmedi. Üstelik Türkçe bilmeyen hanedan torunları, Dolmabahçe Sarayı’nda arzı endam ediyor. Elmalarla armutları toplamayalım. Batı’nın ödediği bedelleri anlamadan, sonuçlarına teşne olmak, paranoyadır. Ve bir ihanettir. Gerçekleri göz ardı edilen tarih bilimine. Bedeller ödeyen Avrupa’ya. Çökerek kanıtlayan Osmanlı’ya. Değeri anlaşılamayan Atatürk’e. Yakın tarihimizde var mı? Devrim olsun diye değil. Gerçek görüşünü bildiren, bir Voltaire, Rousseau, Diderot. Kutsal kitabı ulusal dile çeviren bir Luther. Bilimsel destek veren Kopernik, Kepler, Galileo, Newton. Farklı mezhepten vatandaşını Bartholomeus Gecesi’nde, Tanrı aşkına kitleler halinde öldüren. Yüzyıllar önce şehit kavramı, din için can verendi. Bugün Türkiye için, ülkemiz uğruna. Avrupalı, 500 yıl öncesinde ülke çıkarını korumak için ulusallığa geçti. Her şeyi bu ölçekte tarttı. Tartamayan, boşlukta dolaşanlar için de, bugüne mesaj gönderdi: Vatansız Rönesansçılar. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle